• Sonuç bulunamadı

Camilerimiz ve öyküleri:Sayı 7

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Camilerimiz ve öyküleri:Sayı 7"

Copied!
8
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)

Üzeri temizlenerek ortaya çıkarılan mozaikler.

BU ALBÜM SANAT TARİHÇİSİ

METİN SÖZEN

TARAFINDAN HAZIRLANMIŞTIR

(3)

--- ---— ■—

Ayasofya’nın dıştan genel görünümü.

A İA SO m

]

Bu anıtın temellerinin atıldığı günden,

günümüze kadar geçirdiği ilginç bir

serüveni vardır. Her geçen yüzyıl

bu yapıdan bir şeyler alıp vermiş,

tarih adeta onunla yaşam ıştır.

İZANS împaratorluğu’nun güçlü hükümdarı lustinianus bir gece yatağında dönüp duruyor, düşünde garip şeyler görüyordu. Uzun sakallı ulu bir ihtiyar bugünkü Ayasofya’nın bulunduğu yerde dolaşıp duruyor, sağa sola dikkatli gözlerle bakıyordu. İmparator ihtiyarın tavrı, duruşuna kapılmıştı. Sanki onda kendisini çeken bir güç vardı. Ağır ağır yaklaştı ihtiyara. İhtiyar elinde, üzerinde bir büyük anıtın resmi bulunan bir gümüş levha tutmaktaydı, lustinianus’un gönlü su gibi revan olup resme akmıştı. İçine inanılmaz bir ateş düşmüştü ilk gördüğü andan itibaren. Resme bakıp bakıp duruyor, “Böylesi bir resim elime geçse benzerî yapıyı bütün gücümü kullanıp diktirirdim” diyordu içinden. İşte o anda ulu ihtiyar sanki içinden geçenleri biliyormuş gibi başım ağır ağır imparatora çevirip levhayı ona uzatarak şu kelimeleri fısıldadı: “Al lustinianus bu resim üzre dilediğinTann evini yaptır”, lustinianus şaşkınlıkla “Ona ne ad vereyim” diye soru açmadan edemez. İhtiyar, şaşkınlığına gülümseyerek “Ayasofya adım koyasın” diye cevap verirken ağır ağır kaybolur.

Ter içinde uyanan imparator tez elden ünlü mimarını çağırttı. Düşünü uzun uzun anlattı. Meğer mimar da aym gece benzer bir düş görmemiş mi? Kalkar kalkmaz gördüklerini unutmadan ak kâğıt üzerine geçirmemiş mi? İmparator bunları görünce gördüklerine inanama- yıp, derhal benzerî bir tapınağın başkentin en önemli noktasında boy vermesini emretmiş...

Böyle bir öyküyle aralanıyor İstanbul’un büyük anıtlarından biri olan Ayasofya’nm geçmişi. Bu öyküyü yüzlerce yenileri izliyor, Hıristiyanlığı, Müslümanlığı izliyor. Her yeni gelen din bir eskisine yenilerini katıyor ve anıtın kendisi kadar ilginç öyküler birbirini kovalıyor.

i i

Z a m a n la a d ı

ij â k L

d e ğ iş ik liğ e u ğ r a d ı

İstanbul’un Doğu Roma İmparatorluğu’nun merkezi olduğu günden beri önemli bir noktası vardı. Bütün yollar buradan başlıyor, burada kentin en önemli anıtları yükseliyordu, birisi yakılsa veya yıkılsa, aynı yere yenisini yapmaktan çekinmiyorlardı. Israrla aynı nokta üzerinde duruyorlardı. Bütün imparatorlar bu noktada bir şeyler yaptırmak veya yapılanlara bir şeyler eklemek için can atıyorlardı. Kısacası bugün Ayasofya’- mn bulunduğu yer böyle anıta kavuşuncaya kadar aynı yer nice değişik kutsal yapılar görmüştü, öykülerin sisli zamanından çıkıp eldeki buluntulara dayananlarıyla işe koyulursak bir bakıma kentin bir imparatorluğun başkent oluşuna ön ayak olan Büyük Konstantin dönemine kadar uzanabiliriz. Bir bölümü büyük imparatorun oğlu Konstans’a bağlar, 18 ekim 360 yılında ilk yapının yükseldiğini ileri sürerler. Bu ilk kilise konusunda bilgilerimiz sınırlıdır. Duvarları kagir, damı ahşap bazilika biçimindeki bu yapı kentin en büyük kilisesi olduğu için Megali Ekklisia adını almıştı. Zamanla adı değişikliğe uğradı Thea Sofia, sonra Ayasofya’ya dönüştü. 20 haziran 404 tarihine kadar birçok olaylara sahne olan bu yapı, bu tarihteki ayaklanma sonunda yıkıldı. Böylece bu ilk yapı tarihe karışıyordu. Yangının ardından II. Theodosius mimar Ruffinos’a yeni bir kilise yapmasını emretti. 1936 yılında Ayasofya’nm önünde yapılan kazılardan elde edilen sonuçlardan bu yapı konusunda bazı bilgiler elde ediyoruz. 60 metre enindeki bu yapıya birisi imparator kapısı olmak üzere üç kapıdan giriliyordu. İçi beş

bölümlü, üstü ahşap damlıydı. Kazılardan öğrendiğimiz bu yapı 10 ekim 415’de bir törenle açıldı ve 532 yılına kadar kentin en büyük kilisesi olarak yaşadı. Bir büyük ayaklanmayla son buldu. Hepimizin bildiği gibi Nika adım taşıyan ve lustinianus ü n nerdeyse tahtını yitireceği bu ayaklanma, kansı Teodora ve kumandam Belisarious’un güçlü karşı komalarıyla bastmlabildi. Ayaklanma sonunda yalnız Ayasofya değil yakınındaki Aya irini Kilisesi, Samson Hastanesi ve diğer iki hastahane, ünlü Zuikippe Hamamı gidenler arasınday­ dı.

işte bugünkü Ayasofya’nm altında kalan diğer iki Ayasofya’nm kısa öyküsü böyle sonuçlanmıştı. Artık bu önemli nokta bir büyük amt daha görecekti. Hem de yüzlerce yıl kaderine dolanan birçok olaylarla birlikte. Bu anıtın temellerinin atıldığı günden, günümüze kadar geçirdiği serüveni geniş çizgilerle bir izleyelim. Her geçen yıl bir bakıma bu kentin geçirdiği olaylar ve ilginç anılarla dolu olacaktır. Kolay değil, bu serüven 1400 küsur yıl sürmüştü.

Eli h ü n e rli bin u sta

ile o n b in işçi t o p la n d ı

İmparator lustinianus 23 şubat 532’de Ayasofya’yı yeniden yaptırmaya başladı. Yangın yeri kısa zamanda düzeltildi ve düzeltilme işlemi sırasında zemin 2.5 metre yükseldi. Ayrıca imparatorun kafasında kurduğu bü­ yüklükte bir yapı için hazırlanan alan azdı. Yapılan kamulaştırmalarla bu alan büyütüldü. Iş imparatorun düşlediği bir yapıyı yükseltmeye kalıyordu. Çünkü onun düşündeki yapı öyle sık rastlanır bir düzende olmayacaktı. Hazreti Süleyman'ın Kudüs’te yaptırdığı tapmağı her görünüşüyle geçmiş olacaktı. VI. yüzyılın başlarında bu işi yapabilecek iki kişi bulundu, impara­ torluğun sınırlan içinde. Bunlardan biri ünlü matema­ tikçi Trallesli yani Aydınlı Antomios ile büyük üne erişmiş mimar Miletli Izidoros’du. Çağının iki büyük ustası görevi alır almaz işe koyuldular, imparatorluğun her yerinde eli hünerli 1000 ustayla 10.000 işçi toplandı.

(4)

Bunlar ikiye ayrılarak yapının bir tarafından işe koyuldular. Yevmiye aksatılmadan veriliyor, dünyanın en ünlü kentlerindeki eski yapılardan ilginç parçalar İstanbul’a taşmıyor, mermer ve taş ocaklarından en güzel parçalar burası için hazırlanıyordu. İmpara­ torluğun dört bir yanında herkes bu anıtta ken­ dilerinden bir şeylerin bulunmasını istiyordu.

İlk iki yapının kısa zamanda yanışı yüzünden bu kez ahşap malzemeden mümkün olduğu kadar uzaklaşılı­ yordu. Kapılar genellikle bronz kaplanıyor, bütün

yapıda taş ve tuğla kullanılması yoluna gidiliyordu, imparator yapım çalışmalarını sık sık gözden geçiriyor, çabuk bitmesi için sürekli emirler veriyordu. Büyük bir usta ve işçi kitlesinin çalışmasıyla çağı için kısa sayılacak bir zamanda 5 yıl, 11 ay 10 gün içinde kubbesi kapanarak tamamlandı. Kubbesi bugünküne göre 6 metre 25 santim daha basıktı.

Evet 5 yıl 11 ay 10 gün gibi kısa bir süre içinde bitirilmişti yapı. Çağıran en büyük yapılarından biri olmuştu. İmparatorluğun varı yoğu bu yola harcanmış, zaman zaman yeni vergüer konulmuştu bitirilmesi için. Artık önemine uygun bir törene kalmıştı iş.

537 yılının 27 aralık günü imparator bir zafer arabası üzerinde şimdiki AyasofyaMeydam’mn yerinde bulunan Augusteon Meydanı’na geldi. Bütün İstanbul halkı toplanmıştı meydanın etrafına. İstanbul, İstanbul olalı, o güne kadar böyle bir gün, böyle bir kalabalık az görmüştü. Bütün gözler kentin içinden büyük bir güçle yükselen yapınm üzerindeydi. Herkes yapının bir özelliğine takılıyor, içeri girip, bu töreni izleyeceklere gıpta ediyorlardı.

imparator arabadan inip ağır ağır kilisenin avlusuna girdi. Bütün devlet ileri gelenleri kendini izliyorlardı. Kapının önünde başta Patrik Menas olmak üzere Doğu kilisesinin ileri gelenleri tarafından karşılandı. İmparator patrik ile el ele iki geçiş mekânım aşarak ana mekâna geldi. İmparator gözlerine ınana- mıyordu. Bu ne anıtsal, yapıydı... Patrik’in elini bırakarak, hızla yapmm mihrabına doğru kendini atmıştı. Kendini tutamayarak, “Tanrım bana böyle bir yapıyı yükseltebilmek olanağmı verdiğinden dolayı sana ne kadar teşekkür etsem azdır, ey Süleyman, seni geçtim” diye bağırdı.

_J j

559 y ılın d a k i d e p re m d e n

id H li

b ü y ü k z a ra r g ö rd ü

İçi en ufak ayrıntısına kadar bezeli bulunan anıt gerçekten İustinianus’u “Ey Süleyman, seni geçtim” dedirtecek kadar güzeldi. Gene de açılış sırasında yapmm en ince noktasma kadar tamamlanmış olduğu biraz şüphelidir. Bazı bölümlerin bezenmesi daha sonraki yıllarda olmuştu. Zaman içinde gittikçe zenginleşen bu büyük yapı, yapıldığı yılların görünümü­ nü çok az bir zaman sürdürebildi. 553 yılının 15 ağustos, 557 yılının 14 ocak, 559 yılının 7 mayıs günleri İstanbul’un gördüğü büyük depremler sırasmda yapmm kubbesi ve bazı bölümleri büyük zarar gördü. Daha İustinianusün sağlığında bu yapınm onarılması gerek­ ti. Bu işte yapmm mimarı İzidoros’un yeğeni genç İzidoros görevlendirildi. Daha önce amcasıyla birlikte çalışmış olan İzidoros işe kubbenin basıklığını gidermek suretiyle başladı. 6 metre 25 santim kubbeyi yükseltti. Kubbenin büyük ağırlığını taşıyacak olanakları sağladı ve yapı ikinci kez yine imparator İustinianus tarafından 562 yılının 24 aralık günü bir törenle açıldı.

iş bununla bitmiyordu. İstanbul’un bu yapısı kısa aralıklarla devamlı onarılarak ve yıkılan yerlerinin yeniden yapılmasıyla günümüze ulaşabüdi. Yıkılanlar, yapılanlar bir yana, Ayasofya’mn tarihinde gördüğü en büyük olay kuşkusuz Dördüncü Haçlı ordularının İstanbul’a girişi sırasmda olmuştu. Bütün kent gibi Ayasofya da benzerî görülmemiş bir yağmaya uğradı. En ince noktasına kadar zengin bir biçimde işlenmiş bu yapı tepeden tırnağa soyuldu, söküldü. 1261 yılına kadar buradaki bütün işlemler Venedikli rahipler tarafından yürütüldü. Bu tarihten sonra da devam destek ve onanmlarla ayakta durmasına çalışılan yapı 15. yüzyılın ikinci yansında yabancı gezginlerin belirttikleri gibi perişan durumdaydı. Kapılan yerlere düşmüŞj o eski görünümünden çok şeyler yitirmişti.

F e tih te n so n ra

ilk n a m a z ın ı

Fatih b u ra d a kıld ı

29 mayıs 1453. Bu aşağı-yukan bütün hepimizin, bu kentin içinde ayakta durabilen herkesin bildiği bir tarih. Bir büyük imparatorluğun tarihe kanşıp, yenisinin Ortaçağı kapadığı bir tarih. İşte bu tarih aynı zamanda bu kentin en büyük anıtının da geleceği için önemli bir tarih. Bitmiş, tükenmiş, kapılan yerlerde ünlü bir yapıyı yeni gelenler yine eski durumuna, yine eski özelliklerine, ününe ulaştıracaklardır. Bu açıdan da büyük önem taşır 29 mayıs 1453 tarihi.

Dünyanın tanıdığı büyük kişüerden Fatih Sultan Mehmet, aldığı bu kenti bu kadar bitmiş tükenmiş bırakmak istemedi. Her yönden hızlı bir çalışma, kenti sardı-sarmaladı. Elden geçen, yıllann ihmallerini üzerinden atan yapıların başında Ayasofya geliyordu, j

Bazı kişilerin kasıtlı söylentüerine karşılık büyük sultan halka gösterdiği hoşgörüyü kalan anıtlara da göstermiş­ ti. Ayasofya buna tanıktı, diğer anıtlar buna tanıktı. B u ; büyük yapı hemen camiye çevriliyor ve hızlı bir onarım j geçiriyordu. 1 haziran 1453 cuma günü büyük sultan ilk namazım burada kılıyordu. Kalabilen bazı tasvirler ve haçlar ince bir badanayla örtülmüş, hiçbir şeye dokunulmamıştı. Tek eklenenler bir camide bulunması gerekendi. Bu da doğaldı.

Fatih’in açtığı bu yolu diğer sultanlar da izlediler. Hepsi kendilerinden bir şeyler bulunsun istediler bu yapıda. Bazı eklerin yanı sıra eğer Fatih döneminden kalan ilginç bir bölüm ararsanız bu yapıda, güney­ batıdaki tuğla minare buna tanıktır. İlk işaretidir bu yapıyı dıştan bütünleyen bölümler içinde, kuzeydoğu­ daki minare II. Sultan Beyazıt’ındır. Onu II. Sultan Selim izlemiştir, iki minaresiyle. Tamamlanmaları I II. Murat döneminde olması olası bu minarelerle birlikte dış görünüşü yeniden biçim alıyordu. Ayasofya camiisinin dayanması, günümüze ulaşması için bir büyük mimar, Koca Sinan dört bir yanından beslemişti yapıyı. Böyle bir anıtsal yapınm yaşamasında da eli, emeği vardı onun. Çağma ağırlığınca oturan bu büyük usta, böyle yapıların önemini bilirdi. Yaşaması, gelecek kuşaklara kalması için gerekli şeyleri bilirdi. Onun çabalan ve daha sonraki çabalar yaşattı bu yapıyı bir bakıma.

Siz imparatoriçe ve krallara özgü galerileri sonraya bırakıp, ilk kez yapıyı bir görmek ister, dokuz kapıdan ortadaki imparator kapışma yönelirsiniz. Bu anda kapının üzerine gözleriniz takılır, öykülere dalmadan üzerindeki mozaiğe takılır gözleriniz. Ortada taht üzerinde îsa, sağ eliyle taktis ederken, sol elinde açık bir kitap tutmaktadır. Etrafım başka kişiler almıştır. 9. yüzyılın sanımda ve 10. yüzyılın başında yapılmış olması muhtemel bu mozaikte fazla oyalanmadan dalarsınız içeri. Sizi ilk kendine çeken, îustinianus’u bile kendinden geçiren göz alıcı mekândır. Birden dışardaki etkiden daha büyük bir etkiyi duyarsınız içerdi.

4. M u r a t 'ın

v a iz kü rsü sü

Bir Batılı yazarın, Swift’in şu sözleri tanıktır Türklerin bu yapı konusundaki davranışlarına:

“Türkler Ayasofya’da her zaman din konusundaki açık düşüncelerini göstermişlerdir, Ayasofya’yı koru­ mak için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardır, özellikle Fatih yapmm biçimini bozmamış, Cami-i Ayasofya-i Kebir adm büe korumuş, Islâm dininin insan resimlerini doğal karşüamamasına karşın Fatih bunları ince bir badanayla örtmekle yetinmiş, hatta bazüarını açıkta bırakmıştır.”

i Ş a d ırv a n 1. M a h m u t

iJ İk L d ö n e m in d e y a p ıld ı

Gerçekten yüzlerce yü boyunca bu yapıyı gezip, görüp yazanlar, eskiden kalanların nasü bir hoşgörüyle korunduğunu, Türklerin eklediklerini bir bir anlatırlar. Bu tür anlayış ve davranış ancak çağımızın ulaştığı bir •yoldur. Gene de birçok noktada tam bir anlayış

bütünlüğüne ulaşmasa da çağımız.

Bu yaşam öyküsünün ardından gelin bir de gözümüze çalman özelliklerine, Bugün gezenlerin görebüeceklerine değinelim.

Yapımn eskiden girişi kuzey-batı cephesindenmiş, bu yapının açılışım yaparken imparator iustinianus da bu kapıyı kullanmış. Bugün ise başka bir noktadan girilmektedir yapıya. Horlogion denilen güneybatıdaki bu kapıya varılmadan önce bir dış kapıyı geçmek gerekir. Sağda eski bir muvakkithane, bugünkü dille saati, zamanı gösteren yer vardır. Soldaki iki katlı küçük, fakat özellikli yer 1742’de yapılan Sübyan Mektebi’dir. Bunun önünde ise en ufak ayrıntısına kadar özellikler taşıyan, incelik ve zerafetiyle göz dolduran şadırvan bulunmaktadır. 1740 tarihli yine sultan I. Mahmut dönemi ürünü olan bu şadırvan anıtsal Ayasofya Camisi yanında göz dolduran bir öge olarak durmaktadır. Taştan avluyu adımlayıp, yapıya yaklaşınca sağda eski vaftizhane yapısı yükselir. Bugün Sultan İbrahim ve Mustafa'nın türbeleridir.

| i

M o z a ik le r

ıj M t i

g e rç e k te n

g ö z alıcıdır...

Buradan sonra iş yapıdan içeri girmeye kalır, fakat tunç kapı, süslemesi ve üzerindeki yazılarıyla sizleri biraz duraklatır. Ancak bir süre sonra içeri girebilir­ siniz. Bu kez de ortada kucağmda çocuk Isa’yı tutan Meryem, solunda kendisine kenti sunan imparator Büyük Konstantin, sağında yapıyı sunan lustinianus’- un oluşturduğu ilginç bir mozaik dikkatinizi çeker. 10. yüzyılın sonunda yapıldığı söylenen bü mozaikle beraber, bu kenti, bu yapıyı kuranları tammış olursunuz. Daha ilk başta sîzlere ipucu verir bu resimler. Aramdan mermer levhaların zenginleştirdiği, büyük kapıların biçimlendirdiği bir bölümde bulursunuz kendinizi. Tam karşınızda galerilere çıkan bölüm bulunmaktadır.

Ortalama 31 metre 36 santim çapındaki büyük kubbenin yarattığı bu tür bir görünüm etkiyi bir kez daha büyütmektedir. O anda mozaikler, mermerler, işlemeler gözünüzden silinmiştir. Her şey kendini ulu bir' mekân etkisine bırakmıştır. Neden sonra kendinize geldiğinizde güzelim sütunların, süslü mermerlerin yer yer kalmış mozaiklerin farkına varırsınız. Sonra size yabancı gelmeyen zarif Türk bezemecüiğinin ve sanatının ürünleri doldurur gözlerinizi. Bunlar bir mihrap, iki tarafında Kanuni’nin Budin’den getirdiği iki şamdan, IV. Murat’ın vaiz kürsüsü, 1847-49 yılından Hünkâr mahfili ve her biri çeşitli öykülere karışmış bir sü rü ' ilginç nokta. Gerçekten bu öykülerin çoğu inanılmazı güç olaylara bağlanmıştır. Bir bakıma bu öyküler gezenlerin görüşüne renk katarlar, gerçek paylan az olsa da.

1 i

S u lta n M a h m u t 'u n

ıjfcLL

ilgin ç k ü tü p h a n e si

Aym tip öykülerin yer aldığı yer bir sokak izlenimi veren yollardan geçerek çıkılan üst katta da karşımıza çıkar, özellikle yer yer kalmış mozaiklerde Bizans İmparatorluğu’nun ünlü imparatorları, imparatoriçeleri gözleriniz önünden geçerler. Sanat değerleri, renk özellikleri dönemlerin sanat anlayışım ortaya kor. Bu üst kattan her biri 7.5 metre çapındaki Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin yazılan dikkati çeker. Kısacası her dönemden bir ilginç özellik gelmiş yerleşmiştir yapmm bir yanına. Dışarda da aynı durum vardır. Ünlü Osmanlı sultanlarının içinde yattığı ilginç çinilerle bezeli türbeler bir bir sıralanır avluda. Bir yanda bütün bunlara karşın okumak, eskinin ünlü kitaplarım görmek isteyenler için bir köşeye yerleş­ tirilmiş Sultan I Mahmut’un 1739 tarihli ilginç kütüphanesi.

A n ıt s a l bir

g ir iş k a p ısı

916 yıl kilise, 481 yıl cami ve Atatürk’ün buyruğuyla 1934 yılından beri müze olarak kullanılan bu yapı artık gelip gidenin bir an olsun eksik olmadığı, kapısında biriken arabaların, her türlü işlemi yapan satıcüann kaynaştığı bir yerdir, içeri umursamaz bir edayla girenler, çıkışta biraz şaşırmış bulurlar kendilerini, İstanbul gününü görünce. Bizans imparatorluğu, Osmanlı imparatorluğu görmüş, VI. yüzyılda başkaldı­ rım dan bu yana ayakta durabilmesi Mimar Sinan nice ustaların el vurmasıyla sağlanmış erişilmez güzellikler edinmiştir. Artık Ayasofya büyük bir geçmişin mirasım, inceliğini, güzelliğini, özelliğini üzerinde taşımaktadır. Artık onun üzerinde geçmiş kadar hepimizin, bizim, bu kentin her şeyi saklıdır. Dünya sanatı içinde bir büyük yaratma, zaman içinde kazandığı öyküleri, içinde geçen olaylarıyla sosyal yapımız içinde bir varlıktır.

(5)

önde Mahmutpaşa Camii, arkada ise Nuruosmaniye Camii

MAÜMIJTPAŞA

I

.

— .

...

I

Mahm ut Paşa, İstanbul'un Türkler eline

geçtiği günden ilk biçimini aldığı güne

kadar Osmanlı İmparatorluğunu etkilemiş

bir kişidir. Büyük İmparatorluğun oluşumunda

Fatih Sultan M ehm et'in yanında yer almıştır.

İstanbul'un alınmasından sonra dinsel

görevleri yerine getirmek için üç dört

kiliseyi cami haline getirtmiştir.

YLE kişiler vardır ki, tarihin bilmem hangi döneminde gelmişlerdir dünyaya; kaygılı, umut­ lu, sevinçli günleri doldürup sonra bir uzun yolculuğa çıkmışlardır, ilk bakışta onların da yaşamı diğer ölümlüler gibidir. Doğmak, karınca kaderince yaşamak, ölmek. Karınca kaderince sözü belki tam karşılamayabilir, bazılarının sürdükleri ömrü. Çünkü büyük olaylara, akıl almaz serüvenlere karışmış olabilirler. Tarihin bir noktasını değiştirmiş olabilirler. Kendilerini ölümsüz kılacak şeyler yapmış olabilirler. O yüzden karınca kaderince sözü biraz küçümseme anlamına gelebilir onların yaşamlarını, yaptıklarını iyi bilyenlerin gözlerinde. “ Yaşamak belirli süre ömür sürmek değildir” diye işi başka bir alana kaydırırlar, dlhlarlar bütün bu başı sonu kesinlikle çizilmiş sürenin dışına taşabilmenin yollarını. Bir bölümü “geleceğe dönük, çağını yansıtan büyük sanat ürünleri bırakabil­ mek, belirli bir sanatçı kişiliğini sürdürebilmek de bir bakıma başı sonu belirli olan ömrü uzatabilir” derler. Bir bölümü ise “tarihin bir noktasından girip, kişiliğiyle onun yapısında büyük olaylara, değişik görüntülere yol

açanlar da geleceğe uzanabilirler” diye işin başka bir yönünü açıklarlar. Hep karınca kaderince sözcüğünün sınırlarını aşanları örnek vermeye çakşırlar. Bütün bu açıklamalara karşın bazı kişiler vardır ki önemli işler yapmalarının dışında, yaptırdıklarıyla, bıraktıklarıyla zaman içinde adlarım bir yerlere kazırlar. Çoğu kez gelecek kuşaklar pek geçmişini araştırmadan, onları anarlar sık sık. Zamanla çıkar dönemleri, yaptıkları, ama çoğu kez bunlardan da önce, bıraktıklarıyla anımsanırlar, yaşarlar yüzlerce yıl gelecek kuşakların içinde.

Böyle bir kişiden söz edeceğiz. Bu kentte İstanbul’da çocukluk çağım atlamış, kendi sokağının sınırlarını aşip, kentte dolaşma gücünü duyan, korkmadan tek başına da olsa gezen her kişinin az çok birkaç kez adını andığı bir kişiye, onun bıraktığı anıtlara değineceğiz.

Bayramlarda, ailelerin bir kenara para ayırıp alışveriş yapmaya kararlandıklan zaman, dolaşmak istedikleri bir semte adını veren, onu dağınık da olsa anıtlarla bezeyen bu kişi Mahmut Paşa’dır. Herkesin adım hemen anımsadığı bu kişi kimdi? Ne zaman yaşamıştı? Bu kentin yoğun yaşamına ne zaman girmişti? diye sorularla başlarsanız işe, o zaman ilk baştaki kolayca ammsamanız yetmez. Çünkü adı yaşamasına, anıtları yaşamasına, bir semti alabildiğine kaplamasına karşın, yaşadığı dönem çoğumuzun kafasında, düşüncelerinde, hemen açıklığa kavuşamaz. Birden tarihin karanlıklarını yırtamaz. Oysa adı kolaylıkla dilimize dolanan Mahmut Paşa, bu kentin Türkler eline geçtiği günden, ilk biçim alışma kadar Osmanlı împaratorluğu’nun geleceğini etkilemiş bir kişidir. Büyük bir imparatorluğun oluşumunda, bu kentin görünüşünü değiştirmek eyleminde, Fatih Sultan Mehmet’in yanında yer almıştır. Bir çok yönden bitmiş, tükenmiş bir kent, ancak uzun bir zaman süresi içinde biçimlenirken, onda kendisinden de bir şeylerin bulunmasını isteyen Mahmut Paşa, kentin ilginç bir noktasına cami yaptırmakla işe başlamıştır. Ardından değişik amaçlarla kullanılan diğer yapılanı izlemiştir.

Mahmut Pâşây-ı Vali adıyla da tanınan bu kişi İstanbul’un alınmasını izleyen günlerde sadrazam olmuş, uzun bir süre, 1466 yılma kadar bu görevde kalmıştır. Kaptan-ı Derya ve ikinci kez 1472 yılında sadrazam olan Mahmut Paşa, bu görevde uzun süre duramamış, tarihin karanlıklarında kalan bazı nedenler­ den dolayı 1473 yılında idam edilmiştir, ölümü çeşitli söylentilere kanşan Mahmut Paşa, bilime, kültüre önem veren, kendisi de bu yolda çaba gösteren bir kişi olarak tanınmıştır. Bilim ve sanat adamlarım haftada bir çevresine toplar, çeşitli konularda onlarla tartışırdı. Aynı zamanda şairdi. Şiirlerinde Adnî mahlasım kullanırdı. Bazı kişilerin kendi arkasından ölümünü planladıklarım sezinlediği zaman şu beyiti yazmıştı:

Rûyine hâil olan dîde-i hûnâbumdur ı Bana düşmenlik idenler yine ahbâbumdur.

Bu kentin bir semtinin admı aldığı Mahmut Paşa böyle bir kişiydi. Bu kentin bir semtinin* admı aldığı Mahmut Paşa böyle bir kişiydi. Fatih dönemi Istanbulu’nun yaşamına bağlı kalmıştı. O ilk günlerin heyecanım taşımıştı imparatorluğun sadrazamı olarak. İmparatorluk gibi, kentin biçimlenmesine de büyük sultan kadar katılmıştı. Bu kentlinin yaşamında yüzlerce yıl yer etmişti, sadrazamlığının dışında bıraktıkları anıtlarla. Birbirinden güzel anıtlarla. Sadrazamlığı, yaptığı yararlıklar, geçirdiği acılı-mutlu günler unutulmuştu. Kala kala bıraktıkları kalmıştı ortalıkta. Onlar yetmişti yaşamasına. Bu da değişik bir yoldu karınca kaderince yaşamanın dışına çıkabilmede.

İstanbul’un alınmasından sonraki ilk günlerde kenti alanların dinsel görevlerini yapabilmeleri için üç dört kilise hemen camiye çevrilmişti. Bunun yanı sıra ufak mescitler de yapılıyordu. Günümüze yazıtları ve kesin belgeleri kalmadığından hangisinin ilk olma özelliğini taşıdığını bilemiyoruz, bunlara karşılık Eyüp Camisi’- nin ilk biçimi ve yazıtının tarihini belirtecek belgeler günümüze ulaşmıştır. Bu yüzden 1458 yılında bugünkü caminin yerinde, Fatih dönemi yapısının yükseldiğini anlıyoruz. Bütün bunlara karşın bu cami ve yazıt da zamanı yenememiş, devamlı değişikliklere uğramış, zaman gerekli biçimi ona vermiştir. Mahmut Paşa

(6)

Caminin hünkâr mahfeliyle birlikte içten görünüşü.

(7)

Caminin nefis vitraylı pencereleri...

Camisi böylece yazıtı günümüze ulaşabilmiş ilk yapı olarak karşımıza çıkmaktadır. İstanbul’un alınmasın­ dan dokuz yıl sonra 1462 ydında yükselen bu yapı, erken dönem yapılarından, Fatih Murat Paşa, Rum Mehmet Camilerinden de öncedir.

Eskiden çevre yapılarıyla birlikte bir bütün oluşturan Mahmut Paşa Külliyesi’nden neler kalmış diye yola düşseniz en kolay yol Nuruosmaniye Caddesi’ni izlemektir. Nuruosmaniye Camisi’nin avlu kapısından içeri girmeden eğer sağa saparsanız, sizi ilk kez ilginç dükkânlar, kahveler karşılar. Sonra dar yolun sağında İstanbul’da benzeriyle karşılaşamayacağınız bir türbe belirir. İlk kez Mahmut Paşa Camisi’ni bulayım sonra türbeyi gözden geçiririm derseniz büyük ağaçları geçip türbe sırasındaki kesme taş yapının girişini bulmanız gerekir.

Sîzleri ilk karşılayan geç dönem özellikli tek şerefeli bir minareyle, kalın ayaklara oturan kubbeli bir son cemaat yeri olacaktır. Sonra sınırlı avlunun, Darüssaa- de Ağası Mustafa Ağa tarafından yaptırılan ve tekrar elden geçirilen şadırvanın farkına varırsınız. Eğer İstanbul’un bu en eski yapısını şöyle bütünüyle bir görmeye kalkarsanız, bu olanağa bulunduğunuz yerde ulaşamazsınız. Aşağıya setler halinde inen, yoğun tarihi ve yeni yapılarla çevrelenen Mahmut Paşa yapılar topluluğu, yaşamının ilk gününden beri kentin ticaret merkezinin içinde yer almıştır. Bir büyük uğultu, alışveriş; eksik-olmamıştır çevresinde. Bunu sağlayan bir bakıma Mahmut Paşa’nın yaptırdığı diğer yapılar­ dır.

J1

O r t a m e k a n

jjİH ıL

n a m a z b ö lü m ü d ü r

Genel olarak görebilme olanaklarının kısıtlı olduğu­ nun farkına varınca, tutulacak en kısa yol, son cemaat yerinden başlayarak adım adım yapıyı izlemektir. Bugünkü camilerde karşımıza çıkan sütunlu son cemaat yerinden biraz farklıdır. Kubbeler ağır ayaklara oturmaktadır. Yapılan araştırmalar bu ayakların yapının 1775 yılındaki onanını sırasmda yapıldığını göstermektedir. Sütunlar zamanla geçirdiği güçlükler yüzünden ayaklar haline getirilmiştir.

Bu cephedeki ilginç noktalar, anıtsal giriş kapısında toplanmaktadır. Üzerindeki yazıtlarla bu kapı, caminin geçirdiği uzun serüveni dile getirmektedir. Fatih dönemi yapışma III. Osman, II. Mahmut döneminde el vurulduğunu gösteren bu yazıtlan aşarsanız, garip bir mekâna ulaşırsınız. Bir ikinci son cemaat yeri gibi önünüzde beliren, ilginç özellikli kubbeler taşıyan bu geçiş mekânından sonra ancak bulursunuz mihrabı, minberiyle namaz kılman bölümü. Bezeme adına görülenler, 1936 ve sonraki onanırım ürünleridir. Mihrap ve mimberi 18. yüzyılda oluşmuştur. XV. yüzyıl özellikleri taşımamaktadır. Arka arkasına iki kubbenin biçimlendirdiği bu mekânda, her şey bundan ibaret değildir. Solda 1828 onanmı sırasında konan hünkâr mahfili bulunmaktadır. İçeriye giren ışıklann altında yapı, insanın üzerinde ağır bir etki bırakmaktadır. Hele XV. yüzyıl Osmanh yazıtlarına gözleri alışmışlar, böyle bir yapıya eklenenleri yadırgamaktadırlar. Aynca orta mekândan yanlara açılan geçitlerden, yapının bu orta mekânla bitmediği anlaşılınca, bir koridorun üzerinde toplanan üçer kubbeli bölümlerin ne amaçla kullanıldığı sorusu akla gelmektedir.

Erken Osmanh dönemi yapılarının tümü elden geçirilince, akla gelen soru cevaplanabilmektedir bir dereceye kadar. Ama gene de karanlıkta kalan bölümler bulunmaktadır. İznik, Bursa, Edime ve Balkanlarda, Osmanlı erken dönem merkezlerinde karsımıza çıkan bu yapılar, bir süre namaz kılma eyleminin yanı sıra değişik toplumsal sosyal görevleri de yerine getirmiştir. Yapıların bu yan mekanları oturup kalkılan, yaşanılan mekanlardır.Namaz görevini orta mekan yapmaktadır. Bütün bu açıklayıcı bilgilere karşın, Mahmut Paşa Camisi gene de değişik görünüşler getirmektedir bu tür yapılara.

G id e n le rin

a rd ın d a k a la n

y a p ıla r

Yan odalarım, bezemeli kubbelerini bir kez daha görüp yapıdan çıkanca, gözler ister istemez diğer ek yapılan aramaktadır. Çünkü bir türbe gözünüze ilişmiştir buraya gelinceye kadar. Onun dışında medresesi, mektebi, mahkeme kapısı, imareti olması gerekmektedir. Araştırmalarınız, avlu çevresinde dolaş­ malarınız sırasında bu yapılara rastlamayınca, ister istemez avlu kenarındaki kahvede dinlenen bir ihtiyara sorarsınız. O da medresesinden bir bölümün kaldığını bildirir size. Mahmut Paşa Ilkokulu’nun bahçesinde ancak kubbeli dershane kalmıştır koca medresede. O da değişikliklere uğramıştır. Mahmut Paşa türbesiyle Nuruosmaniye Camisi arasında yer alan Mektebi ortadan kalkmıştır. Caminin kuzeyinde ve son yıllara kadar bazı bölümleri ayakta olan ünlü Mahmut Paşa Mahkemesi de yitirilenler arasındadır, imareti de diğerlerinin sonunu paylaşmıştır.

Bu gidenlerin ardından “Kalan yapılar nelerdir?’’ diye bir düşünürsek, caminin yakm çevresinde ilk dikkatimizi çeken, çok değişik dış görünüşüyle türbe çıkar karşımıza, özellikle Nuruosmaniye Caddesi’nin yoğun kalabalığından sıyrılıp, köşeyi dönünce insanın böyle bir yapıyla karşılaşması ilginçtir. Birden

günümüzün telaşh dünyasından koparmaktadır insanı bu türbe. Çevresinde ağaçlar bitmiştir, yeşermiştir. Sanp sarmalamıştır yapıyı. Bir değişik görünüşe ulaşmıştır türbe. Türbeyi ağaçların biçimlendirmesi, lâcivert ve firûze renkli çinilere yeşilin katılmasından gelmektedir. Sekizgen gövdeli, kubbeyle örtülü, küfeki taşmdan bu türbenin her yüzü, belirli bir düzeyin üzerinden başlamak üzere zengin geometrik motifler meydana getiren bir çini bezemeyle biçimlendirilmiştir.

Çiniler, türbenin bitiminden sonra, yüzeyi 5 santim oyularak harçla yerleştirilmiştir. Bu tür bir beze düzeninin uygulandığı türbeye rastlamıyoruz İstanbul’­ da. Bir bakıma Selçuklu çini geleneklerini benliğinde saklayan bu türbeyle, uzun süre yaşamış Türk çini bezemeciliği son örneklerini vermektedir. Eğer insan çok ilginç bir türbe görmek isterse, özellikle yolu buralara düşmelidir. XV. yüzyıl ustalarının özenip, bezenerek neler yaptıklarına açıklıkla tanık olmalıdır.

(8)

Kapısı üzerindeki yazıttan, 1473 yılında Mahmut Paşa’nın gömüldüğü anlaşılan bu türbenin, dışındaki zengin görünüşe karşılık içi gayet yalındır. Türbe 1827 yılında II. Mahmut tarafından onartılmış, bunu 1950 yılında İkincisi izlemiştir. Çevresindeki diğer mezarlarla bir geçmişin ünlülerini benliğinde saklayan bu türbe İstanbul yaşamına bir başka özelliğiyle de girmişti. Eskiden işinden çıkarılanlar Mahmut Paşa, avlusundaki ilginç kahvelerde. Adliye’den çıkarılanlar da Ayasofya’- da yanan Adliye binasının karşısındaki kahvelerde otururlardı. Bu işten el çektirilenler ve halk, Enderun- dan çıkma ilk veziriazam olan Mahmut Paşa’yı devletin sürekli sadrazamı sayarlardı. Bundan dolayı devlet

dairelerinde işi olanlar, özellikle işten el çektirilenler, bir yere atanmak için dilekçe yazdıklarında bu dilekçelerini önce Mahmut Paşa türbedanna küçük bir para karşılığı verirlerdi. O da dilekçeyi bir gece türbede saklardı. Ertesi günü dilek sahibi dilekçesini geri alır, ilgili yere götürürdü. Bu işlemle, görev isteyenler kendilerini önce sürekli sadrazam niteliği taşıyan Mahmut Paşa’nm manevi yardımını sağlamış, iznini almış sayarlardı. Eski İstanbul yaşamında her yönüyle büyük bir yer tutan ayakta ve yıkılmış bu yapılarla bitmemektedir Mahmut Paşa’nm yaptırdıkları. Kaynaklardan öğren­ diğimize göre Mahmut Paşa’nm güzel çiçek ve bitkilerle donatılmış bahçeler içinde bir sarayı vardı. Kesinlikle

yeri belli olmasa bile bu saray ve bahçelerin Cağaloğlu’nda Millî-Eğitim Müdürlüğü ile Emniyet Sandığı’nın bulunduğu yere düşmesi gerekmektedir.

X V II. yüzyılda yıkılmış olması gereken bu sarayın yanı sıra çok az bir bölümü ayakta kalmış olan diğer bir yapı da Mahmut Paşa Hamamı’dır. Eğer Mahmut Paşa Camisi’ni dolaştıktan sonra kendinizi günün her saatinde kalabalık ünlü Mahmut Paşa yokuşuna bırakır, kalabalığa, gür sesli satıcılara dalmadan, gözlerinizi sol kıyıda gezdirirseniz, birden kesme taştan, bezemeli kapısı bulunan bir yapı karşınıza çıkar. Bu, semte admı veren kişinin hamamıdır. Biraz onarılmış, bitmiş, tükenmiş durumundan sıyrılmıştır. Dış görünüşü buru* göstermektedir. Kadmlar ve erkekler için olmak üzere çifte hamam olarak düşünülmüştü. Yanına han yapılırken kadınlar bölümünü yitirmiştir. Camiden dört, yıl sonra 1476 da yapılan bu hamam, kalabilen bölümleriyle bile İstanbul’un en özellikli hamamları arasmda yer alır, içindeki kubbeler ve diğer örtülerde ortaya çıkan zengin görünüşler, çok az yapıda vardır. İnsan zengin görünüşler içinde kendini yitirir, bir hamam yapısında bu kadar zenginliğe şaşırır.

Değineceğimiz tek bir yapı kaldı Mahmut Paşa’nın admı verdiği şemtte karşımıza çıkan. Ona da kısaca değinip bitirelim bu konuyu. Mahmutpaşa ve Çakmak­ çılar yokuşlarının köşesindeki bu yapı, İstanbul’un ve Türkiye’nin en büyük hanlarından Kürkçü Han’dır. 167 odalı ve iki büyük avlunun çevresinde gelişen bu hanın bazı özelliklerini depremler, diğer el vurmalar ve zaman değiştirmiş, çok şeyini alıp götürmüştür. Bütün bunlara karşm Mahmut Paşa’nm Kürkçü Hanı varlığını sürdürmektedir. Kesin bir tarihi yoksa da 1467 yılında yapılmış olması mümkündür.

Fatih’in uzun yıllar sadrazamlığını yapan, devletin şuurlarını genişletip, ününü dört bir yanda duyurması­ na yardım eden Mahmut Paşa’nm kim olduğu, ne zaman yaşadığı unutulsa da, bıraktıklarıyla o, yüzlerce yıldır yaşamaktadır İstanbulluların yaşamında. Bir büyük semt onun admı almış, o semti, yapıları, birbirinden ilginç özellikleriyle doldurmuştur. Gerçi bir bölümü artık yoktur, zaman eritmiş onları. Ama kalanlar bu ünlü sadrazamın nasıl geleceğe uzanmak, gelecekte yaşamak için çırpındığım göstermektedir. Bugün o türbesinde dingin bir uzun zamanı doldursa da, yapılarının çevresinde uiu bir kalabalık, günboyu canlı bir yaşamı sürdürmektedir.Bir bakıma gürültü, canlılık, onun yapılarının çevresinden ayrılmaz bir varlıktır. Zamanı aşan bir güçlü sestir.

--- "8.

EK:---BURSA C AM İLERİ

%

Mahmutpaşa Camii avlusundaki tarihî şadırvan.

Referanslar

Benzer Belgeler

İki sıra kitabesi bulunan şahidenin kitabe satırları kare çerçeve içerisinde nesih hat ile yazılmıştır.. Üst ve alt kısımları

[r]

Benzer olarak Akdoğan (2012) anne babası boşanmış veya boşanmamış olan ergenlerin algıladıkları sosyal destek düzeyleri üzerine yapmış olduğu araştırmada,

Dr.Nevzad ATLIĞ - Devlet sanatçısı olan Atlığ, yeni plaklarda Devlet Klasik Türk Müziği Korosu nu başarıyla yönetiyor... İstanbul Şehir Üniversitesi

Sanatı, yazıları ve yayıncılığı üze­ rinde bölüm bölüm değerlendir­ meler yapan Nesrin Karaca’nın bu doktora tezi 1993’ün sonun­ da Milli Eğitim Bakanlığı

Daha sonraki yıllarda Gazi Eğitim Enstitüsü sanat tari­ hi ve müzik tarihi öğretmenliği (1930), Milli Eğitim Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü, Şube

Halide Edib, diğer bütün yazıları için de kullandığı hususi olarak dar - uzun kesilmiş kâğıt­ lar üzerine en ince teferruatına kadar hazırladığı

Buna göre, kestane balının toplam fenolik madde içeriği ve hem DPPH metodunda hem de FRAP antioksidan analiz metodlarında incelenen diğer ballara göre daha