I
_____ ______________________________ ı
j
S O H B E T L E R
|
BU
Geçen gün eski kitablarım ı ka rıştırıyordum . R afın b ir köşe sinde mavi bir cild. Adı «Kıra-
at-i-Edebiye». Basıldığı tarih
1328. M eşrutiyetin dördüncü y ı lı. K ötü m ü seçilmişler, nedir, ne şiir, ne de nesirlerinden zevk a l m aksızın sayfaları çeviriyorum . Üçüncü kısım da b ir yazı başlığı:
«Lisan ve edebiyatımız.» Şem-
seddin Sam inin ism ini görünce hatırladım ve yeniden okudum. Önce edebiyat dilinin kısa bir ta rihini Çapıyor. Şemseddin Sami İstanbul konuşm a türkçesine gö nül verenlerdendir. Niçin edebi yat dilini bu dile yaklaştırm ı yoruz? D erdi bu. Gerçi ara sıra sadeleşm eye doğru bir gidiş var. «Fakat bu terakki, hora tepen lerin yürüm eleri gibi, bir kaç a- dım ilerledikten sonra bir kaç adım geriliyerek ve bazan da bir daire çizerek» sendeleyip d u r m aktadır. Şemseddin Sam iye gö- ; re osmanlıca b ir fık ray ı çok a- rabî ve farisî bilm iyen bir Türke, sonra yalnız kendi dilini bilen bir İranlıya veya A raba okuyunuz. Hiç birinin bir şey anlam adığını | göreceksiniz. Demek ki bu fıkra ne türkçe, ne farisî ve ne de a- rabî yazılm ıştır. «Ya bu lisan, ne lisandır? Sırf sun’î b ir lisandır.»
Demek ki K am us-ı-T ürkî ve
K am us-ul-A lâm sahibine göre osmanlıca bir uydurm a dildir. «Lisan-ı Osmanî» üç lisandan, ya ni arabî ve farisî ve türkçe li
sanlarından m ürekkebdir, d e
m ek âd et olm uştur. Ne büyük hata! Üç lisandan m ürekkeb bir lisan! Dünyada görülmemiş şey!»
B u sun’îliği yapan şey, yab an cı kelim eler m idir? H ayır. Me selâ İspanyolca ve portekizcedeki arabca kelinseler toplansa bir cild tu tar. İngilizcedeki fransızca kelim eler, bu dili Cerm en ta k ı m ına bağlı olm aktan uzaklaştır m akta m ıdır? B ir dilin kelim e lerine değil, tasriflerine baka rız. Yabancı kelim eler bizim di limizi de zenginleştirm iştir. F a k a t acaba neden söylediğimiz gi bi yazmıyoruz? Farisî izafetlerin
önünü alam ıyoruz? Türkçede
karşılığı bulunan arabî ve farisî
kelim eler kullanıyoruz? «Dili
mizin en fasihi, en güzeli, en m ükem m eli bugün konuştuğu
muz türkçedir. Çocuklarımız
analarından em dikleri sütle be rab er güzel ' ir lisan öğrenm ek tedirler. Eğe’: edebiyatımız söy lediğimiz dil üzerine kurulm uş olsaydı, nazariyelerini bir iki yılda edinip, sonra da bu kadar kolay b ir dilin yardım ı ile dile diğimiz ilmi ve fenni öğrenir dik.» H albuki m ektebe giden ço cuklarım ız söyledikleri dili bı rakıp, «yalan yanlış sun’i b ir dil
öğrenmeğe» başlam aktadırlar.
«Sözü neticelendirelim . Lisanı mız pek güzeldir. D ünyanın en güzel lisanıdır desek m übalâğa etmiş olmayız. Güzelliği nisbe- tinde de kolaydır. ’Edebiyatımız ise dilimizle m ütenasib değildir. Edebiyatımız pek geridir. Yalnış bir yola sapm ıştır. Edebiyat di lini konuştuğum uz dilin esasla rına göre değiştirm ek ve yeni lem ek lâzım gelir.»
Ali Suavinin 1870 sularında
«Ulûm» dergisinde dil üzerine
ileri sürdüğü fikirler de hemen hem en bunlardır.
BİR ÖRNEK
Yazan:
F a tih
R t f k ı
3
K ıraat-i-E debiye örneklerinde
geçmişle geleceğin, osmanlıca
ve türkçenin yanyana çarpıştı ğını görüyoruz. «Edebiyat-ı sa- mime, tesavir-i h ay a t-ı insa
niye ve tem asil-i m eşhu-
dat-ı tabiiyedir». Bu henüz
yaşıyan ve yazan edebiyat ho cası. «Nadiren, vahdetgüzin bir hurm a ağacı, b ü tün bu u ry a n î-i- bî-âfakın k ed û ret-i- g ay r-ı-m ü - tenahiyyesine tesirsiz b ir nok- ta -i sebzîn-i- tesliyet vazedi yor.» B u talebesinden biri. «At la r kişner, kağnılar gıcırdar, ok lar, k arg ılar şak ırd ar; yiğitler, delikanlılar bağırır; öküzler bö- ğ ü rü r; köpekler h a v la r... K ar
yağar, rüzgâr savurur. Koşan,
düşen, ağlaşan, gülüşen; kadın, erkek, gene, ih tiy ar birbirine gir miş; telâş, çığlık yeri gökü çın latıyor.» Bu da ikinci talebe. Şiirde d e ’aynı ayrılışı görüyoruz.
Bu ikizlik eski bir inanışın çök m ekte ve yeni b ir inanışın doğ m akta olduğunu gösterir. İster istemez eski sönüp gider ve yeni çığır b ü tün edebiyatı tu tar.
Şimdi önüm de b ir hikâye, bir de şiir dergisinin bir çok yeni imzalı bir iki yıllık sayıları var. Tabiî nesir dili şu: «Asî su Barla
dağlarının eteklerinden çıkar,
Yılanlı ovasını ikiye böler, K o vada gölüne dökülür. Suyun gö le karıştığı yerde sazlar vardır. Su bulanık olduğu için sazlar Siyahla yeşil arası b ir ren k al m ıştır. Daha y ukarılarda m ısır ta rla la rı görünür... Tozlu yollar köyleri birbirine bağlar. Bazan bir kağnı geçer. H asta mı, tuz mu, ne taşıdığı bilinmez. Bazan bir insan görünür, sonra birden ta rlalar onu sarar, yutuverir.»
Bir seçme yapm ıyorum . Gelişi güzel alıyorum.
Şiirlerinde hepsinin dili bu, vezinleri serbest. Osmanlıca ve aruz ölm üştür. A rtık o dile yeni bir şey katılam az. Ne ilerlem ek, ne gerilemek. Çocuklarımız, o- nu da, isterlerse, lâtince gibi öğrenecekler, ve eserler arasın da bir değeri olanların b ü tü n zev kini tadacaklardır. Osmanlıcanın ölmüş olması, Nedim’in kaybol ması dem ek değildir. Y arın bu eski m etinleri sökmek için kı lavuzlar çıkacaktır. M erak e- denler, m etodsuzluk yüzünden, bizim çocukluğumuzda ve genç liğimizde çektiğimiz çileyi dol- durm aksızın, eski devri anlıya- caklar, yahud, yeni türkçeye çe virm elerden bir fikir edinecek lerdir. Dil, insan gibi ölmez. Öl
m üş olan yeniden yaratm azsa da, zevk ve k ü ltü re hizm et etm ekte devam eder. Yazılmaz, fak at o- kunur.
Yazık ki ilim dilim iz henüz 1328 deki edebiyat dilinin tered - düdleri içindedir. B ir İlmî y a
zı okuduğum uz vakit, tıpkı
talim -i-edebiyat devri osm anlı-
casınm m ozayiğini görüyoruz.
B ir hikâye, b ir rom an, b ir şiir dilimiz vardır. B ir ansiklopedi dilim iz yoktur. Eğer ilim ve dev let, edebiyat ile beraber y ü rü - seydi, şimdi b ir ansiklopedi d i limiz de olurdu. Onda da k a ra r lılığa kavuşurduk.
Biz, m addî m anevî bütün' te sislerde, Tanzim attanberi, hep bu tereddüdün, tereddüd yüzün den gecikm elerin cezasını çeki yoruz. İleri atılışlarda u fak te fek aksam aları dilim ize dolıya- rak, hareketi ya duraklatıyoruz, ya büsbütün durduruyoruz. M ed rese ile m ekteb, şer’î ve sivil h u k u k ve m ahkem eler, iki dil, bütün asır boyu b irb iri ile çar pıştı. İki m usiki bugün de çar
pışıyor. Tanzim attanberi, hiç
değişmiyen aynı dilleri öne sü rüyoruz. F ak at b ir şeye dik k at etmiyoruz: Eskinin yaratıcılığı kalm am ıştır. Ç ünkü i f tn ış sa r
sılm ıştır veya çökm üştür. İki garbliyi birbirinden ayıran fa rk lardan başka tü rlü b ir fa rk ile
garblilerden ayrılm aklığım ız
m üm kün olm ıyacağını düşü n
m ekten kaçınıyoruz. Ş ark - İs lâm nizam ı içinde OsmanlI nasıl ayrı b ir şey, fak at şark lı ise, garb nizamı içinde de T ürk öyle ayrı b ir şey, fak at garbli olacak tır.
Dili b ir misal olarak aldım. Eğer saray ve devlet, ilk tü rk - çecilere inanm ış olsaydı, bugün kü dilim izin ileri bir garb d i linden hiç fark ı kalm azdı. Eğer m edeniyet ve k ü ltü r d av aları mızın hepsine ilk günde tered - düdsüz sarılsaydık, bugünkü dün yanın en büyük devletlerinden ve en kuvvetli m illetlerinden bi ri olurduk. Ne devletin dağılışı nı, ne de m illetçe uğradığım ız
faciaları «eski nizam a bağlı
kalm am ış olmak» la izah ede b ilir miyiz? Ama, eski ve yeni nizam lar arasında tereddüd e t mek ve bu ümidsiz savaş içinde vakit kaybetm iş olm akla izah edebiliriz. Biz Tanzim attan Mus tafa Kemale kadar inkılâb tarih lerinin belki de en küçük «bü yük adam» ların ı yetiştirdik. M ustafa K em alin eksiklerini de kendi m esleklerinde tam am layı cı şahsiyetler ve k a ra k te rler bu lam adık. înkılâb tarihim izi a n dıkça adı önünde nasıl eğilece ğim izi bilm ediğim iz b ir vatan şairi, geçenlerde doğuşunun yüz ellinci yılım kutladığım ız Mus tafa Reşid Paşayı «K ur’an d u ru r ken garb hukukundan kanun e- sasları aram akla» suçlamış de ğil m idir?
Bana sorarsanız derdin başı lise, lise, gene lise, gene lise, tam kuruluşlu, askerine de, hekim i ne de, m ühendisine de, m im arı na da, hukukçusuna da te rb ’- yesini veren garb lisesi! B ir sa ray gibi kurum lu ve gösterişli kafalarım ız bile, günün birinde, tem el çürüklüğü yüzünden çat lak verm ektedir.