• Sonuç bulunamadı

Anadoluhisarı'nda [Anadolu Hisarı] bin yıllık İstanbul, yerli yerinde duruyor

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Anadoluhisarı'nda [Anadolu Hisarı] bin yıllık İstanbul, yerli yerinde duruyor"

Copied!
3
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

" T T -

5&f S $ 3

S İ Y A S E T 8 5

B İR PAZAR (İIA İ İSTANBUL

İnsanlar... semtler... izlenimler...

Yazı: REFİK DURBAŞ Fotoğraf: MEHMET YAŞİN

“ Deniz kıyısında, Göksu’nun denize ka­ rıştığı yerde bir kaya tepesinde olup, Yıl­ dırım Beyazid yapısıdır, sonra Fatib tamir ettirdiğinden çok kimseler, onu yaptı der­ ler. Seddatvâri yapılmış yüksek, sağlam bir kaledir. Ama küçüktür. Etrafı bin adım­ dır. Batıya bakan bir kapısı vardır. İçinde kale ağası evi, neferlerin evleri, iki yüz ka­ dar timar ehli neferi vardır. Köyleri hep Kocaeli sancağındandır. Cephanesi deniz kıyısında karşı Rumelihisan'na ve Akıntı- bumu'na bakan toplan vardır. Kale önün­ de Fatih Mehmed Han’ın bir camii vardır. Başka eserleri yoktur.”

Tarihin içinden______________

Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde Ana-

doluhisarı’nı böyle anlatıyor.

Bugünse Anadoluhisarı’nda ne kale ağa­ sı kalmış, ne neferler, ne de timar ehli ne­ ferlerin evleri...

de yükselişi Güzelhisar denmesine neden olmuş.

Hisar, Göksu deresi ağzıyla Boğaz ara­ sındaki dar toprağa kurulmuş. Yerleşme alanı buradan kuzeye, kıyı boyunca ya­ maçlara, Göksu’ya, güneyde Küçüksu ve Göksu çayırlarına yayılıyor. Güneyinde Kandilli, kuzeyinde Kanlıca yer alıyor.

Hisar, 16. yüzyıla kadar askerlik yönün­ den önemli. Surlarına dayalı ahşap evler var. 17. ve 18. yüzyılda Kara Kazakların akınlarında Hisar’dan yararlanılıyor.

Hisar çevresinin yerleşim bölgesi olarak kullanılmasına Fatih döneminde başlan­ mış. Fatih burada içinde sultan mahfili de bulunan bir cami yaptırmış. Eskiden de­ niz kıyısındaymış. Sonraları Göksu dere­ sinin artıklarıyla önü dolmuş.

Bu yüzden Hisar bugün epey içerde kal­ mış. Eski adı Aretas olan Göksu deresinin getirdiği topraklar üzerinde bugün yalılar,

A N A D O LU H İSA R IYüksek, sağlam bir kale. Çevresi bin adım. Yıldırım Bayezit ta­

rafından yaptırılmış. Bugün hangi yalnızlığın koyağında? Kale ağası, neferler neredeler? Gölgesi suya düşmüş yitik geçmişini m i düşünüyor hâlâ?

Aııaclolıılıisai’i’ııcla bin yıllık

İstanbul, yerli yerinde duruyor

Burada sözü Evliya Çelebi’den alıp Ana- doluhisarı’nın tarihine kısa bir göz atalım: Anadoluhisarı, Beykoz ilçesi sınırları içinde. Adını Yıldırım Beyazıt’ın yaptır­ dığı, bir adı da Güzelcehisar olan Anado- luhisarı’ndan almış. Başka kaynaklarda adı, Güzelhisar, Yenihisar, Yenicehisar, Akhisar olarak da geçiyor. Boğaz’ın mavi suları üstünde çevresine uyumlu bir

biçim-ahşap evler, bir de küçük plaj bulunuyor. Yalılardan biri Erdal İnönü’nün. Hisar’- ın hemen önünde ahşap, büyük bir yalı. Oldukça bakımsız. İçinde kendisi değil ba­ kıcısı oturuyor. Zaten yeni almış. Bir adam bahçede odun kırıyordu.

— Yazın çok güzel de kışın zor abi, di­

yor. Dünyanın odununu, kömürünü yak­

tık bir türlü ısınamıyoruz.

Tam karşısındaki öteki yalı AnkaralI

Adnan Bey adında birininmiş. Adnan Bey

yazın gelirmiş. Kışın Ankara’da oturur­ muş. Bu yalı da oldukça bakımlı, beyaz­ lar içinde gelinlik bir kız gibi.

Hisar’ın batıya bakan kapısı önünde bir küçük balıkçı kahvesi ve lokanta bulunu­ yor. Güneşli, bahardan kalma bir pazar günü. Boğaz sis içinde. Uzaktan vapur

dü-SÜ TÇÜ BEYG İRİYanından geçiyoruz, başını sallıyor. Sahibi süt dağıtmaya mı gitmiş?“Hepsi hepsi bir güğüm süt. Tümünü satsan

ne olacak? Ama sahibimin ekmeği de çıkıyor, benim yemim de... Ne at yarışları beyim. Ben kendimi bildim biteli sütçü beygiriyim» Gü­

nümün yarısı bu sokakta geçer, diğer yarısı aşağıda, iskele meydanında.

dükleri geliyor. Dere, boydan boya balık­ çı tekneleriyle dolu. Kimi ağ onarıyor, ki­ misi teknesini boyuyor. Yüzü güneş kav­ ruğu biri özenle temizlediği hamsileri ızga­ raya yerleştiriyor. Kahvenin önünde iki ba­ lıkçı konuşuyor. Tablalar içinde istavritler denizden yeni çıkmış gibi.

Ahmet Kaptan fileto çıkarırken bir yan­

dan da Hüseyin Ağa’ya iaf yetiştiriyor: — Avrupa görmüşsün ama dünyadan haberin yok!

—Bunca yıl ortanın solunu savundun, sonra gidip oyunu ANAP’a attın. Biz adam mı oluruz? Elbet Avrupa gördüm. Glaskow’da bir şoföre İngiliz misin dedim, yüzüme ters ters bakıp, “ Ben Londra’da oturan o züppelerden değilim, gerçek bir İngilizirn” dedi.

Ardından patlatıyor kahkahayı.

Balık sohbetleri______________

İki sandalye çekip yanlarına oturuyoruz. Haşan Usta çay söylüyor.

— Neyle geçinir bura halkı? diye söze giriyor Mehmet.

P a z a r Sokak, geniş bir

yol. Cumbalı, ahşap

evler. Bin yıl öncesinin

İstanbul'u, olduğu gibi

yerli yerinde. Sanki hiçbir

şey değişmemiş. Pazar

Sokaktan Otağtepe

Caddesine çıkılıyor. Adı

cadde, ama daracık.

Evlerin bacaları neredeyse

birbirine değecek.

Oldukça dik.

— Çoğu balıkçıdır, gerisinin belirli bir işi yoktur. Mevsimlik işler yaparlar. Çok azı da işte İstanbul’da filan iş tutar, diye

yanıtlıyor Haşan Usta.

Gazeteci olduğumuzu, Cumhuriyet’te çalıştığımızı söylüyoruz biz de.

— Senin gazeten diyor, Hüseyin Ağa, yi­ ne Ahmet Kaptan’a takılarak.

— Ağır gazetedir, ciddidir, diye söze gi­

riyor Haşan Usta.

— Senin ağırlığın da buradan geliyor, di­ yerek kahkahayı patlatıyor yine Hüseyin Ağa.

Eskiden İstanbul’un ünlü incir, fındık, çilek, üzümü Anadoluhisarı’nda yetişirmiş. Her taraf bağhk bahçelikmiş. Mısır da var­ mış. H atta daha yakın zamana kadar

(2)

san-ğu Karadeniz uşağı, Suvazlı, Erzurumlu, Niğdeii. Ne istersen var.

Biraz sonra izin istiyoruz. Haşan Usta, bir kasadan dö rt elma alıyor. İkisini Meh­ met’e ikisini bana uzatıyor:

— Bizim oranın, Niğde’nin elmaları. Afiyetle...

Sözünü bitirmeden öteki kasadan bir naylon torba içinde iki büyük rakı çıkarı­ yor. Izgarada balıklar hazır. Elmalar yı­ kanmış, mandalinalar soyulmuş. Onlar kalkıp tekneye doğru yürüyorlar, ra k ı üze­ rine balık sohbetine. Biz kale önünden çar­ şıya vuruyoruz.

Video mağazası___________ _

V apur iskelesinin önü b ir küçük mey­ dan. Meydanın çevresinde küçük küçük dükkânlar. Çoğu kapalı. Ortalıkta d a pek kimse yok. Yalnız manavlar açık. Sıra sı­ ra marullar, salatalar, kara lahanalar, maydanozlar, rokalar, kırmızı ve kara turplar.

Bir marul, salata, bir küçük kırmızı la­ hana, b ir kara turp, bir demet roka ve m aydanoz 500 lira.

— B iraz pahalı değil mi diyorum.

— D aha buranın malı çıkmadı ağabey,

diyor manav. Çıksın ucuzlar.

Deniz kıyısı balıkçı lokantaları, restoran­ larla do lu . Anadoluhisarı’nın süperstarlan Todori v e Madam Taskin. Adları sarı ışık­ larla, kocaman yazılmış çünkü.

Yerli halktan pek giden olmuyor. Daha çok dışardan, karşıdan geliyorlar rakı-balık sohbeti için.

İstanbul’un h e r köşesinde mantar gibi biten vid eo kulüpleri de yok. Örneğin Vi­

déothèque, burada bir şube açmamış. Ku­

lüp yerine video mağazası var. Göreme Vi­

deo Mağazası, Mağazanın sağı solu, Grun­

dig, Philips, Telefunken, Nordmende, Schaub-Lorenz, Blaupunkt, National, Si­ emens, AEG, Sony, Akai, Dual gibi renkli tak la la rla süslenmiş. Mağazanın önünde b ir bez a f iş üzerine: “ Göreme Video

Ma-M *

G Ö KSU D ERIıSl"Ab-t hayat b ir nehirdir ki AlemdağlanncZan akıp gelir. İk i tarafla­

rı yü ksek ağaçlarla süslü bağlardır. ’ ’ Evliya Çelebi, 18. yüıyılcJa Göksu Deresi’ni böyle anlatıyor. Bugünse derenin iki tarafında ne bağlar kalm ış, ne sneyve bahçeleri, ne bos- tanlar. Yeşil b ir su kiri-pisliğiyle H isar’ın yanından B o ğ a z a ulaşıyor. Balıkçı kayıkları bin y ıllık bir rüyayı yaşar gibiler...

Ş E Y T A N UÇURTM ASI—Birazdan ipi kopacak şeytan uçurtmasının. Ve çocuklar Bo- ğaz’ın mavi sularına çığlık çığlığa koşacaklar. Am ca ne mi görüyor gökyüzünde. Çığlık çığlığa uçan çocukların gölgesini mi? Bakkal amca, camiye gitti. Şimdi gelir. A li Usta, bir çay daha içelim. Bak bak, nasıl uçuyor şeytan uçurtması. Hadi Boğaz’a Boğaz’a ço­ cuklar, mavi sulara...

gazası, yerli-yabancı video filmleriyle hizmetinizde’’ yazısı okunuyor.

Müslüman olan Amerikalı

Çarşıdan yukarı, Pazar sokağa giriyo­ ruz. Sokağın başında yıkılmaya yüz tut­ muş, ahşap, dışı yeşil boyalı küçük bir ev ilgimizi çekiyor. Yaşlı bir kadın donuk göz­ lerle sokağı seyrediyor. Hemen karşısında yine yaşlı bir adam masaya abanmış bir kâ­ ğıttan bir şeyler okuyor. Daha içerisi loş bir ışık içinde. Ürkek adımlarla kapıya yaklaşıyoruz. Burasının bir kahve olduğu aklımızın ucundan bile geçmiyor.

Usulca kapıyı açıp içeri süzülüyoruz, içerde topu topu dört masa var. Boş olan kapı önündekine ilişiyoruz. Dipte iki kişi

domino oynuyor, iki kişi de onları seyre­ diyor. Ayakta olanın sesi işitiliyor yalnızca: — İnsanın değeri mi kaldı. Bir mikap ke­ reste 84 bin lira. İnsan kaç para? Bu inek 30 bin lira. İnsan kaç para?

Kimse ilgilenmiyor bizimle. Duvar dibi­ ne sıralanmış sandalyelere pineklemiş 8-10 kişi ve bir kadın. Bir de ocaktaki kahveci. Hepsinin yaş ortalaması 60’ın üzerinde. Kadın birden yüzünü sokaktan çevirip kar­ şısında takvim yaprağı okuyan adama ses­ leniyor:

— Ne yazıyor, ne yazıyor?

Ben kahveciye elimle iki çay işareti ya­ parken, adam çok ciddi:

—Sen anlamazsın, diyor. Bu çok eski. Tarih yazıyor. Fatih’i, Yıldınm’ı yazıyor.

dallarına kurdukları koca kazanlarıyla mı­ sır satıcıları ayrı b ir renk verirlermiş Hi- sar’a. Şimdiyse o üzüm bağlarının, meyve bahçelerinin yerini beton-briket yığını bi­ çimsiz yapılar almış. Bir çay daha söylü­ yoruz, Haşan Usta anlatıyor:

— Ben çok kitap okurum. Bir yerde okumuştum. Bu Göksu’ya eskiden padi­ şahlar gelirmiş, şairler, büyük adamlar ge­ lirmiş. Şu mezarlığın ilerisindeki bahçeler varmış. Orada oturup sabaha kadar eğle­ nir, helva sohbetleri yaparlarmış. Hani biz de bugün rakı sohbeti, balık sohbeti yapı­ yoruz ya işte öyle.

— P eki buranın yerlileri kimlerdir diye soruyorum.

— N e yerlisi diyor Ahmet Kaptan.

Ço-(jröJksu Deresi üzerindeki

Evliya Çelebi'nin

bahsettiği ahşap

köprünün yerine beton

köprü yapılmış. N e bağlar

kalmış, ne meyve

bahçeleri, ne de

bostarılar. Un

değirmenlerinin yerini

beton-briket kırması

gecekonc/u azmanı

Karadeniz yapısı binalar

almış. Elma Niğde'den

geliyor, peynir

Almanya 'dan.

■ *7^

»

'v i

\

(3)

S İ Y A S E T 8 5

Y A Z IL A N VE OK U N AN T A R İH — “Sen anlamazsın. Bu çok eski. Tarih yazıyor. Fatih ’i, Yıldırım ’ı yazıyor. Bunlar bir şey mi? Benim kitaplarım var. Ben hep tarih okurum. Bak, Çaldıran Savaşı’nı nasıl yapmışlar? O zaman ne heybetli adamlar yarm ış. ” Pazar sokağın girişinde yıkılmaya yüz tutmuş, ahşap, yeşil boyalı, küçük kahvede bir adam takvim yaprağından yukarıdaki sözleri okuyor. ı arihin içinde tarih olmuş insanlar...

Bunlar bir şey mi? Benim kitaplarım var. Ben hep tarih okurum. Bak, Çaldıran Sa- vaşı’m nasıl yapmışlar. O zaman ne hey­ betli adamlar varmış.

Bu sırada arkamızda bir ses söze karışıyor:

— Bak bu da güzel. Müslüman olan bir Amerikalı fizik mühendisim yazıyor.

Ve başlıyor okumaya:

“ New York’ta yaşayan Amerikalı fizik mühendisi bir kız Müslüman olmuş ve Ley­ la adını almıştır. Dansa, caza, diskoya git­ meyen Leyla, bir gün üniversite kütüpha­ nesinde Kuran-ı Kerimi görmüş ve okuma­ ya başlamıştır. Müslümanlığı anlayan Ley­ la ...”

Gerisini getiremiyor, başlıyor öksürme­ ye.

Mehmet, “ Fotoğraf çekebilir miyim?” diye çekinerek kahveciyle konuşuyor. Kim­ sede bir tepki yok. Sadece gülümsüyor kahveci.

Kahve ocağının sol başında naylonu yır­ tılmış bir raf üzerinde belki 40 yıllık bir radyo. Yanında bir Atatürk büstü. Rad­ yonun solunda çerçeve içinde bir ayet. Sa­ ğında çiviye asılmış bir naylon torba. Ra­ fın altında asılı iki takvim. Günlerden pa­ zar olmasına karşın, takvim 28 ocak pa­ zartesiyi gösteriyor. Yaşlıların zamanla ya­ rışı mı?

Mehmet tam deklanşöre basacak biri fır­ lıyor hemen:

—Dur beyim tozunu alayım.

Mehmet resim çekerken ben kahveciyle konuşuyorum. Anlatıyor:

— Adım Ali. Erzurumluyum. İçinden. 4 oğlum var. Biri mühendis. Üsküdar’da. Buranın adı N. Aydoğdu Kıraathanesi. 100 yıldan fazladır buranın tarihi. Bir ara bak­ kal olmuş, bir ara kasap. Ama uzun za­ mandır kahve. Ben 20 yıldır hurdayım. Her yıl gider gelirim Erzurum’a. Bak bu da Su- vazlı. Benden önce o çalıştırırdı.

Eliyle ocağın önünde oturan birini gös­ teriyor. O da,

— Ben 77 yaşındayım, bildim bileli bu­ rası kahvedir, diye onaylıyor.

Bir çay daha söylüyorum. Kalkarken

Mehmet elini cebine atıyor. Ali Dayı, — Yo olmaz, bak hemşeriyiz, ikramımız olsun, bir daha sefere... diyerek parayı

almıyor,____________________________

Her şey olduğu gibi__________

Pazar sokak geniş bir yol. Denizden yu­

karı vuruyoruz. Cumbalı, ahşap evler. 1000 yıllık İstanbul olduğu gibi yerli yerin­ de. Sanki hiçbir şey değişmemiş. Dört te­ kerlekli sütçü arabasını çeken at da sanki bin yaşında. Bir şeyler düşünür gibi. Ye­ lesini okşadığımın farkında bile değil. Bir çocuk yerde sürüklenen şeytan uçurtmasıy­ la denize doğru koşuyor. Az sonra kanat açıp Boğaz’ın sisli sularına karışacak sanki.

Pazar sokağa paralel Otağtepe caddesi­

ne çıkıyoruz bir ara sokaktan. Adı cadde

ama aslında Pazar sokağın üçte biri geniş­ liğinde. Evlerin bacaları neredeyse birbirine değecek. Oldukça da dik. İleride Kavacık’a çıkıyormuş.

7-8 çocuk dik yokuşta top oynuyor. Ya- nnm yıldızlan. Kondisyonları belli, olduk­ ça yüksek.

Eski ve yeni yapılar yan yana. Yeni ya­ pılar beton yığını ve alt katların pencere­ leri demir parmaklıklı. Bir kamyonet cum­ balara, demir parmaklıklara sürünerek ge­ çip gidiyor. “ Patates de 100 lira, soğan

da.”

Mehmet Paşa çeşmesi önünde bir adam

çiklet, bisküvi satıyor. Elinde bir Türk bay­ rağı. Çeşmenin suyu akıyor ama üzerinde bir yazı: Kaynatmadan içmeyiniz.

Bir eski konak. Kapı numarası 4. Eski

A VRUPA GÖRMÜŞ A D A M“Ben Londra’da oturan züppelerden değilim, gerçek bir

İngilizim. ” Hüseyin Ağa, Avrupa görmüş, şimdi balıkçılık yapıyor. Balıklar temizlene­ cek. Mangal ateşi hazır. Rakılar buza yatırılmış. Eskiden helva sohbetleri yapılırmış, şim­ diyse rakı-balık sohbeti yapılıyor.

yazıyla da 4. Çekip gitmişler mi içinde otu­ ranlar?

Otağtepe’den aşağı, denize doğru dönü­ yoruz. Sağımızda çinko bir duvar. Üzerin­ de çiviyle oyulmuş, özenli bir yazı. CAFE-

RUSTA 1931. Önce Cafe Rusta diye oku­

yoruz. Lokanta işleten Beyaz Ruslar üze­ rine konuşuyoruz. Neden sonra, yapıyı ya­ pan, Cafer Usta’yı çıkarıyoruz.

Biraz sonra, üç yol ağzında önümüzü

Muhaşşi Sinan Paşa camisi kesiyor. Mu- haşşi korkutucu anlamına geliyormuş.

Ama hiç de öyle korkutucu bir hali yok. Küçük, şirin bir cami. İçerde 3-5 kişi na­ maz kılıyor. Ne çabuk öğle oldu?

Caminin tam karşı köşesinde bir bakkal dükkânı. Kapısı açık ve içerde kimse yok. Başörtülü bir kadın kapının önünde

bek-11

iscır'in batıya bakan

kapısı önünde küçük bir

balıkçı kahvesi var. Dere,

boydan boya balıkçı

tekneleriyle dolu. Kimi ağ

onarıyor, kimisi teknesini

boyuyor.

liyor. Herhalde bakkal amca namazda. Dükkânın ön vitrini değil ama yan vit­ rini oldukça özenle düzenlenmiş. Bir dos­ ya kâğıdına yazılmış “ Mangal kömürü ve

yak bulunur” , “Gaz bulunur” yazıları dik­

kati çekiyor. Cama da “ithal peynir

gelmiştir” yazılmış beyaz boyayla. Neler

yok ki vitrinde: Reçel, süttozu, kekmiks, çay kaşığı, ampul, salça, Bixi Cola, poşette kahve, omo, mısırözü yağı, Marlboro, şampuan..

Tarihle şimdinin iç içe olduğu gibi ithal mallarla yerli mallar koyun koyuna.

Otağtepe’den Setüstü’ne iniyoruz. Bir adam sokak kapısının önünde ayakkabı­ larını çıkarıp eve giriyor. Kanije sokağını geçip onun bir altındaki Kızılserçe sokağı­ nın başında duruyoruz. Sokak eğri çizgi­ lerle Göksu deresine paralel uzanıyor. Sol yanı boydan boya Hisar mezarlığı. Kavuk­ lu, fesli mezar taşlan arasından selviler baş­ larını sisli gökyüzüne uzatmışlar. Selviler- den başka da ağaç yok.

Güzelcehisar ilkokulu Göksu’nun kıyı­

sında. Önünde Hasan Efendi ve ailesinin mezarhğı var. Sacdan bir korunağa almış­ lar. “ Hasan Efendi D. 1131 ve Ailesi D.

1148” yazısı mezar taşının üzerindeki mer­

mere kazınmış. Korunağın önüne asılmış bir kutuda 5-6 mum yanıyor. İki çocuklu bir aile ürkek adımlarla yatırın önünden geçiyor. Kadının dudaklarının kıpırdadı­ ğını görüyorum.

Bakkal Mehmet de Otağtepe’ki bakkal­

dan farklı değil. Hatta ondan daha büyük. Bunun da vitrini ithal malı mallarla dolu. Fazla olarak viski bile var: Black-White,

Long John, Haig, Teacher’s. Bir de abon­

man bileti.

Burada söze biraz ara verip yine Evliya Çelebi’ye kulak verelim:

“ Ab-ı hayat bir nehirdir ki Alemdağla- nndan akıp gelir. İki tarafları yüksek ağaç­ larla süslü bağlardır. Ekseri yerleri Halı- cızade bahçeleri ve un değirmenleridir. Bu nehir üzerinde bir tahta köprü vardır. Bü­ tün âşıklar kayıklar ile nehirden ileride fe­ rah köylere varıp ağaçlar altında zevk ve sohbet ederler.”

Bugün ağaç köprünün yerini beton bir köprü almış. Ne bağlar kalmış, ne meyve bahçeleri, ne de bostanlar. Un değirmen­ lerinin yerini beton-briket kırması gecekon­ du azmanı Karadeniz yapısı binalar almış. Elma Niğde’den geliyor, peynir Almanya’­ dan, Danimarka’dan.

— Şeytan uçurtmasının ipi koptu. Bo­ ğazın mavi sularına düştü çocuğun gölge­ si. Nasılsa vakit var daha son vapurun kalkmasına. Tazele çayları Ali Usta...

Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

Şöyle ki, ağırlaştırılmış müebbet hapiste otuz yılını, müebbet hapiste yirmi dört yılını ceza infaz kurumunda geçirerek koşullu salıverilen bir hükümlünün,

Buna karşılık Welzel, ancak fonk- siyon gören hukuksal yararların bulunduğunu, yani etkili olan ve etki kabul eden yararların bulunduğunu; hukuksal yararlar için rizikolar

History of peripartum or any time depression, history of psychiatric disorders in the family, health problems in the pregnancy period, and unplanned pregnancy were significantly

In this study, Gram-positive Staphylococcus aureus lipoteichoic acid (LTA) dose dependently (0.1-1.0 microg/mL) and time dependently (10-60 min) inhibited platelet aggregation

裝戴固定假牙注意事項 返回 醫療衛教 發表醫師 發佈日期 2010/02 /03 飯後及睡前均應刷牙,利用軟毛牙刷、牙線、牙間刷清潔,以保持口

Öğrencilerin mezun oldukları liseye göre turizm mesleğine ilişkin al- gıları incelendiğinde, turizm lisesi çıkışlı öğrencilerin hem olumlu hem de olumsuz ifadelerde

英國《泰晤士高等教育》(Times Higher Education)於 1 月 16 日 公布「2019 年新興經濟體大學排名」,臺北醫學大學位居 37 名,於 32

Askerin caniliği dışında, Ian’ın da bu vahşeti etkileyici bulması, dört kadına tecavüz etmenin bir kadına etmekten daha güzel olduğunu düşünmesi toplumun ne