Çocukluğumun İstanbulunda, / narında inince, gece ise ışıklı, yani 1930'lu ve biraz da 1940’lı ' büyüleyici; gündüz ise, şık, ki-yılların, sakin, ve telaşsız şeh
rinde, kenar-köşe semtlerden Beyoğlu'na çıkış, şehirlerarası bir yolculuk, hatta biraz da bir Avrupa seyahati gibi bir şeydi.
Önce taşıt ve ulaştırma soru nu vardı. Bir çok yere yaya gi dilirdi. Ama bizim oturduğumuz Yıldız Mahallesinden Taksime yürümek pek kolay bir şey ol madığından, genellikle otobüse binilirdi. Otobüs. Hele, Belediye otobüsü. Her semte işlemeyen ve emektar, babacan tramvaya oranla, hayli «lüks» bir «vasıta-i nakliye». Özellikle, II. Savaştan sonra servise konulan, açık yu murta sarısındaki rengini eni-ko- nu şık bulduğum ve arkasındaki balkon-sahanlığı neş'emi artı ran, burunlu ve oturaklı tipleri yok mu, bir bilet alıp yerleşince, bom-boş yollardan, homur-ho- mur Taksime çıkmakla, Paris'e gitmek arasında, fazla bir ayı rım kalmazdı. Taksim Meyda nına gelip, Suların kaldırımı
ke-bar bir dünya başlardı. Güneşli yollarda vitrinlere bakmak, be nim çocuk gözlerim için, doyu lur şey değildi: Pastacılarda (hepsi de Evropa isim li: Gloria, Nisuaz, falan) üzeri yapma çi çekli boy-boy kadife kutular, parlak tepsilerde dizi-dizi pas talar, giyim kuşam mağazaların da, hasır şapkalar, baston çe şitleri. Lâf değil, çoğu Paris, ya da Viyana malı.
Amma, ille de Beyoğlu gece leri. İki keçeli mağazaların ve ara sokaklarda barların pano larındaki renkli ışıkları, bir du rur, bir yanar, sonra pırr, hepsi, söner, bu defa başka bir desen çizer ve boyar, limonatacı ve gazeteci dükkânlarının kapı zili gibi anonsları devamlı çalar, ka pısında kırmızı-beyaz helezonî bantlı ve tepesi gloplu fenerleri yanan berber salonlarından pudralı müşteriler çıkar, sinema lardan dik siyah paltolu, parlak beyaz ipek eşarplı beyler, ha
nımlar dağılır ve her yerden bir keyif, bir canlılık, bir «asrî»!ik rengi ve kokusu yayılırdı.
Fakat Galatasarayda, köşede ki Zara Gömlekçisini geçip Te- pebaşına sapınca, ışıklar aza lır, mağazalar seyrekleşir, biraz karanlık, biraz demode, ikinci derece ve rütbede bir yeni semt başlamış olurdu.
Buradaki hüzünlü atmosfer, her seferinde beni üzerdi. Az yürüyünce, İngiltere Elçiliğinin ilerisinde köşedeki bir yapı, tek rar dikkatleri toplar ve özellik le demir kapısı üstüne, yarım kemer içerisine yerleştirilmiş bir amblem, daha doğrusu bayram geceleri takılan bir süsleme, içimi ezerdi: Karşı karşıya iki ay ve ortalarında bir yıldız. Bu tahta motiflerin üzerine dizil miş beyaz ampuller yandığı za man, bu tablonun o karanlık ge ce içinde çizdiği pırıltılı resmin tadını, şimdilerde nasıl anlat malı?
d'Angleterre, sonra «Hôtel Ro yal» olan, daha da sonra ga liba II. Savaş öncesinde bir ta kım nümayişler ve Mussolini paralelindeki bir-iki şehir ola yından sonra, adı Orta Asyalaş- tırılıp «Alp Oteli»ne çevrilen, es kİ ve tarihsel yapı idi.
Çok sonraları, 1950’li yıllarda, içine girecek yaşa geldim ve köşesini-bucağını tanıdım.
Yapının Meşrutiyet Caddesi ne bakan cephesinde, önce sağ da, küçük bir kadın şapkacısı dükkânı vardı. Macar Madamı Laslo'nun boy-boy, renk-renk, tüllü-tülsüz, demet ve buket çi çekli, kanatlı, tüylü şapkaları, vitrini ve rafları doldururdu. Hem 19. yüzyıl frenk Beyoğlusunun kokonalarına, hem de Atatürk reformları ile İstanbul ve Anka ra hanımlarının da alışmaya başladıkları, bir süs : Şapka.
Şapkacının solurfda, Otelin gi rişi geliyordu. Camlı, ahşap bir kapı, Glrer-glrmez dik bir mer mer merdivenle az yukarı çıkılı yor. Orası otelin ana holü. Sol
da Müdürlük odasr Karşıya yi ne iyice dik çıkan, sonra bir dönüş yapan, yüksek bir mer diven geliyor, üst katlara çık mak için. Merdivenin altında re sepsiyon ve konsiyerj var. Sağ dan ilerleyince önce lobby, son ra da lokanta salonu. Salon ve lokanta, eski mobilya ile döşeli. Beyaz lâke-büfeler, Ahşap-hasır, uzun arkalıklı sandalyeler, Ve duvarda eski servis takımların dan kalma, kanatlılar ve balık resimli, renkli uzun tabaklar. Holdeki merdivenden yukarı çı kınca İse, sıra-sıra odalar. Bü yük kısmı Halic'i görüyor. Hepsi masif ahşap eşya ile döşeli. Bir bölümü arkadaki İngiliz Sefare tine ve bahçesine bakıyor: Züm rüt gibi bir dünya. Şehrin orta sında, o zaman bile hareketli ve kalabalık olan bir caddenin ke narında bulunup da, odaların dan bülbül dinlenebilen yegâne otel, hatta tek ev, burası.
Halic'e bakan odalarının bü tün kerameti, gündüzleri görü len manzara değil; o tarihlerde, mavi bir su olan Haliç, gidip ge
len kayıklar, ahenkli bir mimari İle yamaçlara dizili evler, filân. Güzel bir resim. Bu yüzyılın ba şında, yokuş başındaki karşı köşesine apartman yapılıp görü nümün yarısını kapatıncaya ka dar, otel böyle bir tabloya bakı yor. Ama tadı bundan ibaret de ğil.
Olmaz bir güzellik, akşam olunca başlıyor. Güneş, nasıl bir gün geçerse geçsin, kaç mil yonlarca yıldır uyguladığı bir âdetine uyarak, bir saatten son ra Topkapı Sarayının ardına-, Ba kırköy yörelerine doğru ine-ine, uzaklaşmaya koyulunca, rengi solmaya dönüyor, gönderdiği zayıf ışıklar, huzme demetleri ve nurdan çubuklar, birer veda me sajı haline geliyor ve ne kadar, canlı ve güzel olsa da, herşeyin yazık ki bir sonu olduğunu, bo yalarla anlatan, söyleyen, ince bir romans, her akşam, ama her akşam, bu odalar ve balkonlar dan seyredllebiliyordu. Yaban cıları, hele içlerinde yazar-çizer takımını büyüleyen yanı otelin, işte bu özelliği İdi.
Kimi akşamlar gökyüzü bir süre yanıp tutuşur gibi olurdu. Güneş son bir kaprisle, gücünü göstermek istercesine, ortalığı ufuk-ufuk yangın renklerine bo yar, koyu kızıllar üzerine boy dan boya sarılar, turuncular çe ker, arada tuhaf maviler, yosun renkleri, cam göbeği tonları par latır, herkesi sükûtlara boğan, ucu-bucağı olmayan resimler çi zerdi.
Ama çoğu kez görülen tablo, böylesine canlı, ve ölen güne karşın gene de yaşama sevinci veren üslûpta değildi : Çoğu ak şam, güneşle beraber Haliçte cıvıl-cıvıi bir yaşam da, bütün bir kent de, mavi sular da, ren gârenk evler de, beyaz kayıklar da, soluyor, yavaşça ölüyordu. Güneş, hepsinin üstüne, bir saat boyunca, bıkmadan her akşam, tüller, sisler, buğular indiriyor, her şeyi tabaka-tabaka örtüyor, ve durmadan, avuç-avuç, ince- ince, altın tozlarını her yere ser piyor, serpiyor, serpiyordu. Bu sönen, solmuş gül renklerine bürünen dünyada, artık her şey sarıydı, turunç rengiydi ve on ların akla gelebilecek ve gelme yecek tüm tonları idi. Haliç onun için Altın Boynuz’du. Su artık, parlayan mâdeni bir yol du. Hotel d'Angleterre'in pan jurlarını, demir kepenkli balkon kapılarını bir türlü kapattırma yan, yabancıları pencere önün den ayırtmayan zenginliği bu idi: Haliç'te akşam.
Bugün de öyledir : Dizi-dizi, 1930 modası apartmanlar ufuk ları örtse de, 1970’lerin gökde len oteller ve iş hanları semala rı yırtsa da, aşağıda Haliç, kö tünün ve çirkinin her türüne batsa da, çoğu akşam, güneşin senfonisi gene aynıdır. Sadece otel yok. Yeri, oto-park çöplüğü halinde sızlayan bir boşluk.
Bugün olmayan binayı anlat tım. Yapı, 15-20 yıldır okudu ğum eserlerde ve şehir tarihi araştırmalarımda, durup-durup karşıma çıktı. Bunlardan edindi ğim bilgilere göre, Otelin ilk ya pılışını ve geçirdiği aşamalar konusunu da, alabildiğince, iş lemek isterim :
Devrinin belgeleri, bunun İs- tanbulda, demek ki Doğu'da, açılmış ilk otel olduğunu göste riyor. Başşehrin frenk gazete lerinden biri (1), gazetesinin bu lunup okunabileceği, satın alı nabileceği tesisleri bildiren bir ilânında, lokantalar, çay ve pas ta salonlarından başka, alt-alta 7 adet otelin adını veriyor. En başta bu bizimki.
Yine Beyoğlu'nun frenk gaze telerinden başka birisinde (2) rastladığım bir ilâna göre, tesi simizin açılış yılı, 1841'dir.
1860'lı yıllarda, yani Abdüla- ziz zamanında, başkentin en iyi durumdaki oteli, bu olacak ki, 18.5.1862 tarihli Journal de Constantinople'un bir haberine göre, İngiliz Kralının temsilcisi Elliot ve beraberindeki heyet, buraya inmiş ve apartmanlar tutmuşlar.
Oteli açan kişi, Missen adın da bir lövanten, yani tatlı su frenki. Belki de azınlıklardan bi ri Adını AvrupalIlar biraz değiş tirip bozarak yapmış olabilirler. Aslı belki «Mıssırî» filân olabi lir. Oteli açması, Osmanlı im paratorluğunun Avrupalılaşma süreci ile atbaşı gidfyor. Da ha önce başkentte ve dolayısıy- le koca imparatorlukta otel yok. Kervansaraylar ve Han'lar var. Bunlar da, bilindiği ve önceki bir eserimde uzun-uzun yazdı ğım gibi (3), yol güvensizliği ve zahmetli yolculuk koşulları için de doğmuş, görkemli birer orta çağ kuruluşu. Çoğu, parasız ka lınan, mimarisi ve kuralları ile saygı uyandıran, göz alıcı ya pılar. Fakat o kadar. Konfor hak getire. Odalar, banyo, tuvalet şöyle dursun, döşemeden bile yoksun. Eski bir gezginin deyi mi ile, taş taban, yatak; tavan da yorgan. Getirdiğin yükü yıkıp üstünde uyuyacaksın. Bunların
dışında, kentin Beyoğlu yaka sında kalınacak yerler yok de ğil. Özellikle 1700'lerden sonra. Fakat hepsi bir madamın işlet tiği, beş-on odalı pansiyonlar. 1841'de İstanbul’da ilk oteli, ya ni mobilyalı odaları, koridorla rında herkes için banyoları, res toranı, oturulacak bir salonu olan Avrupa cinsi bir tesisi,.bu Bay Misseri açmayı akıl etmiş.
Kendisine cesaret verecek ortam da tabiî yok değil. Yeni bir çevre ve koşullar oluşmakta. 1839'da Tanzimat ilân edilip, Batı ile ticaret yoğunlaştırılmış. Batıya el açma devri başlamış. Ferman, yabancılara ve azınlık lara hukuk garantileri veriyor ve can güvenliği sağlıyor. İstanbula gelen yabancı tüccar ve merak lı sayısı artmakta. Avrupada ke şifler ve buluşlar da birbirini iz liyor. Yelkenli gemiler yerine bu harlı vapurlar uzun mesafeleri daha kısa sürede yutar hale gelmiş. Bir berekettir gidiyor. Hem ticaret, hem turizm, kayısı gülleri gibi açılma halinde. Böy le bir ortamda otel işletilmez de ne yapılır? Onun için Osmanlı taht şehrinde de, Batıya oran la 300 yıl kadar bir gecikme ile, işte ilk otelimiz bu koşullarda açılmış,
Tesisi kuran kişi hakkında fazla bir bilgimiz yok. Galiba, kendisinin de geçmişi, böyle bir bilgi sahibi olmaya olanak ver meyecek nitelikte.
1840'da Amerika'dan kalkıp bir Avrupa ve Yakın Doğu gezi si yapmış olan bir seri kitaplar yazarı, Bay Misseri’nin, duru munu düzeltip centilmenliğe yükselmiş olan eski bir tatar ol duğunu, kılığı, kıyafeti, davra nışları, ağzından düşürmediği piposu ile, birçok Amerikalıdan daha batılı ve daha burjuva gö rünüşlü bir patron haline geldi ğini yazmaktadır. Oteli, ünlü «Eothen» rehber kitaplarının methetmesi ile, Batıda şöhret kazanmıştı (4).
Tarihteki sayısız zengin gibi, özellikle toplumun iplerini top rak soylusu aristokratların elin den alıp iktidara geçen (ve o zamandan beri de bırakmayan)
19. Yüzyıl burjuvalarının hemen hepsi gibi, sıfırdan başlayarak zengin olan bu Bay Misseri'nin ilginç bir kişiliği olduğu anlaşı lıyor. Gene tarihten bildiğimiz, ve yaşadığımız zamanlarda da, çevremize baktığımızda pek çok benzerini gördüğümüz gibi, ga liba çabuk kazandığı paraı ken disine biraz fazla gelmiş ve mi desine oturmuş. Haylice aza met kazanmış. Tutmuş, otelin adına hak kazanmak için .salo na Kraliçe. Viktorya'nın portre sini asmış. Bu iyi bir jest. Ama karşı duvara Prens Albert'in resmi gerekmez mi? Gerekir ama, onun astığı yağlıboya portre, kendisininki. Bahçeleri nin kenarına İngiltere isimli~ bir otel açılmasına ses çıkarmayan, hatta belki teşvik eden Sefaret, bu garip durum hakkında ne düşünüyormuş, bilemiyorum. Bay Misseri, otelinde patron - müdür olmaktan öte, minyatür bir diktatör. Herşeye karışıyor, her yanı o düzenliyor. Persone line emretmesi, doğal. Fakat aynı yetkiyi müşteriler üstünde de kullanmağa kalktığı ve orta ya garip durumların çıktığı olu yormuş. Ama, kendisinin de hakkını fazla yememek için, ilk otellerin, biraz ona bu diktator- yayı kurma cesaretini veren prensiplerle işletildiğini kayde delim.
Meselâ otel lokantaları, bu günkü benzerleri gibi liberal ve rahat atmosferde değil. Önce, ayrı-ayrı masalar yok ve herkes istediği (veya şefe hafif bir rica ile) seçebildiği yere oturamıyor. Uzun bir masa var. Müşteriler onun çevresinde öbür yolcular la beraber yer alıyorlar. Günü müzde de bazı vapur yolculuk larında olduğu gibi. Restoran, öyle bir çok zaman açık değil. Yemek hazır olunca, belli bir saatte açılıyor, sofra biter bit mez kapanıyor. Yemek pişince, Maitre d'Hotel salonun iki kapı sını açıp, başını yukarı kaldırıp, burnunu dikerek sesleniyor: Mesdames et Messieurs, diner est servi! (Bayanlar, Baylar, ye mek servise hazırdır!). Sonra peçetesi koluna asılı, penguen kılığı ile yana çekilip heykel
gi-bi durması gerek. Müşteriler, yani protokol tutsakları, birer- ikişer, konuşa-konuşa girip yer lerini alıyorlar. İş bitince haydi dışarı, kapılar kapanıyor. Bir şey daha: Yemek â la carte değil, table d’Höte. Yani seçecek çe şitler yok, bir cins liste var, onu yiyeceksin. Avrupa’da da pek çok yerde bu böyle.
Şimdi, otel müşteriliğinin bir cins kışla subaylığı olduğu bu disiplinli devrede, Bay Misseri ne yapsın, onun da otoritesini acık genişlettiği durumlar olu yormuş.
Örneğin sofraya, en uca biz zat kendisi oturarak başkanlık ediyormuş. Bununla kalsa iyi. Bazan bu pozisyonu da abart tığı, müşterilerin hareketlerine karıştığı ve kendisine göre ik ram ve servis politikaları uy guladığı görülüyormuş: Önem verdiği kişilere ve beğendiği yolculara, sofradaki yerlerine uymadan, garsonların getirdiği dolu yemek tabaklarını en önce yollamak, ve hoşuna gitmeyen lere ise, masadaki sırasını işa retle atlatıp, tabak boşalmaya yüz tuttuktan sonra garsonu yollamak gibi.
Bir Fransız hanım yazar, da vetli olarak gittiği bu restoran da, onun bu türüklerinden baş ka tanık olduğu şu acıklı-eğlen- celi sahneyi de, anılarında ve gezi kitabında, kaydediyor (5) :
Bay Misseri, yemek esnasın da bir müşterinin gazete okudu ğunu görür ve ayağa kalkarak kendisine asabiyetle seslenir: — Mösyö! Size hatırlatmak is terim ki, burası distenge bir oteldir ve sofrada yemekten başka bir uğraşa yer yoktur!
— Mösyö! Ne itibarla böyle bir hatırlatılmaya mâruz kalıyo rum?
— Gayet basit, ben, yani bu maison'un sahibi ve efendisi, bunu böyle gerekli ve âdab-ı muaşerete uygun buluyorum.
— Ah Mösyö! Pozisyonları değiştirmeye ben de sizi mezun bulmuyorum. Evinize gelsem ve size davetli olsam, dediğiniz
doğru olabilirdi. Ama burası bir oteldir ve ben buraya para ödü yorum. Günde 25 frank!
Bunun üzerine sofradakiler gülüşmeye başlarlar ve mesle ğinin diplomatlık olduğu anlaşı lan bu yolcunun hazırcevaplığı genel bir onaylama bulur. Duru mun nazikleştiğini gören Bay Misseri, yenilgisi halinde bu cins örneklerin çoğalacağını ve ote lindeki kırallığının bir hizmetkâr lığa dönüşeceğini düşünür. Fa kat koşulları iyi değerlendire meyen pek çok kişinin, tarihte ve çağımızda yaptığı hataya dü şerek, iyi ve şerefli bir geri çe kilme manevrası yerine, talihsiz hücuma devam eder:
— Mösyö, bu tonla konuştu ğunuza göre, sizi sofrayı terk etmeğe davet ediyorum. Burası ancak nazik ve seçkin kişilere mahsustur.
— Bah! Sofrayı terk etmesi ge reken bir kişi varsa, o da sîzsi niz Mösyö! der, diplomat yolcu Kristal kadehini eline alır, roze şarabını yudumlar, sükûnetle, ve tekrar monoklünü takmadan önce, patrona küçümseyerek bakar ve ilâve eder: Unutma yın ki, bu alelâde bir yemek için de size 8 frank ödemekteyim Sonra monoklünü takar ve kıra atine devam eder
Tabiî oteldeki yaşam, her za man böyle trajik olaylarla geç miyordu. 19. yüzyıl istanbulunun renkli, tatlı, kozmopolit, sakin hayatı, olduğu gibi, Beyoğlu'nun bu eski ve ilginç tesisine de yansıyordu. Yüzyıl boyunca şeh re gelmiş olan gezginler, onun hakkında da değerli bilgiler ve rir, ilginç skeçler çizerler:
19. Yüzyılda henüz Galata rıh tımları yapılmadan önce bu kı
yılar doğal bir deniz sahili halin de sığ kumlu ve topraklı oldu ğundan, gemiler açıkta demir atarlar ve yolcuları oradan ka yıklarla kıyıya çıkartırlardı.
1850'de gelen bir İngiliz, Hotel Misseri'nin, yolcularını geminin rehber, otel komisyoncusu, ter cüman ve hammal kargaşasın dan kurtarıp, özel kayığı ile sa- hil-i selâmete çıkardığını yazı yor (6).
Birçok seyahatler yapıp onla rın kitaplarını yayınlayan bir Amerikalı, bir Yakın Doğu gezi sini anlatan kitabında, «Hotel Misseri»yi «en büyük ve en gü zel, en modaya uygun, şık» te sis olarak nitelendirip her zevk li turiste salık veriyor. Otelin- salonları, koridorları, merdiven leri her dakika, inip-çıkan, gelip -giden, hizmetkârlar, garsonlar, tercümanlar, komisyoncular ile dolup taşıyormuş (7).
Sunbeam adlı lüks yatı ile 1874’de uzun bir Akdeniz ve Ege gezisine çıkan İngiliz soylu su hanım yazar Lady Brassey, «rüyalarının şehri olan» İstan bul'a gelip demir attıkları za man, öğle ve akşam yemekleri nin çoğunu devrin en iyi tesisi olan otelimizde yemişlerdir. Ca mi, çarşı-pazar, saray ziyaret lerinin sonunda, Locanta-Misse- ri'nin sakız gibi beyaz örtülü ko lalı masasına oturmuşlar, o gü nün tabl-dotuna katılmaktan zevk duymuşlardır. Bir keresin de, sofrada buluşan yolculardan iki garip tipin, bir Oxford profe sörü ile, 20 dili anlayan ve bun lardan yedisini konuşan Brezil yalı bir denizcinin sohbetlerini ve tartışmalarını tatlı-tatlı anım sar. Dört yıl sonra aynı yatı ile Kıbrıs'a yaptığı yeni bir gezi so nucu uğradığı İstanbul'da, oteli mizi çok bozulmuş, değişmiş bulduğunu nakleder. Bu, biraz da, 1877 savaşının ve onun ge tirdiği ekonomik sorunların, göçlerin sonucu idi. Başşehir yenilgi ile biten bir tahttan in dirme olayının sarsıntılarını ya şarken, Beyoğlundaki otel de, servisi ile, yemekleri ile, kalite si ile, bu dramları kendi çapın da yansıtıyordu. (8)
1883 Eylülünde ünlü Orient- Express'in ilk seferi ile Londra- dan İstanbul’a özel davetliler kafilesi içinde gelen İngiliz Ti mes Gazetesinin Paris muhabiri, devrinin hatırı sayılır bir gazete cisi M. de Blovvitz de, Hotel d'Angleterre'e yerleştirilmiş, ö- bür yolcular bugünkü İstiklâl Caddesi üstünde ortalarda bir yerde bulunan Hotel de Luxem- bourg’da kalmışlardı.
M. de Blovvitz’e, otelin yan ta rafında. yani binanın boş kalan meydan tarafına bakan cephesi üzerinde, 3. katında, balkona açılan geniş salon-odalardan biri verilmişti. O zamanlar Tünel caddesi tarafında pek az yük sek bina bulunduğundan, bu te rastan hem Haliç, hem de Top- kapı Sarayı ve liman, hatta Ada lar görülebiliyordu.
Yazar yolcu, yukarıda bahset tiğim bu tabloyu ve güneş do ğarken buradan gördüğü man zarayı coşkun bir dille, hasret lerle ve hayranlıkla anlatır. Bun dan güzel bir resmi dünyada başka hiç bir yerde seyretme diğini, ondan sonra da hiçbir yerde görmek ve rastlamak istemediğini yazar. Sabahın süt rengi, gümüş ve sedef ren gi sisleri içinden üstlerine çu- buk-çubuk dökülen altın ışık larla birer-birer aydınlanan ve beliren tekneler, onların arka sında yükselen kubbeler, mina reler, perde-perde açılan, bir opera dekoru gibi, binbir desen, binbir rüya resmi... (9).
Kırım Savaşı sırasında İstan bul’da oturmuş olan bir İngiliz
hanımın da İngiliz Sefaretindeki davetlere katılabilmek için bazı geceler kaldığı otelimiz hakkın da güzel anıları vardır (10) : Ko cası Osmanlı imparatorluğuna borç para veren İngiliz ikraz Komisyonunun (yani günümüz deki anlamı ile IMF heyetinin) başkam olan Mrs Hornby, geç saatte evlerinin bulunduğu Or- taköye dönmek çok güç olaca ğı için burada oda tutuyor ve giyiniyorlar. Ama beş-on bina ötedeki Sefarete kadar, uzun tuvaletler ve lame pabuçlarla gitmek imkânsız: Yol öylesine çamur deryası. Onun için at ki ralanıyor. Şimdi bu bilgileri oku yan, aklı başında İstanbul hem şehrilerinin hayıflanacağı bir tek şey olabilir: Günümüzde durum daha da kötü : At yok.
Lady Hornby, başka kaynak larda geçmeyen ilginç bir bilgiyi de veriyor ve hoş resimler çizi yor, satırlarıyla : Bayan Missen, çiçek âşığı imiş : Otelin balkon ları, pencere içleri, çiçek saksı ları ile doluymuş. Giriş katından yukarı çıkan merdivene bakan pencerelerin geniş sahanlıkları na, Noel günleri, üzerlerinde meyveleri ile, portakal ve limon saksıları ve fıçıları dizilirmiş.
Otelimizin yakın tarihdeki ün lü müşterilerinden biri de, Pier- re Lotl’dir. Büyüleyici Doğu’nun âşıklarından olan Fransız ro mancısı, İstanbula gelişlerinde, gemisinde kalmadığı zamanlar buraya inermiş. Hatta Pera Pa- lace'ın açılmasından sonra da, daha konforlu olan bu yeni te sise inip rahatına
bakmaktan-sa, her zaman olduğu gibi anıla rına ve eskiye sadık kalır ve yi ne Hotel d'Angleterre’e iner, kendisine hep 36-37 sayılı oda lar verilirmiş. (11) Buranın bal konundan Haliç’i seyretmek ve akşamları gökyüzünden sulara dökülen sarı gül yapraklarına bakıp-bakıp kendinden geçmek için, Lotiden daha iyisi mi bu lunacak? Ben, birisi yatak oda sı, öbürü salon olan iç-içe bu iki odayı görmüştüm.
Böylece, baloları ile, kristal takımlı restoranı ile, önündeki çamurları ve balkonundan sey redilen masal görünümleri ile, bir eyyâm geçmiş. Hotel d'An- gleterre’i işleten (ve bazen ote line kendi adını da takan) Bay Misseri ne olmuş, bilmiyorum. Tapu kayıtlarına bakılabilse, ta- şınmaz'ın kaç el değiştirdiği an laşılabilir. I. Cihan Savaşından sonra mütarekede otel işgal kuvvetlerince kullanılmış. 1930'- lu yıllarda ise, Tokatlıyan Oteli nin sahibi'nin damadı olan Bay Medovitch'in oğlu burayı almış. Kendisi ve transız asıllı eşi uzun yıllar işlettiler. Eskiyen otelin ilk zamanlarındaki parlaklığı kalmamıştı, tabiî. Fakat son
yıl-lara kadar, aile işletmesi bir 19. yüzyıl otelinde kalmak isteyen yabancılar buraya gelirler, se yahat acenteleri de o tip müşte rilerini gönderirlerdi. Pek az ye mek çeşidi bulundurabilen, fa kat sakin ve soylu lokantasında, İstanbul’un yaşlı ve seçkin tip lerine rastlanırdı. Bazı kışlarını
Kanlıca'daki yalıda geçireme yen Kadri Cenanî Bey, birkaç yıl önce kaybettiği saygıdeğer eşi ile burada oturur, her yemek vakti restoranda belli masada yerlerini alırlar, cristofle çorba kâsesinden servis ile başlayan yemeklerinde muntazaman bulu nurlardı.
Galiba 1972 yılıydı. Bayan Medovitch bana otelin Kurumca satın alınması teklifini yaptı. Bir süre Kuruma egemen olan bir anlayış yüzünden onu da gerçekleştiremedik. İstanbul Be lediyesi ve Anıtlar Yüksek Ku rulu gibi yetkili ve sorumlu iki makam, şehirdeki tarihsel yapı ları taramadan geçirip bir defte re kaydetmek gibi basit bir işi, bir türlü yapamamış oldukların dan, Türkiye'nin bu ilk oteli de, kamu hukuku açısından sahip siz ve korumasız durumdaydı. Bu konudaki düşüncemi bildir diğimde,, Bayan Medovitch, el lerindeki bu tek servet «tarihî eser» damgası yiyerek kaput olursa, ailenin para bakımından çok zor duruma düşeceğini söy leyerek yakındığından, doğrusu ben de hareketsiz kaldım. Bütün bu «irrasyonel» öğeler bir ara ya geldi, otel 5 milyon liraya bir akaryakıt şirketine satıldı. Yeni sahibi de, ne olur ne olmaz dü şüncesiyle olsa gerek, yapıyı hemen yıktı, arsa haline getirdi.
Şimdilerde yeri, (Mrs Horn- by'nin ruhu şâd olsun) yine ça murlu, bir oto-park!
(1) Journal de Constantinople : 29/10 1864 sayısı.
(2) Levant Herald'ın 6/1/1875 sayı sı.
(3) Türk Toplumu ve Turizm.
İst. 1970.
Turkish Society and Tourism. İst. 1972.
(4) The Paris Sketch Book...
by William Makepeace Tackeray Chicago, N e w -Y o rk and
San-Fransisco, 1840, S. 645. (5) Mme Olympe Awdovard : Orient
et. ses peuplades. Paris 1867, S. 174 - 177.
(6) Albert Smith : A Month at Cons
tantinople, London MDCCCL,
S. 44-45.
(7) J. Ross Browne : Yusef or the Journey of the Frangi. New-York 1868, S. 120-121 (8) Lady Brassey : Sunshine and
Storm in the East. London 1881, S. 61.
(9) M. de Blowitz : Une course à
Constantinople, Paris 1884,
S. 108- 109.
(10) Mrs Hornby: Constantinople
during the Crimean War. London, 1863, S. 144 -145. (11) Abdülhak Şinasi Hisar : İstanbul
ve Pierre Loti. İst. 1958. S. 68 - 69.
8
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi