• Sonuç bulunamadı

Modern Türk Hikâyesinde Tababet

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Modern Türk Hikâyesinde Tababet"

Copied!
14
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Eren Akçiçek

*

- Fazıl Gökçek

**

MEDICINE IN THE MODERN TURKISH SHORT-STORY

ÖZ: Modern Türk edebiyatının önemli türlerinden biri olan kısa hikâye, Sami Paşazade Sezai’nin kaleminden çıkan ilk örneklerden itibaren toplumsal so-runlarla ilgili olmuştur. Bu bağlamda insan hayatında önemli bir yeri olan has-talıklar ve buna bağlı olarak hekimlik ve tababet de kısa hikâye yazarlarının eserlerinde sıklıkla işledikleri konular arasında yer almıştır. Bu yazıda modern edebiyatımızda hastalık ve tababetin kısa hikâye yazarlarının kaleme aldığı me-tinlerde nasıl işlendiği örnek metinler üzerinden gösterilmiştir.

Anahtar kelimeler: Kısa hikâye, hastalık, tababet.

ABSTRACT: As an important genre in modern Turkish literature, the short story has always been concerned with social problems since the first short-stories were published by Sami Paşazade Sezai. Accordingly, illnesses, which play an impor-tant role in social life, doctors and medicine have respectively appeared as major subjects in the works of short-story writers. This paper, reviewing some certain short-stories, aims to study how illnesses and the art of medicine are represented in our modern short-stories.

Key Words: Short-story, illness, medicine.

...

Yeni Türk Edebiyatı Dergisi, Sayı 6, Ekim 2012, s. 87-99 * Dr., Şifa Üniversitesi Tıp Fakültesi.

(2)

“Tahkiye” veya “anlatı”nın Doğu edebiyatlarında köklü bir geçmişi bulunmak-la birlikte Batı edebiyatbulunmak-larında “küçük hikâye (short story)” obulunmak-larak adbulunmak-landırıbulunmak-lan tü-rün bizim edebiyatımızdaki ilk örnekleri Tanzimat’tan sonra görülmeye başlanır. Bu dönemde hikâye/kısa hikâye ile roman arasındaki fark oldukça belirsizdir ve hem hikâye hem de roman terimleri her iki türe ait eserleri ifade etmek için kullanılmıştır. 1890’lı yılların sonuna kadar hikâye adlandırması daha çok her iki türü de ifade et-mek üzere kullanılırken, yüzyıl başlarından itibaren iki tür arasındaki fark belirginlik kazanmaya başlar. Ancak “hikâye/uzun hikâye” ile “kısa hikâye” arasındaki fark, Cumhuriyetin ilk yıllarında ve hatta Cumhuriyet döneminde de uzun süre belirsizli-ğini korumaya devam edecektir. Ahmet Mithat Efendi, 1870 yılından itibaren Letaif-i Rivayat üst başlığı altında yayımladığı, modern hikâyenin edebiyatımızdaki ilk ör-nekleri olarak sayabileceğimiz anlatılar yazmıştır. Toplam yirmi beş kitap ve –bazı ciltlerde iki hikâye bulunduğu için– otuz hikâyeden meydana gelen bu eserler, hacim ve kurgu bakımından bugün “kısa hikâye” olarak adlandırdığımız türün özelliklerini taşımazlar; bunları hikâye ile roman arasında ve romana daha yakın eserler olarak kabul etmek gerekir.1 Bugün anladığımız manada kısa hikâyenin edebiyatımızdaki ilk örnekleri için 1880’li yılları beklemek gerekecektir. Tanzimat döneminin ikinci nesline mensup yazarlarımızdan Sami Paşazade Sezai’nin bazı hikâyelerini (“Pando-mima” ve “Kediler” gibi) kısa hikâyenin edebiyatımızdaki ilk örnekleri olarak kabul edebiliriz.2 Daha sonra 1890’lı yıllarda, Servet-i Fünun döneminde bu tür, özellikle Halit Ziya’nın elinde önemli gelişme gösterir. Halit Ziya, küçük hikâyenin yetkin ör-neklerini veren yazarlarımızdandır. Aynı dönemden Hüseyin Cahit (Hayat-ı Hakikiye Sahneleri üst başlığı altında yayımladığı hikâyeleriyle) ve Ahmet Hikmet, bu türün diğer önemli yazarları arasında sayılabilir. Yine aynı dönemde eserlerini vermekle birlikte Servet-i Fünun topluluğuna katılmayan Hüseyin Rahmi’yi modern hikâyenin Türk edebiyatındaki gelişimine hizmet eden yazarlar arasında saymak gerekir. II. Meşrutiyet döneminde eserlerini vermeye başlayan ve millî edebiyat akımı içerisin-de yer alan Ömer Seyfettin içerisin-de bu türün ihmal edilmemesi gereken yazarlarındandır. Yine aynı dönemde ilk hikâyelerini yazan Halide Edip ve Yakup Kadri, Cumhuriyet döneminde romana ağırlık vermekle birlikte hikâye türünün edebiyatımızdaki tem-silcileri arasındadır. 1919 yılında yayımladığı Memleket Hikâyeleri ve daha sonra Gurbet Hikâyeleri adlı kitabında yer alan hikâyeleri ile Refik Halit, adı kısa hikâye ile özdeşleşmiş yazarlarımızdan biri olur. Cumhuriyet döneminde Reşat Nuri, Saba-hattin Ali, Sait Faik, Samet Ağaoğlu, Haldun Taner gibi yazarların elinde büyük bir gelişme gösteren kısa hikâye, son yıllara kadar romanın yanında ve zaman zaman ro-mandan da daha bir ön plana çıkarak varlığını sürdürmüştür. 1980’li yıllardan sonra

1 Fazıl Gökçek, “Letaif-i Rivayat Hakkında”, Letaif-i Rivayat (Haz. Fazıl Gökçek – Sabahattin Çağın),

Çağrı Yayınları, İstanbul, 2001, ss. IX-XXIV.

(3)

hikâyenin, roman türüyle karşılaştırıldığında, sönük bir evreye girdiği söylenebilir. Fakat buna rağmen edebiyatımızın önemli türlerinden biri olarak canlılığını sürdür-mektedir. Hikâye de roman gibi toplum hayatıyla ve toplumsal sorunlarla yakından ilgilenir ve bunları tem olarak işler. Bu noktada hastalık ve tababet konusu çoğu kez toplumsal bir sorun olarak kısa hikâye türünde eser veren yazarlarımızın tema olarak ilgisini çekmiştir.

Bu yazıda Türk edebiyatında kısa hikâye türündeki eserlerde hastalık ve tababet konusunun nasıl işlendiği, hastalıklar ve hastalıkla ilgili kişiler (hasta, hekim, hemşi-re, hastabakıcı vs.) ve kurumlar (hastane vb. sağlık kuruluşları) ile hastalıkların nasıl ele alındığı konusu üzerinde durulacaktır. Bugüne kadar edebiyatımızda tababet ko-nusunu ele alan bazı çalışmalar yapılmış olmakla birlikte, bildiğimiz kadarıyla hikâ-yede veya günümüzde daha yaygın kullanılan terimle öykü türündeki eserler üzerin-de bu konuyu inceleyen bir çalışma bulunmamaktadır. (Esasında eüzerin-debiyat eserlerini işledikleri konudan hareketle sınıflandırmak veya tasvir etmek edebiyat eleştirisinin benimsemediği bir yaklaşımdır, çünkü edebiyat eserinin değerini belirleyen şey, ele aldığı konu değildir, önemli olan konunun nasıl işlendiğidir. Başka deyişle edebi-yat eseri “ne” anlattığıyla değil, “nasıl” anlattığıyla değerlendirilir, ancak bir sosyal kurum olan edebiyatın diğer toplumsal kurumları yansıtmak gibi ikincil bir işlevi de vardır ve bugüne kadar edebiyatın bu işlevine ilişkin çalışmalar da yapılmıştır. Bu çalışma da onlardan biri olarak değerlendirilmelidir. Kuşkusuz bir makale çer-çevesinde bu konuyu bütün yönleriyle ortaya koymak mümkün olmayacaktır. Bizim yaptığımız, yeni Türk edebiyatı olarak adlandırdığımız dönemde yayımlanmış hikâ-ye kitapları içerisinden seçtiğimiz, tababet konusunu işlehikâ-yen 50 civarında yazarın 70’in üzerinde hikâyesinden hareketle, Türk hikâyeciliğinde hastalık, hasta, hekim vb. tababetle ilgili unsurların nasıl yansıtıldığını göstermeye çalışmaktır. Yazar ve hikâye sayısı elbette önceden belirlenmiş değildir, araştırmalarımız sonucunda tespit edebildiğimiz hikâyelerden ortaya bu sayılar çıkmıştır. Kuşkusuz tababeti konu alan başka hikâyeciler ve çok sayıda başka hikâyeler de vardır, ancak bu kadar yazar ve hikâyenin genele ilişkin bir fikir vermek için yeterli olduğunu düşünüyoruz.

Belirttiğimiz gibi, esasen sosyal bir kurum olan edebiyat çoğu zaman toplumla ilgili sorunların ele alınıp sergilendiği, bu sorunlar karşısında alınan tavırların eleş-tirildiği ve bazen de çözüm önerilerinin sunulduğu bir sanat dalıdır. Dolayısıyla özel olarak bir konuyla ilgili olan edebiyat eserlerinden hareketle sosyolojik bazı sonuçla-ra ulaşmak da mümkündür. Bu anlayıştan hareketle, incelediğimiz örneklerden yola çıkarak hikâyelerimizde toplumumuzun hastalıklarla ilgili algılarını, sağlık kuruluş-larına, sağlık hizmetlerine bakışını, doktorlara veya diğer sağlık çalışanlarına dair yargılarını tespit etmeye, doktorlar, diğer sağlık çalışanları ve sağlık kuruluşları ile hasta ve hastalıklarla ilgili nasıl bir sonucun çıktığı sorusuna cevap aramaya çalışa-cağız. İncelediğimiz hikâyelerdeki çoğu birbirinden ilginç kurgular arasında

(4)

dağıl-mamak için burada temadan hareket eden bir plan çerçevesinde bazı tespitlerimizi aktarmak istiyoruz. Bunu yaparken de yine dağılmamak için tababetle ilgili bazı alt başlıklar tespit etmeyi ve bunlar üzerinden ulaştığımız sonuçları aktarmayı uygun gördük.

1. Hekimler ve diğer sağlık görevlileri

Tababetle ilgili hikâyelerin hemen hepsinde doğal olarak hekimler önemli figür-ler olarak karşımıza çıkmaktadır. Daha baştan, incelediğimiz hikâyefigür-lerde hekimfigür-lerle ilgili olumlu bir imajın bulunmadığını belirtmeliyiz. Hikâyelerde yer alan hekimle-rin çoğunun olumsuz bir bağlamda kişileştirildiklehekimle-rini görüyoruz. Bu noktada dikkat edilmesi gereken husus, söz konusu doktor tiplerinin kimlerin bakış açısından kişi-leştirildikleridir: Hastaların, hasta yakınlarının, anlatıcı-yazarın veya bazen bir başka hekimin. Bu çerçevede baktığımızda birçok hikâyede, hastalar veya hasta yakınları tarafından hekimlerin muayene ve/veya ameliyat ücretlerinin yüksekliği söz konusu edilmektedir. Hasta veya hasta yakınlarının arasında, hekimlerin yaptıkları iş karşı-lığında aldıkları ücretin hak ettikleri ücret olduğunu düşünen hemen hiç kimse yok gibidir. Buna karşılık, birkaç dakikalık bir muayene veya bir iki saatlik bir ameliyat için istenen ücretin çok fazla olduğuna yönelik eleştiri, şikâyet veya sızlanmalar bir-çok hikâyede görülmektedir. Örneğin Ali Kemal Meram’ın “Hayat Dediğimiz Oyun” adlı hikâyesinde, kalp krizi geçiren bir memurun evine gelen hekimin istediği ücret, hastanın karısı tarafından çok fahiş bulunur ve buna tepki gösterilir. Ancak hekim bu konuda taviz vermez. Hastanın bu ücreti ödeyecek durumda olup olmadığı konusu onu ilgilendirmez. Arkasında ilaçları nasıl alacaklarını düşünen karı kocayı bırakarak evden ayrılır. Hikâyede hekim hakkında varılan sonuç, onun insanî vasıflarını kay-betmiş, sadece alacağı parayı düşünen bir adam olduğudur. Yine Cevdet Kudret’in “Sokak” adlı hikâyesinde, doğum için çağırılan hekimin, daha hastaya bakmadan ücretinin ne kadar olduğunu söylemesi, bütün mahalleli tarafından kınanır ve ayrıca bu ücret çok yüksek bulunur. Daha birçok hikâyede bunlara benzer sahneler bulun-maktadır. Hikâyelerin çoğunda bu ücret konusu yoksullukla birlikte ele alınbulun-maktadır. Bu konuya ilişkin olarak yine birçok hikâyede, para için meslek ahlâkının ilkelerine aykırı hareket eden hekim tipleri görülmektedir. En çok karşımıza çıkan durum, bir devlet hastanesinde çalıştığı hâlde hastalarını özel muayenehanelerine yönlendiren hekimlerdir. Bu hikâyelerin çoğunda şu şablon karşımıza çıkmaktadır: Hastaneye ge-len kişi, hekimden gerekli ilgiyi göremez, ya üstünkörü muayene edilir veya ameliyat için çok ileri bir tarihe gün verilir. Hasta ve yakınları çaresizdir. Tam bu sırada bir ha-deme hastaya veya yakınına yaklaşarak hekimin özel muayenehanesine gitmelerini tavsiye eder. Bu tavsiyeye uyan hastalar, hekime muayene ücretini ödeyip “onun

(5)

has-tası” olduktan sonra sıra beklemeden hastaneye yatırılır ve bu hastanın ameliyatı ger-çekleştirilir. Hastanede çok asık suratlı olan hekimler, kendi muayenehanelerinde çok sevecen ve babacan insanlardır. Bu durum hastaları ve yakınlarını şaşırtır. Örneğin Cafer Özkan’ın “Sağlık Raporu Hastalık Raporu”, Savaş Büke’nin “Sağlık Hizmetle-ri Mükemmel” hikâyeleHizmetle-rinde bu durum açıkça görülür. AHizmetle-rif Baş’ın “Üç Düşman” adlı hikâyesinde de devlet hastanesinde çalışan hekimin önce muayenehanesine gidilir, böylece onun hastayı devlet hastanesine yatıracağına inanılmaktadır. Nitekim öyle olur. Hastalarını sağlığına kavuşturmayı değil, onların bilgisizliklerinden ve hekimle-re duyduğu güvenden yararlanarak paralarını almayı amaçlamış birçok hekim örneği var hikâyelerde. Örneğin Ali Balkız’ın “Eşiğe İşemişim” adlı hikâyesinde, çocuğu olmadığı için doktora giden bir kadın, yıllarca tedaviye devam ettiği hâlde sonuç alamaz. Bunun üzerine “tanıdık” bir doktora gider. Bu tanıdık, dolayısıyla güvenile-bilir hekim, önceki meslektaşının kadına spiral yerleştirdiğini fark eder. Böylece bu hekimin yıllarca hastasını sömürdüğü ve kendisine duyduğu güveni istismar ettiği ortaya çıkar. Bu konuda istisnaî bir örnek, Sadri Ertem’in “Viziteye Para Almayan Hekim” adlı hikâyesidir. Hikâyede, babasını yoksulluk yüzünden tedavi ettiremediği için kaybeden bir kasaba çocuğunun büyük çabalarla okuyup hekim oluşu ve kendi kasabasına dönerek mesleğini icra etmek isteyişi tem olarak işlenmektedir. Mesleğe başladığında ilk gittiği hastanın yoksulluğuna acıyarak düşük bir vizite ücreti alması kasabada onun kötü bir hekim olduğuna yorulur. Çünkü kasaba halkına göre iyi bir hekim durup dururken düşük vizite ücreti almaz. Dolayısıyla bu davranışı onun iyi bir hekim olmadığının kanıtıdır. Dikkat edilirse bu hikâyede bile aslında hekimlerin hastalarına yaklaşımında maddi menfaatini öne aldıklarına dair bir önyargı vardır. Dolayısıyla bu hikâye de olumsuz hekim imajının kurulması ve devam ettirilmesine hizmet etmektedir.

Bu noktada ilginç veya şaşırtıcı olan, hikâye yazarlarının, daima hastaların bakış açısını tercih etmeleridir. Hekimler hakkında bütünüyle olumsuz bir imajın ortaya çıkmasının sebebi budur. Hekim yazarların kaleminden çıktığı hemen belli olan ve yazarının biyografisine bakıldığında gerçekten de hekim yazara ait olduğunu gördü-ğümüz bazı hikâyeler dışında, doktor-hasta karşıtlığının ele alındığı hikâyelerde haklı olan hep hastalardır. Hastanelerdeki bürokrasi de eleştirilen hususlardan biri olmakla birlikte, uzun ve bıktırıcı muayenehane ve laboratuar kuyrukları, muayenelerin bir-kaç dakikada, çoğunlukla “gözle” gerçekleştirilmesi eleştirilirken ya da karikatürize edilirken hekim başına düşen hasta sayısının çokluğuna hemen hiç değinilmemesi şaşırtıcıdır. Bu durum, hikâye yazarlarının –her zaman haklı olmasalar da– kendile-rini çoğunluğun yanında konumladıkları şeklinde yorumlanabilir. Başka bir deyişle yazarlar, okuyucularının beklentilerine uygun eserler vermişlerdir. Bunun bir sebebi de toplumumuzun öteden beri devleti veya devleti oluşturan bürokrasiyi eleştirme geleneğinin olmayışıdır. Geçmişten günümüze kadar devlet ve devleti oluşturan

(6)

bü-rokrasi aşkın/transandantal olarak algılandığı için devletin bireye karşı sorumluluğu-nu yerine getirmemesi eleştirilmemiş, devlet sisteminde aksayan yönler hep devlette çalışanlar üzerinden sorgulanmıştır.

İncelediğimiz hikâyelerde hekimlerin yanı sıra diğer sağlık personelinin de olumsuz bir bakış açısıyla yansıtıldığı görülmektedir. Bunlar içerisinde en fazla dik-kati çekenler hademelerdir. Hademeler birçok hikâyede maddi menfaatini öne çıkaran hekimlerin işbirlikçisi olarak yer almaktadır. Resmî hastanelerde doktordan gerekli ilgiyi göremeyen hastaların hademeler aracılığıyla doktorun özel muayenehanesine yönlendirildiğini görüyoruz. (Savaş Büke, “Sağlık Hizmetleri Mükemmel”; Sevgi Soysal, “Bir Ağaç Gibi”) Yine hademeler, ziyaret saatleri dışında hasta yakınları-nı bazı “hediyeler” karşılığında hastalarıyla görüştürmektedirler. Ayrıca hademeler hasta yakınlarına ve hastalara kaba davranan kişilerdir. (Enver Naci Gökşen, “Hakkı Efendi’nin Derdi”)

Hemşire tiplerine rastladığımız bazı hikâyelerde bunların cinsellikleriyle ön pla-na çıkarıldıklarını görüyoruz. Şevket Yücel’in “Bu Bacak Kesilecek” hikâyesinde hemşire “şirin yüzlü”dür ve “gıcıklayıcı güzellikteki elleriyle” dikkati çeker. Kriton Dinçmen’in “Yedi Adet Portakal, Bir Çocuk ve Koca Koca Adamlar” hikâyesinde “her adımda memeleri ve kalçaları insanı yutkundururcasına sallanan” bir “başhem-şire” vardır. Necdet Öktem’in “Bilimsel Yöntem” hikâyesinde de “genç, filiz gibi ince, zarif bir hemşire” vardır ve hikâyedeki kişinin “mebus olduğunu öğrenince daha da bir kırıtarak, vücuduna sımsıkı yapışmış sakız gibi beyaz hemşire önlüğü-nün diriliğini abarttığı göğüslerini, kalçalarını daha bir kıvraklıkla oynatarak” yürür. Örnekler çoğaltılabilir. Öyle ki, incelediğimiz ve bir hemşire karakterine rastladığı-mız hikâyelerin hemen hepsinde cinsel imajlarla yüklü hemşire tipine tesadüf edilir. Hemşirelere doktorlara ilişkin bu imajın bir sebebinin de hikâye yazarlarımızın daha çok değer ve anlamlarla varolana bakmaları olduğu düşünülebilir. Belki de aslında yazarlarımız hemşireyi veya doktoru sadece halkın bakış açısına göre değil, onunla örtüşen kendi bakış açılarına göre de çiziyorlar. Çünkü geleneksel insan, değer ve anlamları önemseyip varolana yönelirken günümüze yaklaştıkça bu değer ve anlam-ların kaybolması veya değişmesi yazarı da eleştirel tavra itmiştir. Bu yüzden modern yazarlar ya bu hikâyelerde görüldüğü gibi kendi –geleneksel– değer ve anlamları üzerinden hemşire ve doktor tipini eleştirmekte ya da Yusuf Atılgan, Memduh Şev-ket, Sait Faik, Kafka, Joyce, Beckett vb. yazarlarda görüldüğü gibi anlamsızlıklar ve değersizlikler içinde bocalayan tipleri ön plana çıkarmaktadırlar. Sebebi ne olursa olsun, hekimlerle birlikte diğer sağlık görevlilerinin de hikâyelerin çoğunda olumsuz bir imajla gösterildiklerini belirtmek yerinde olur.

Hekimler ve diğer sağlık görevlileriyle birlikte daha az sayıda hikâyede sağlık bürokrasisinin de eleştirel bir bakış açısıyla çizildiğinden söz etmek gerekir. Hasta-nelerde işler hep yavaş yürümektedir. Hastaneler pis ve bakımsızdır. Hastalar

(7)

hade-melerin insafına terk edilmiştir. Memduh Şevket Esendal’ın iki hikâyesinde (“Küp Kırığı Pabuç Eskisi”, “Hastanenin Yemek Tablası”) komik öğeler öne çıkarılarak hiz-metlilerin ciddiyetsiz tavırları eleştirilmiştir. Hakkı Özkan’ın “Hap” adlı hikâyesinde yine hastanedeki disiplinsizliğin sorgulandığını görülür. Savaş Büke’nin hikâyesinde (“Sağlık Hizmetleri Mükemmel”) bir acil serviste yaşanan kargaşa ve düzensizlik yine komik unsurlarla yerilmiştir. Devlet hastanelerinde muayene kuyruğunda bek-leyen hastaların yaşadıkları çile birçok hikâyede ya doğrudan doğruya hikâyenin temasıdır ya da temanın bir parçasıdır. Tedavi giderlerini karşılayamadığı için has-tanede rehin tutulan hastalar (Sabahattin Ali, “Cankurtaran”), çok acil durumdaki hastası için dışarıya ilâç almaya gönderilen hasta yakınları (Durali Yılmaz, “Sezar-yen”), bürokratik engeller yüzünden birkaç dakika sürecek muayenenin saatler ya da günlerce sürmesi vb. gibi konular hikâyelerin birçoğunda karşımıza çıkmaktadır. Bu hikâyelerin çoğunda eleştiriler yazar anlatıcının veya hasta ve hasta yakınlarının ba-kış açısından aktarılmaktadır. Farklı iki örnek, Muhtar Körükçü’nün “At Var Meydan Yok” ile Kriton Dinçmen’in “Yedi Adet Portakal, Bir Çocuk ve Koca Koca Adam-lar” adlı hikâyeleridir. İlk hikâyede bir hekimin bakış açısından sağlık bürokrasisi eleştirilmekte, bu bürokrasi sebebiyle doktorların uzmanlık alanları dışındaki işlerle meşgul edilmeleri sorgulanmaktadır. Kendisi de bir hekim olan Kriton Dinçmen’in hikâyesinde yazar anlatıcı çoğunlukla hikâyedeki hekimin bakış açısını kullanarak yavaş işleyen adalet sistemiyle birlikte sağlık bürokrasisini de bir bakıma ona suç ortağı olduğu için eleştirmektedir. Bu sorunun işlendiği en güzel hikâyelerden birinin bu olduğunu söyleyebiliriz. Yukarıda değindiğimiz doktor ve hemşireleri eleştiren hikayeciler ile kendilerine hastanelerin ve bürokrasinin hizmet sunmadığı eleştirisini yönelten hikayeciler birbirinden anlayış bakımından farklıdır. Birinciler günümüz-den biraz daha uzak, taşralı ve orta tabaka insanına daha yakındır, eleştirilerini kurum değil de birey üzerinden yapmaktadırlar. Buna karşılık diğerleri günümüze yakın, şe-hirli ve kültür olarak orta tabaka seviyesinin üstünde olup kendilerine bir insan olarak verilen değerden ve sunulan hizmetten hoşnut olmayan, bireyleri değil kurumları ve bürokrasiyi eleştiren yazarlardır.

2. Hastalıklar

Hastalık, modern Türk edebiyatının her devresinde sıklıkla işlenmiş temalar ara-sındadır. Tanzimat dönemi edebiyatında Abdülhak Hamid’in hem hayatında hem de eserlerinde hastalık, ölümle birlikte belli başlı konulardan biridir. Karısı verem has-talığından ölen şairin Makber adlı eseri bu hastalığın safahatını ve şairin duygularını anlatır. Recaizade Ekrem’in şiirlerinde, oğlu Nijad’ın hastalığı dolayısıyla bu tema sıklıkla karşımıza çıkar. Onun “Vuslat Yahut Süreksiz Sevinç” adlı hikâyesinde de

(8)

konu verem hastalığıyla ilgilidir. Araba Sevdası’nda ise farklı bir şekilde verem ve tifo hastalıkları romandaki komiğe hizmet eden unsurlar olarak karşımıza çıkar.

Servet-i Fünun dönemi Türk edebiyatının en çok işlediği temalardan birinin hastalık olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle verem, Servet-i Fünun döneminde hem şiir hem de roman ve hikâyede başta gelen temalar arasındadır. Dönemin en önemli hikâye ve roman yazarı Halit Ziya’nın Sefile romanının kişilerinden İkbal veremden ölür. Nemide romanının kahramanı da aynı şekilde verem hastalığından ölmüştür. Her iki romanda da verem, Türk ve Batı edebiyatlarındaki geleneksel imajına uygun olarak bir “aşk hastalığı” şeklinde karşımıza çıkar. Aynı yazarın Bir Ölünün Defteri romanında yine umutsuz bir aşk bu kez bir tür intihar biçiminde zatürree hastalığı-nın yol açtığı ölümle sonuçlanır. Özellikle Servet-i Fünun dönemine ilişkin örnekler çoğaltılabilir.

II. Meşrutiyet döneminde Servet-i Fünun duyarlığını devam ettiren genç şair ve yazarların kurduğu Fecr-i Atî topluluğunun verdiği edebî ürünlerde de hastalık önem-li temalardan biridir. Topluluğun en önemönem-li şairlerinden biri olan Yakup Kadri’nin Bir Serencam adıyla kitaplaştırdığı hikâyelerin bazılarında hastalık, psikolojik rahatsız-lık şeklinde görülür. II. Meşrutiyet döneminde şiirlerini yayımlamaya başlayan, ama Fecr-i Ati topluluğuna katılmayan Mehmet Akif’in, kız kardeşinin çocuğu Selma’nın hastalığını ve ölümünü anlattığı “Selma” ile vereme yakalanan bir yatılı okul öğren-cisinin acıklı hikâyesinin anlatıldığı “Hasta” şiirlerinin burada hatırlanması gerekir. Mütareke ve Millî Mücadele döneminde toplumun melankolik ruh hali edebiyatımıza da yansımış ve bu durum Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatında da devam etmiştir. Kısacası, hastalık genel olarak edebiyatçılarımızın ve tabii hikâyecilerimizin hiçbir devirde kayıtsız kalmadığı konulardan biri olmuştur.

İncelediğimiz hikâyelerde hangi hastalıkların işlendiğine baktığımızda, bu ko-nuda tahmin edilebileceği gibi bir çeşitliliğin bulunduğu görülmektedir. En çok kar-şılaşılan hastalıklardan biri kanserdir. Hikâyelere sıklıkla konu olan bir diğer hastalık ise –Tanzimat ve Servet-i Fünun dönemlerine göre azalmış olsa da– veremdir. Bun-ların dışında kalp hastalıkları, grip, zatürree, sara, sıtma, tifüs, kuduz gibi hastalıkları da görüyoruz. Trafik ve iş kazalarının ardından ortaya çıkan sakatlanma gibi bedensel rahatsızlıkların işlendiği hikâyeler de bulunmaktadır.

Delilik, depresyon vb. gibi psikolojik rahatsızlıklarla ilgili çok sayıda hikâye bulunmaktadır. Bunlarda bu tema çoğu kez komiğe ulaşmak için kullanılmış, komi-ğin içerisinde de sosyal bir eleştiri veya hicve de yer verilmiştir. Örnekomi-ğin Ali Kemal Meram’ın “Büyük Tımarhane” hikâyesi bir tımarhanede delilerin devlet kurma giri-şiminin, başhekim ve gardiyanın da bu girişime katılmalarının anlatıldığı ve tımar-hane ölçeğinde devlet bürokrasisinin ve siyasetin hicvedildiği bir hikâyedir. (Bu du-rum mevcut sisteme karşı ütopya kurma olabilir yan okumayla yodu-rumlanmalı) Enver

(9)

Naci Gökşen’in “Beyinsiz Adam”ı, “akıllılık-delilik” tezadı üzerine kurulmuş, bir “beyinsiz”in bakış açısından çevre ve insanların eleştirildiği, sosyal hiciv karakteri taşıyan bir hikâyedir. (Delilik, deli söylemi, bakış açısı gündelik sıradan değer ve anlamların kurduğu gerçekliğin ve hiyerarşinin sorgulandığı söylemdir, bunun için Michel Foucault’nun Deliliğin Tarihi, Erasmus’un Deliliğe Övgü, Bahtin’in Rabelais ve Dünyası kitaplarında Delilik’e bakılabilir. Bu yan okumalar olmasa makale bir tes-pit yığını olarak kalır ve alana hiçbir katkı yapmaz) Bunların dışında birçok hikâyede sıradan olmayan psikolojik hâller veya insan davranışlarıyla karşılaşıyoruz. Ancak bu davranış biçimleri genellikle hikâyenin asıl konusu ile doğrudan ilgili olmayan ayrıntılar şeklinde görülmektedir.

Verem hastalığı, yukarıda belirttiğimiz gibi, modern hikâye ve romanımızın ilk örneklerinden itibaren yazarlarımızın sıklıkla işlediği temalardan biridir. Verem hastalığının işlendiği hikâyelerin hemen tamamında bu hastalık yoksullukla ilişki-lendirilmiştir. Bu noktada, bu hastalığın nedenine ilişkin yorumların, Cumhuriyet döneminde değiştiğini belirtmek gerekir. İlk hikâye ve romanlarımızda gördüğümüz, Cumhuriyet döneminin başlarında da devam eden, veremin bir aşk hastalığı olduğu şeklindeki yaygın inanışın, sonraki dönemlerde terk edildiği görülmektedir. İncele-diğimiz hikâyelerde verem hastalığının hemen daima yoksullukla ilişkilendirildiğini gördük. Başka bir deyişle, veremin nedeni olarak aşkın yerini bu hikâyelerde yok-sulluk almıştır. Bu, edebiyatımızın Cumhuriyet döneminde romantizmden realizme yönelmesi ile ilişkilidir. İlhan Tarus’un “Köle Hanı” veremin yoksullukla ilişkilen-dirildiği hikâyelerden biridir. Burada yoksulluğun yanı sıra bu hastalık karşısındaki cehalet de sorgulanmaktadır. Necati Cumalı’nın “Taburcu” ve Samim Kocagöz’ün “İnce Hastalık” hikâyeleri de veremin yoksullukla ilişkilendirilerek ele alındığı hikâ-yelerdendir. Hatta bu son hikâyenin başlığı (“İnce Hastalık”) verem hastalığına yük-lenen geleneksel inanışa yönelik ironik bir adlandırmadır. Verem hastalığının farklı bir bakış açısıyla ele alındığı istisnaî bir örnek, bir hekim yazara, Erdal Atabek’e aittir. “Traviata Schönheit” adlı bu hikâyede verem ve cüzam hastalıkları karşılaş-tırılmakta ve birincisi daha bulaşıcı bir hastalık olmasına rağmen toplumun verem karşısındaki duyarlığına karşılık cüzam hakkındaki önyargısı sorgulanmaktadır.

Hikâyelerde en çok karşımıza çıkan hastalıklardan biri de kanserdir. Verem has-talığında olduğu gibi –esasen çoğu hastalıkta bu durum vardır– kanser de yoksullukla birlikte karşımıza çıkmaktadır. Ancak yoksulluk veremde hastalığın sebebi olarak gösterilirken kanserde hastalık sürecinde karşılaşılan bir sorundur. Dolayısıyla kan-ser hastalığında hastalığın kendisinden çok tedavi süreci ve bu süreçte hasta/hasta yakınlarının maddi sorunları üzerinde durulmaktadır. Örneğin Ayhan Sarıismailoğ-lu’nun “Kanser” adlı hikâyesinde kocası bu hastalığa yakalanan bir kadının teda-vi giderlerini ve eteda-vinin ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmak zorunda kalışı ve söz konusu hastalığın bir ailenin hayatında yaptığı tahribat işlenmiştir. Durali Yılmaz’ın

(10)

“Ekmek Ya da Ölü” hikâyesinde ise on yedi yaşında bir gencin, babası kansere ya-kalanınca, ailenin yükünü üzerine almak zorunda kalışı, babasının tedavi giderlerini karşılayamaması ve bunun doğurduğu maddî yıkım hikâyenin merkezindeki konu-dur. Kanseri konu alan hikâyeler içinde Erdal Atabek’in “Göğüs” adlı hikâyesi, bu hastalık karşısında bir hastanın psikolojisini işlemesi bakımından farklılık göster-mektedir. Bu hikâyede, kanser yüzünden memesi alınan bir kadının yaşadığı bunalım ve bunu anlamaya çalışan bir hekim anlatılmıştır.

Verem ve kanser, biri yüzyılımızdan önce ve ikincisi yüzyılımızda edebiyatın tem olarak işlediği iki hastalıktır. Bu hastalıklar, ilki yakın zamanlara kadar ve ikin-cisi hâlen tedavi edilemediği, dolayısıyla anlaşılamadığı, yani kendilerinden korkul-duğu için şair ve yazarlarca gizemli bir dille, Suzan Sontag’ın ifadesiyle3 “göz alıcı” ve “süslü metaforlarla” işlenmişlerdir. Ancak bu iki hastalıktan veremin daha munis ve sevimli gösterilmesine karşılık kanserle ilgili imgeler o kadar sevimli değildir. Suzan Sontag bu durumu şu çarpıcı ifadelerle anlatır: “Kanserde hiç kimse –eskiden veremde olduğu üzere– süslü, çoğunlukla lirik bir ölümü akla getirmiyor. Kanser, şiirde pek rastlanmayan ve şimdi de iticiliğini koruyan bir konu; ve bu hastalığın estetize edilebileceğini düşünmek bile zor.” Bizim edebiyatımızda bu hastalıkların hangi metaforlarla “süslendiği”, ayrı ve daha geniş bir araştırmanın konusu olabilir. Ancak şunu tekrar vurgulayalım; kanser, –Sontag’ın belirttiği şekilde– incelediğimiz hikâyelerde de “estetize” edilmemiştir, fakat verem de Cumhuriyet döneminde –Tan-zimat ve Servet-i Fünun dönemi edebiyat metinlerindeki gibi– sevimli bir hastalık olarak çizilmemiştir.

Kadın hastalıkları ve doğum konusu da birçok hikâyede işlenmiştir. Bu konuyu ele alan bazı hikâyelerde söz konusu hastalığın yine yoksullukla ilişkilendirildiğini görüyoruz. Cevdet Kudret’in “Sokak”, Esma Ocak’ın “Doğum” adlı hikâyeleri gibi. Bu son hikâyede, yukarıda yoksullukla ilişkili olduğunu belirttiğimiz bazı hikâyeler-deki gibi cehalet de yoksulluğa eşlik etmekte veya başka bir deyişle yoksulluğun bir sonucu olarak öne çıkarılmaktadır. Bu noktada farklı özellik gösteren bir hikâye yine Erdal Atabek’e aittir. “Doğum Nöbeti” adlı hikâyesinde yazar, bir doktorun bakış açısından “doğum mucizesi”ni anlatmaktadır.

Sonuç olarak, hikâyelerde karşımıza çıkan hastalıkların toplumsal ve ekono-mik gelişim veya değişime paralel bir seyir izlediğini söyleyebiliriz. Sıtma (Enver Naci Gökşen, “Hakkı Efendi’nin Derdi; Sabahattin Ali, “Sulfata”; Sadri Ertem, “İki Sıtmalı”), tifo (Raif Necdet Kestelli, “Anadolu’nun Mezarı”), verem (Samim Koca-göz, “İnce Hastalık”; Vedat Saygel, “Seyyar Ekip”; Turan Altındaş, “Meslek Hasta-lığı”), kuduz (Ümran Nazif, “Ağı”; Ahmet Asım, “Kuduz Düğünü”) gibi hastalık-ların Cumhuriyetin ilk yılhastalık-larında yazılmış hikâyelerde görülmesine karşılık sonraki

(11)

dönemlerde konu olarak ele alınmaması, yine yüzyıl başlarında ölümcül sonuçlara yol açtığını bildiğimiz gripal enfeksiyonların zamanla önemini kaybetmesine paralel olarak hikâyelerde de daha az görülmesi, buna karşılık kanseri konu alan hikâyelerin artması önceki hastalıkların azalması, bazılarının tamamen ortadan kalkması ve bir kısmının da tedavisinin kolaylaşmış olması ile ilgilidir. Hastalıklar tedavi edildiği sü-rece edebiyatta da önemini kaybeder. İncelediğimiz hikâyelerden de böyle bir sonuç çıkmaktadır.

İNCELENEN HİKÂYELER

Abdullah Yılmaz, “Sığır Vebası”, Çekendirek, Yaba Yayınları, Ankara, 1985, ss. 20-23. Afet Ilgaz, “Hasta Adam ve Küçük Kız”, Halk Hikâyeleri, Sınıf Yayınları, İstanbul, 1972, ss.

119-136.

Ahmet Asım, “Kuduz Düğünü”, Kuduz Düğünü, Yeditepe Yayınları, İstanbul, 1968, ss. 11-18. Ali Balkız, “Eşiğe İşemişim”, Karadeniz Dağ Kartalı, Can Yayınları, İstanbul, 1999, ss.

85-89.

Ali Kemal Meram, “Hayat Dediğimiz Oyun”, Kader Rüzgârları, İz Yayınları, İstanbul, 1970, ss. 202-210.

, “Ölüme Yalnız Gidilir”, Kader Rüzgârları, İz Yayınları, İstanbul, 1970, ss. 150-158. Arif Baş, “Üç Düşman”, Kısır, Yaba Yayınları, 1983, ss. 37-43.

Ayhan Sarıismailoğlu, “Kanser”, Baba Lüferle Balıkçı, Hisar Yayınevi, Ankara, 1966, ss. 56-64.

Baki Süha, “Sahtekâr mı?”, Sel Geliyor, Ülkü Kitap Yurdu, İstanbul, 1943, ss. 51-55. Bekir Sıtkı, “İki Hasta”, Talkımla Salkım, Bozkurt Basımevi, İstanbul, 1937, ss. 28-35. Cafer Özkan, “Sağlık Raporu Hastalık Raporu”, Paşanın Heykeli, Gündem Yayıncılık, İzmir,

1985, ss. 36-44.

Cevat Tevfik Enson, “Kalb Hastalığı”, Gramofonlu Garsoniyer, İsmail Akgün Matbaası, İs-tanbul, 1948, ss. 40-45.

Cevdet Kudret, “Sokak”, Sokak, İnkılap ve Aka Kitabevi, İstanbul, 1974, ss. 87-96. Durali Yılmaz, “Ekmek ya da Ölü”, Kadın Korkusu, Broy Yayınları, İstanbul, 1992, ss.

114-122.

, “Sevgiyi Öğrenen Adam”, Akrebin Dansı, Yedi İklim Yayınları, İstanbul, 1989, ss. 40-48.

, “Sezaryen”, Akrebin Dansı, Yedi İklim Yayınları, İstanbul, 1989, ss. 34-39.

Enver Naci Gökşen, “12 No.lu Hasta”, Durakta Bir Adam, Kader Basımevi, İstanbul, 1940, ss. 13-17.

, “Beyinsiz Adam”, Durakta Bir Adam, Kader Basımevi, İstanbul, 1949, ss. 51-56. , “Ses ve Nefes Uğruna”, Çardak Altı, Kader Matbaası, İstanbul, 1952, ss. 47-52. Erdal Atabek, “Ağrı”, Belki de Sensin, Varlık Yayınları, İstanbul, 1995, ss.80-84. , “Doğum Nöbeti”, Belki de Sensin, Varlık Yayınları, İstanbul, 1995, ss. 57-61. , “Erkek”, Belki de Sensin, Varlık Yayınları, İstanbul, 1995, ss. 33-37.

, “Göğüs”, Belki de Sensin, Varlık Yayınları, İstanbul, 1995, ss. 85-91.

, “Sıradan Bir Gece”, Belki de Sensin, Varlık Yayınları, İstanbul, 1995, ss. 28-32. , “Şu Grip Günleri”, Belki de Sensin, Varlık Yayınları, İstanbul, 1995, ss. 6-9.

(12)

, “Traviata Schönheit”, Belki de Sensin, Varlık Yayınları, İstanbul, 1995, ss. 10-15. Esma Ocak, “Doğum”, Berdel, Tekin Yayınevi, İstanbul, 1982, ss. 46-48.

Fahri Celalettin Göktulga, “Evham”, Salgın, Varlık Yayınları, İstanbul, 1953, ss. 33-36. Fahri Erdinç, “Providal”, Diriler Mezarlığı, Hür Yayınevi, İstanbul, 1964, ss. 195-202. Ferzan Gürel, “Hasibegiller”, Hasibegiller, Yeditepe Yayınları, İstanbul, 1965, ss. 37-41. Hakkı Özkan, “Hap”, Kız, Nil Yayınları, İstanbul, 1971, ss. 93-96.

Hüseyin Rahmi, “Uçurumun Kenarında”, Gönül Ticareti, Hilmi Kitabevi, İstanbul, 1939, ss. 15-26.

, “Döşekten Bir Sesleniş”, Eti Senin Kemiği Benim, Atlas Kitabevi, İstanbul, 1973, ss. 99-111.

, “Lekeli Humma Kuşkusu”, Tünelden İlk Çıkış, Atlas Kitabevi, İstanbul, 1972, ss. 26-38.

İlhan Engin, “Asya Gribi”, Asya Gribi, Gölge Mizah Yayınları, İstanbul, 1997, ss. 3-7. İlhan Tarus, “Köle Hanı”, Köle Hanı, Yeditepe Yayınları, İstanbul, 1954, ss. 52-57.

Kandemir Konduk, “Seks Doktoru Tahir Bey”, Sayenizde Efendim, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1982, ss. 58-65.

Kriton Dinçmen, “Yedi Adet Portakal, Bir Çocuk ve Koca Koca Adamlar”, Symphonia

Kakop-honica, Telos Yayınları, İstanbul, 1998, ss. 63-93.

Mahmut Özay, “Doktor İlya”, Babam Babam, Karınca Matbaacılık, İzmir, 1974, ss. 101-107. Mehmet Başaran, “Dönmeyen”, Sürgünler, Ararat Yayınları, İstanbul, 1970, ss. 55-62. Mehmet Güler, “Fakirlik İlmühaberi”, Ak Badanalı Ev, Koza Yayınları, İstanbul, 1977, ss.

35-40.

Memduh Şevket Esendal, “Deli”, Temiz Sevgiler, Dost Yayınları, Ankara, 1965, ss. 164-166. , “Doktor Savdur”, Bir Kucak Çiçek, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1996, ss. 50-56.

, “Hasta”, Temiz Sevgiler, Dost Yayınları, Ankara, 1965, ss. 15-17.

, “Hastanenin Yemek Tablası”, Bu Ona Yakıştı - Hikâyeler, Dost Yayınları, Ankara, 1971, ss. 97-102.

, “Küp Kırığı Pabuç Eskisi”, Bir Kucak Çiçek, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1996, ss. 32-35. Muhtar Körükçü, “At Var, Meydan Yok”, Anadolu Hikâyeleri, Varlık Yayınları, İstanbul,

1954, ss. 44-47.

Necati Cumalı, “İğneci”, Ay Büyürken Uyuyamam, Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1995, ss. 19-24.

, “Taburcu”, Değişik Gözle, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 1998, ss. 103-107.

Necati Mert, “Zakkum”, Geceye Uçurulan Güvercinler, Cansuyu Yayıncılık, Adapazarı, 1986, ss. 40-46.

Necdet Ökmen, “Bilimsel Yöntem”, Sen kim Bilir Ne Kadar Güzel Ölürsün, Hikâye Yayınları, İstanbul, 1982, ss. 27-38.

Ömer Seyfettin, “Apandisit”, Bütün Hikâyeleri 4, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1987, ss. 83-85. Peride Celal, “Böcek”, Mektup, Can Yayınları, İstanbul, 1994, ss. 5-31.

Raif Necdet Kestelli, “Anadolu’nun Mezarı”, Osmanlı İmparatorluğunun Batışı (Ufûl) Edirne

Savunması, Anma Yayınları, İstanbul, 2001, ss. 152-163.

Rakım Çalapala, “Bir Hasta Var”, Aşk İnsanı Güzelleştirir, Atlas Kitabevi, İstanbul, 1965, ss. 168-175.

, “Cennetin Kapısında”, Aşk İnsanı Güzelleştirir, Atlas Kitabevi, İstanbul, 1965, ss. 212-215.

Refik Halit Karay, “Çıban”, Gurbet Hikâyeleri, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1965, ss. 40-42.

(13)

, “Cankurtaran”, Sırça Köşk, Can Yayınları, İstanbul 1987, ss. 105-117. , “Dekolman”, Sırça Köşk, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1947, ss. 72-77 , “Sulfata”, Yeni Dünya, Cem Yayınevi, İstanbul, 1982, ss. 123-133.

Sadri Ertem, “İki Sıtmalı”, Bir Şehrin Ruhu, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1938, ss. 62-68. , “Ucuz İlaç”, Bay Virgül - Küçük Hikâyeler, Ahmet Sait Matbaası, İstanbul, 1935, ss.

44-49.

, “Viziteye Para Almayan Hekim”, Bir Şehrin Ruhu, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1938, ss. 157-159.

Salim Şengil, “Pencere”, Güzel Bir Oyun, Yazko, İstanbul, 1983, ss. 39-50.

Samet Ağaoğlu, “Bir Hastahane Hatırası”, Zürriyet, Varlık Yayınları, İstanbul, 1980, ss. 54-61. , “Hayat Mücadelesi”, Zürriyet, Varlık Yayınları, İstanbul, 1990, ss. 62-75.

Samim Kocagöz, “İnce Hastalık”, Sam Amca, Yeditepe Yayınları, İstanbul, 1981, ss. 39-45. Savaş Büke, “Sağlık Hizmetleri Mükemmel”, Buralarda Yaşanmaz ki Birader, Mens

Matba-ası, Ankara, 1973, ss. 27-33.

Sevgi Soysal, “Bir Ağaç Gibi”, Barış Adlı Çocuk, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1976, ss. 154-168. Şevket Bulut, “Al Karısı”, Al Karısı, Hareket Yayınları, İstanbul, 1971, ss. 7-12.

Şevket Yücel, “Bu Bacak Kesilecek”, Güneşin Parmakları, Yeni Hamle Matbaası, İstanbul, 1920, ss. 65-70.

Turan Altundaş, “Meslek Hastalığı”, Zengin Kapısı, Ekin Yayınları, İstanbul, 1993, ss. 87-90. Ülkü Ayvaz, “Kulak”, İşlerin Yolunda Gitmesine Engel Olan Kim, Cem yayınevi, İstanbul,

1984, ss. 97-99.

Ümran Nazif, “Ağı”, İçimizden Birkaçı, Zonguldak Halkevi Yayını, Zonguldak, 1941, ss. 70-74.

Vedat Saygel, “Seyyar Ekip”, Ortalık Neden Karıştı, E Yayınları, İstanbul, 1969, ss. 197-203. Vüs’at O. Bener, “Brucella”, Kara Tren, İletişim Yayınları, İstanbul, 1998, ss. 14-17.

(14)

Referanslar

Benzer Belgeler

La nouvelle loi sur l’organisation de l’Ecole en Turquie (8ans d’enseignement primaire obligatoire) a modifié de façon conséquente l’enseignement du français dans les

Bu sayılardan en çok bir, iki, dört, beş, yedi, sekiz, dokuz, on, kırk, altmış, altmış üç, yetmiş, yüz, üç yüz altmış, dört yüz kırk dört, bin, bin bir, on sekiz

However, the significant interactive effect involving the components of work family interface obtained in the current study is an indication that the independent effects of

Başka altta yatan bir hastalığı olmayan, gözlerde kayma şikaye- ti ile göz polikliniğine gelen ve yanlışlıkla hasta yakını tarafından aşırı doz (üç kez birer damla

Kapalı çalışma ortamları için insan sağlığını olumsuz etkileyen iyonlaştırıcı (radon) ve iyonlaştırıcı olmayan (elektromanyetik alan) ölçümlerin

Ancak, belki de lideri diğer grup üyelerinden ayıran en önemli özelliklerinden biri; grup süreci öncesi diğer üyelere göre kendinden çok daha haberdar olması gereken,

管理學院與 KPMG 舉辦「銀髮生醫大數據產業發展論壇」 臺北醫學大學管理學院與安侯建業(KPMG)為協助企業掌握銀髮及生技醫療產業

Kafile buraya gelince esnaf dernekleri adına yapılan konuş­ madan sonra, Türkiye Millî Ta­ lebe Federasyonundan Kemal Özalp bir konuşma yaparak A- tatürk'ün