" T T -
5&f S $ 3
S İ Y A S E T 8 5
B İR PAZAR (İIA İ İSTANBUL
İnsanlar... semtler... izlenimler...
Yazı: REFİK DURBAŞ Fotoğraf: MEHMET YAŞİN
“ Deniz kıyısında, Göksu’nun denize ka rıştığı yerde bir kaya tepesinde olup, Yıl dırım Beyazid yapısıdır, sonra Fatib tamir ettirdiğinden çok kimseler, onu yaptı der ler. Seddatvâri yapılmış yüksek, sağlam bir kaledir. Ama küçüktür. Etrafı bin adım dır. Batıya bakan bir kapısı vardır. İçinde kale ağası evi, neferlerin evleri, iki yüz ka dar timar ehli neferi vardır. Köyleri hep Kocaeli sancağındandır. Cephanesi deniz kıyısında karşı Rumelihisan'na ve Akıntı- bumu'na bakan toplan vardır. Kale önün de Fatih Mehmed Han’ın bir camii vardır. Başka eserleri yoktur.”
Tarihin içinden______________
Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde Ana-
doluhisarı’nı böyle anlatıyor.
Bugünse Anadoluhisarı’nda ne kale ağa sı kalmış, ne neferler, ne de timar ehli ne ferlerin evleri...
de yükselişi Güzelhisar denmesine neden olmuş.
Hisar, Göksu deresi ağzıyla Boğaz ara sındaki dar toprağa kurulmuş. Yerleşme alanı buradan kuzeye, kıyı boyunca ya maçlara, Göksu’ya, güneyde Küçüksu ve Göksu çayırlarına yayılıyor. Güneyinde Kandilli, kuzeyinde Kanlıca yer alıyor.
Hisar, 16. yüzyıla kadar askerlik yönün den önemli. Surlarına dayalı ahşap evler var. 17. ve 18. yüzyılda Kara Kazakların akınlarında Hisar’dan yararlanılıyor.
Hisar çevresinin yerleşim bölgesi olarak kullanılmasına Fatih döneminde başlan mış. Fatih burada içinde sultan mahfili de bulunan bir cami yaptırmış. Eskiden de niz kıyısındaymış. Sonraları Göksu dere sinin artıklarıyla önü dolmuş.
Bu yüzden Hisar bugün epey içerde kal mış. Eski adı Aretas olan Göksu deresinin getirdiği topraklar üzerinde bugün yalılar,
A N A D O LU H İSA R I — Yüksek, sağlam bir kale. Çevresi bin adım. Yıldırım Bayezit ta
rafından yaptırılmış. Bugün hangi yalnızlığın koyağında? Kale ağası, neferler neredeler? Gölgesi suya düşmüş yitik geçmişini m i düşünüyor hâlâ?
Aııaclolıılıisai’i’ııcla bin yıllık
İstanbul, yerli yerinde duruyor
Burada sözü Evliya Çelebi’den alıp Ana- doluhisarı’nın tarihine kısa bir göz atalım: Anadoluhisarı, Beykoz ilçesi sınırları içinde. Adını Yıldırım Beyazıt’ın yaptır dığı, bir adı da Güzelcehisar olan Anado- luhisarı’ndan almış. Başka kaynaklarda adı, Güzelhisar, Yenihisar, Yenicehisar, Akhisar olarak da geçiyor. Boğaz’ın mavi suları üstünde çevresine uyumlu bir
biçim-ahşap evler, bir de küçük plaj bulunuyor. Yalılardan biri Erdal İnönü’nün. Hisar’- ın hemen önünde ahşap, büyük bir yalı. Oldukça bakımsız. İçinde kendisi değil ba kıcısı oturuyor. Zaten yeni almış. Bir adam bahçede odun kırıyordu.
— Yazın çok güzel de kışın zor abi, di
yor. Dünyanın odununu, kömürünü yak
tık bir türlü ısınamıyoruz.
Tam karşısındaki öteki yalı AnkaralI
Adnan Bey adında birininmiş. Adnan Bey
yazın gelirmiş. Kışın Ankara’da oturur muş. Bu yalı da oldukça bakımlı, beyaz lar içinde gelinlik bir kız gibi.
Hisar’ın batıya bakan kapısı önünde bir küçük balıkçı kahvesi ve lokanta bulunu yor. Güneşli, bahardan kalma bir pazar günü. Boğaz sis içinde. Uzaktan vapur
dü-SÜ TÇÜ BEYG İRİ — Yanından geçiyoruz, başını sallıyor. Sahibi süt dağıtmaya mı gitmiş?“Hepsi hepsi bir güğüm süt. Tümünü satsan
ne olacak? Ama sahibimin ekmeği de çıkıyor, benim yemim de... Ne at yarışları beyim. Ben kendimi bildim biteli sütçü beygiriyim» Gü
nümün yarısı bu sokakta geçer, diğer yarısı aşağıda, iskele meydanında. ”
dükleri geliyor. Dere, boydan boya balık çı tekneleriyle dolu. Kimi ağ onarıyor, ki misi teknesini boyuyor. Yüzü güneş kav ruğu biri özenle temizlediği hamsileri ızga raya yerleştiriyor. Kahvenin önünde iki ba lıkçı konuşuyor. Tablalar içinde istavritler denizden yeni çıkmış gibi.
Ahmet Kaptan fileto çıkarırken bir yan
dan da Hüseyin Ağa’ya iaf yetiştiriyor: — Avrupa görmüşsün ama dünyadan haberin yok!
—Bunca yıl ortanın solunu savundun, sonra gidip oyunu ANAP’a attın. Biz adam mı oluruz? Elbet Avrupa gördüm. Glaskow’da bir şoföre İngiliz misin dedim, yüzüme ters ters bakıp, “ Ben Londra’da oturan o züppelerden değilim, gerçek bir İngilizirn” dedi.
Ardından patlatıyor kahkahayı.
Balık sohbetleri______________
İki sandalye çekip yanlarına oturuyoruz. Haşan Usta çay söylüyor.
— Neyle geçinir bura halkı? diye söze giriyor Mehmet.
P a z a r Sokak, geniş bir
yol. Cumbalı, ahşap
evler. Bin yıl öncesinin
İstanbul'u, olduğu gibi
yerli yerinde. Sanki hiçbir
şey değişmemiş. Pazar
Sokaktan Otağtepe
Caddesine çıkılıyor. Adı
cadde, ama daracık.
Evlerin bacaları neredeyse
birbirine değecek.
Oldukça dik.
— Çoğu balıkçıdır, gerisinin belirli bir işi yoktur. Mevsimlik işler yaparlar. Çok azı da işte İstanbul’da filan iş tutar, diye
yanıtlıyor Haşan Usta.
Gazeteci olduğumuzu, Cumhuriyet’te çalıştığımızı söylüyoruz biz de.
— Senin gazeten diyor, Hüseyin Ağa, yi ne Ahmet Kaptan’a takılarak.
— Ağır gazetedir, ciddidir, diye söze gi
riyor Haşan Usta.
— Senin ağırlığın da buradan geliyor, di yerek kahkahayı patlatıyor yine Hüseyin Ağa.
Eskiden İstanbul’un ünlü incir, fındık, çilek, üzümü Anadoluhisarı’nda yetişirmiş. Her taraf bağhk bahçelikmiş. Mısır da var mış. H atta daha yakın zamana kadar
san-ğu Karadeniz uşağı, Suvazlı, Erzurumlu, Niğdeii. Ne istersen var.
Biraz sonra izin istiyoruz. Haşan Usta, bir kasadan dö rt elma alıyor. İkisini Meh met’e ikisini bana uzatıyor:
— Bizim oranın, Niğde’nin elmaları. Afiyetle...
Sözünü bitirmeden öteki kasadan bir naylon torba içinde iki büyük rakı çıkarı yor. Izgarada balıklar hazır. Elmalar yı kanmış, mandalinalar soyulmuş. Onlar kalkıp tekneye doğru yürüyorlar, ra k ı üze rine balık sohbetine. Biz kale önünden çar şıya vuruyoruz.
Video mağazası___________ _
V apur iskelesinin önü b ir küçük mey dan. Meydanın çevresinde küçük küçük dükkânlar. Çoğu kapalı. Ortalıkta d a pek kimse yok. Yalnız manavlar açık. Sıra sı ra marullar, salatalar, kara lahanalar, maydanozlar, rokalar, kırmızı ve kara turplar.
Bir marul, salata, bir küçük kırmızı la hana, b ir kara turp, bir demet roka ve m aydanoz 500 lira.
— B iraz pahalı değil mi diyorum.
— D aha buranın malı çıkmadı ağabey,
diyor manav. Çıksın ucuzlar.
Deniz kıyısı balıkçı lokantaları, restoran larla do lu . Anadoluhisarı’nın süperstarlan Todori v e Madam Taskin. Adları sarı ışık larla, kocaman yazılmış çünkü.
Yerli halktan pek giden olmuyor. Daha çok dışardan, karşıdan geliyorlar rakı-balık sohbeti için.
İstanbul’un h e r köşesinde mantar gibi biten vid eo kulüpleri de yok. Örneğin Vi
déothèque, burada bir şube açmamış. Ku
lüp yerine video mağazası var. Göreme Vi
deo Mağazası, Mağazanın sağı solu, Grun
dig, Philips, Telefunken, Nordmende, Schaub-Lorenz, Blaupunkt, National, Si emens, AEG, Sony, Akai, Dual gibi renkli tak la la rla süslenmiş. Mağazanın önünde b ir bez a f iş üzerine: “ Göreme Video
Ma-M *
G Ö KSU D ERIıSl— "Ab-t hayat b ir nehirdir ki AlemdağlanncZan akıp gelir. İk i tarafla
rı yü ksek ağaçlarla süslü bağlardır. ’ ’ Evliya Çelebi, 18. yüıyılcJa Göksu Deresi’ni böyle anlatıyor. Bugünse derenin iki tarafında ne bağlar kalm ış, ne sneyve bahçeleri, ne bos- tanlar. Yeşil b ir su kiri-pisliğiyle H isar’ın yanından B o ğ a z a ulaşıyor. Balıkçı kayıkları bin y ıllık bir rüyayı yaşar gibiler...
Ş E Y T A N UÇURTM ASI—Birazdan ipi kopacak şeytan uçurtmasının. Ve çocuklar Bo- ğaz’ın mavi sularına çığlık çığlığa koşacaklar. Am ca ne mi görüyor gökyüzünde. Çığlık çığlığa uçan çocukların gölgesini mi? Bakkal amca, camiye gitti. Şimdi gelir. A li Usta, bir çay daha içelim. Bak bak, nasıl uçuyor şeytan uçurtması. Hadi Boğaz’a Boğaz’a ço cuklar, mavi sulara...
gazası, yerli-yabancı video filmleriyle hizmetinizde’’ yazısı okunuyor.
Müslüman olan Amerikalı
Çarşıdan yukarı, Pazar sokağa giriyo ruz. Sokağın başında yıkılmaya yüz tut muş, ahşap, dışı yeşil boyalı küçük bir ev ilgimizi çekiyor. Yaşlı bir kadın donuk göz lerle sokağı seyrediyor. Hemen karşısında yine yaşlı bir adam masaya abanmış bir kâ ğıttan bir şeyler okuyor. Daha içerisi loş bir ışık içinde. Ürkek adımlarla kapıya yaklaşıyoruz. Burasının bir kahve olduğu aklımızın ucundan bile geçmiyor.
Usulca kapıyı açıp içeri süzülüyoruz, içerde topu topu dört masa var. Boş olan kapı önündekine ilişiyoruz. Dipte iki kişi
domino oynuyor, iki kişi de onları seyre diyor. Ayakta olanın sesi işitiliyor yalnızca: — İnsanın değeri mi kaldı. Bir mikap ke reste 84 bin lira. İnsan kaç para? Bu inek 30 bin lira. İnsan kaç para?
Kimse ilgilenmiyor bizimle. Duvar dibi ne sıralanmış sandalyelere pineklemiş 8-10 kişi ve bir kadın. Bir de ocaktaki kahveci. Hepsinin yaş ortalaması 60’ın üzerinde. Kadın birden yüzünü sokaktan çevirip kar şısında takvim yaprağı okuyan adama ses leniyor:
— Ne yazıyor, ne yazıyor?
Ben kahveciye elimle iki çay işareti ya parken, adam çok ciddi:
—Sen anlamazsın, diyor. Bu çok eski. Tarih yazıyor. Fatih’i, Yıldınm’ı yazıyor.
dallarına kurdukları koca kazanlarıyla mı sır satıcıları ayrı b ir renk verirlermiş Hi- sar’a. Şimdiyse o üzüm bağlarının, meyve bahçelerinin yerini beton-briket yığını bi çimsiz yapılar almış. Bir çay daha söylü yoruz, Haşan Usta anlatıyor:
— Ben çok kitap okurum. Bir yerde okumuştum. Bu Göksu’ya eskiden padi şahlar gelirmiş, şairler, büyük adamlar ge lirmiş. Şu mezarlığın ilerisindeki bahçeler varmış. Orada oturup sabaha kadar eğle nir, helva sohbetleri yaparlarmış. Hani biz de bugün rakı sohbeti, balık sohbeti yapı yoruz ya işte öyle.
— P eki buranın yerlileri kimlerdir diye soruyorum.
— N e yerlisi diyor Ahmet Kaptan.
Ço-(jröJksu Deresi üzerindeki
Evliya Çelebi'nin
bahsettiği ahşap
köprünün yerine beton
köprü yapılmış. N e bağlar
kalmış, ne meyve
bahçeleri, ne de
bostarılar. Un
değirmenlerinin yerini
beton-briket kırması
gecekonc/u azmanı
Karadeniz yapısı binalar
almış. Elma Niğde'den
geliyor, peynir
Almanya 'dan.
■ *7^
»
'v i
\
S İ Y A S E T 8 5
Y A Z IL A N VE OK U N AN T A R İH — “Sen anlamazsın. Bu çok eski. Tarih yazıyor. Fatih ’i, Yıldırım ’ı yazıyor. Bunlar bir şey mi? Benim kitaplarım var. Ben hep tarih okurum. Bak, Çaldıran Savaşı’nı nasıl yapmışlar? O zaman ne heybetli adamlar yarm ış. ” Pazar sokağın girişinde yıkılmaya yüz tutmuş, ahşap, yeşil boyalı, küçük kahvede bir adam takvim yaprağından yukarıdaki sözleri okuyor. ı arihin içinde tarih olmuş insanlar...
Bunlar bir şey mi? Benim kitaplarım var. Ben hep tarih okurum. Bak, Çaldıran Sa- vaşı’m nasıl yapmışlar. O zaman ne hey betli adamlar varmış.
Bu sırada arkamızda bir ses söze karışıyor:
— Bak bu da güzel. Müslüman olan bir Amerikalı fizik mühendisim yazıyor.
Ve başlıyor okumaya:
“ New York’ta yaşayan Amerikalı fizik mühendisi bir kız Müslüman olmuş ve Ley la adını almıştır. Dansa, caza, diskoya git meyen Leyla, bir gün üniversite kütüpha nesinde Kuran-ı Kerimi görmüş ve okuma ya başlamıştır. Müslümanlığı anlayan Ley la ...”
Gerisini getiremiyor, başlıyor öksürme ye.
Mehmet, “ Fotoğraf çekebilir miyim?” diye çekinerek kahveciyle konuşuyor. Kim sede bir tepki yok. Sadece gülümsüyor kahveci.
Kahve ocağının sol başında naylonu yır tılmış bir raf üzerinde belki 40 yıllık bir radyo. Yanında bir Atatürk büstü. Rad yonun solunda çerçeve içinde bir ayet. Sa ğında çiviye asılmış bir naylon torba. Ra fın altında asılı iki takvim. Günlerden pa zar olmasına karşın, takvim 28 ocak pa zartesiyi gösteriyor. Yaşlıların zamanla ya rışı mı?
Mehmet tam deklanşöre basacak biri fır lıyor hemen:
—Dur beyim tozunu alayım.
Mehmet resim çekerken ben kahveciyle konuşuyorum. Anlatıyor:
— Adım Ali. Erzurumluyum. İçinden. 4 oğlum var. Biri mühendis. Üsküdar’da. Buranın adı N. Aydoğdu Kıraathanesi. 100 yıldan fazladır buranın tarihi. Bir ara bak kal olmuş, bir ara kasap. Ama uzun za mandır kahve. Ben 20 yıldır hurdayım. Her yıl gider gelirim Erzurum’a. Bak bu da Su- vazlı. Benden önce o çalıştırırdı.
Eliyle ocağın önünde oturan birini gös teriyor. O da,
— Ben 77 yaşındayım, bildim bileli bu rası kahvedir, diye onaylıyor.
Bir çay daha söylüyorum. Kalkarken
Mehmet elini cebine atıyor. Ali Dayı, — Yo olmaz, bak hemşeriyiz, ikramımız olsun, bir daha sefere... diyerek parayı
almıyor,____________________________
Her şey olduğu gibi__________
Pazar sokak geniş bir yol. Denizden yu
karı vuruyoruz. Cumbalı, ahşap evler. 1000 yıllık İstanbul olduğu gibi yerli yerin de. Sanki hiçbir şey değişmemiş. Dört te kerlekli sütçü arabasını çeken at da sanki bin yaşında. Bir şeyler düşünür gibi. Ye lesini okşadığımın farkında bile değil. Bir çocuk yerde sürüklenen şeytan uçurtmasıy la denize doğru koşuyor. Az sonra kanat açıp Boğaz’ın sisli sularına karışacak sanki.
Pazar sokağa paralel Otağtepe caddesi
ne çıkıyoruz bir ara sokaktan. Adı cadde
ama aslında Pazar sokağın üçte biri geniş liğinde. Evlerin bacaları neredeyse birbirine değecek. Oldukça da dik. İleride Kavacık’a çıkıyormuş.
7-8 çocuk dik yokuşta top oynuyor. Ya- nnm yıldızlan. Kondisyonları belli, olduk ça yüksek.
Eski ve yeni yapılar yan yana. Yeni ya pılar beton yığını ve alt katların pencere leri demir parmaklıklı. Bir kamyonet cum balara, demir parmaklıklara sürünerek ge çip gidiyor. “ Patates de 100 lira, soğan
da.”
Mehmet Paşa çeşmesi önünde bir adam
çiklet, bisküvi satıyor. Elinde bir Türk bay rağı. Çeşmenin suyu akıyor ama üzerinde bir yazı: Kaynatmadan içmeyiniz.
Bir eski konak. Kapı numarası 4. Eski
A VRUPA GÖRMÜŞ A D A M — “Ben Londra’da oturan züppelerden değilim, gerçek bir
İngilizim. ” Hüseyin Ağa, Avrupa görmüş, şimdi balıkçılık yapıyor. Balıklar temizlene cek. Mangal ateşi hazır. Rakılar buza yatırılmış. Eskiden helva sohbetleri yapılırmış, şim diyse rakı-balık sohbeti yapılıyor.
yazıyla da 4. Çekip gitmişler mi içinde otu ranlar?
Otağtepe’den aşağı, denize doğru dönü yoruz. Sağımızda çinko bir duvar. Üzerin de çiviyle oyulmuş, özenli bir yazı. CAFE-
RUSTA 1931. Önce Cafe Rusta diye oku
yoruz. Lokanta işleten Beyaz Ruslar üze rine konuşuyoruz. Neden sonra, yapıyı ya pan, Cafer Usta’yı çıkarıyoruz.
Biraz sonra, üç yol ağzında önümüzü
Muhaşşi Sinan Paşa camisi kesiyor. Mu- haşşi korkutucu anlamına geliyormuş.
Ama hiç de öyle korkutucu bir hali yok. Küçük, şirin bir cami. İçerde 3-5 kişi na maz kılıyor. Ne çabuk öğle oldu?
Caminin tam karşı köşesinde bir bakkal dükkânı. Kapısı açık ve içerde kimse yok. Başörtülü bir kadın kapının önünde
bek-11
iscır'in batıya bakan
kapısı önünde küçük bir
balıkçı kahvesi var. Dere,
boydan boya balıkçı
tekneleriyle dolu. Kimi ağ
onarıyor, kimisi teknesini
boyuyor.
liyor. Herhalde bakkal amca namazda. Dükkânın ön vitrini değil ama yan vit rini oldukça özenle düzenlenmiş. Bir dos ya kâğıdına yazılmış “ Mangal kömürü ve
yak bulunur” , “Gaz bulunur” yazıları dik
kati çekiyor. Cama da “ithal peynir
gelmiştir” yazılmış beyaz boyayla. Neler
yok ki vitrinde: Reçel, süttozu, kekmiks, çay kaşığı, ampul, salça, Bixi Cola, poşette kahve, omo, mısırözü yağı, Marlboro, şampuan..
Tarihle şimdinin iç içe olduğu gibi ithal mallarla yerli mallar koyun koyuna.
Otağtepe’den Setüstü’ne iniyoruz. Bir adam sokak kapısının önünde ayakkabı larını çıkarıp eve giriyor. Kanije sokağını geçip onun bir altındaki Kızılserçe sokağı nın başında duruyoruz. Sokak eğri çizgi lerle Göksu deresine paralel uzanıyor. Sol yanı boydan boya Hisar mezarlığı. Kavuk lu, fesli mezar taşlan arasından selviler baş larını sisli gökyüzüne uzatmışlar. Selviler- den başka da ağaç yok.
Güzelcehisar ilkokulu Göksu’nun kıyı
sında. Önünde Hasan Efendi ve ailesinin mezarhğı var. Sacdan bir korunağa almış lar. “ Hasan Efendi D. 1131 ve Ailesi D.
1148” yazısı mezar taşının üzerindeki mer
mere kazınmış. Korunağın önüne asılmış bir kutuda 5-6 mum yanıyor. İki çocuklu bir aile ürkek adımlarla yatırın önünden geçiyor. Kadının dudaklarının kıpırdadı ğını görüyorum.
Bakkal Mehmet de Otağtepe’ki bakkal
dan farklı değil. Hatta ondan daha büyük. Bunun da vitrini ithal malı mallarla dolu. Fazla olarak viski bile var: Black-White,
Long John, Haig, Teacher’s. Bir de abon
man bileti.
Burada söze biraz ara verip yine Evliya Çelebi’ye kulak verelim:
“ Ab-ı hayat bir nehirdir ki Alemdağla- nndan akıp gelir. İki tarafları yüksek ağaç larla süslü bağlardır. Ekseri yerleri Halı- cızade bahçeleri ve un değirmenleridir. Bu nehir üzerinde bir tahta köprü vardır. Bü tün âşıklar kayıklar ile nehirden ileride fe rah köylere varıp ağaçlar altında zevk ve sohbet ederler.”
Bugün ağaç köprünün yerini beton bir köprü almış. Ne bağlar kalmış, ne meyve bahçeleri, ne de bostanlar. Un değirmen lerinin yerini beton-briket kırması gecekon du azmanı Karadeniz yapısı binalar almış. Elma Niğde’den geliyor, peynir Almanya’ dan, Danimarka’dan.
— Şeytan uçurtmasının ipi koptu. Bo ğazın mavi sularına düştü çocuğun gölge si. Nasılsa vakit var daha son vapurun kalkmasına. Tazele çayları Ali Usta...
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi