• Sonuç bulunamadı

Doğumunun yüzüncü yılında Ömer Seyfettin:Ömer Seyfeddin'in hikayeleri

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Doğumunun yüzüncü yılında Ömer Seyfettin:Ömer Seyfeddin'in hikayeleri"

Copied!
15
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

T. C.

A T A T Ü R K K Ü LTÜ R, D ÎL VE T A R İH Y Ü K SE K KURUM U

ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ

T Ü R K F İK İR VE SANAT A D A M LA R I DİZİSİ — No. 1

İNCİ ENGİNÜN

ÖMER SEYFEDDİN’İN HİKAYELERİ

(Aynbasım)

DOĞUMUNUN YÜZÜNCÜ YILINDA

ÖMER SEYFETTİN

A N K A R A 1 9 8 5

(2)

/

îlk hikâyesi olan “ A t” ı 1908 yılında Tenkid mecmuasında yayım ­ layan 1 Ömer Seyfeddin, daha hu ilk hikâyesinden başlayarak sanat­ kârlığını ve daha sonraki hikâyelerinde de tekrarlayacağı dünya gö­ rüşünü ve özellikleri ortaya koyar.

Bir asker olarak yetişen Ömer Seyfeddin, prensiplere sadakat, meseleler karşısında kesin ve açık-seçik tavır alma ve kararlan uygulama gibi özellikleri mesleği dolayısıyla kazandığı gibi, bunda sert bir asker olan babasının, çocukluğunda verdiği terbiyenin de tesiri olmalıdır.

Bu ilk hikâyesinde bir binici -k i yazann kendi olduğu anlaşılır- Vardar kıyılarında atım dört nala sürerken, bu süratin verdiği duygu ve hayallere kapılır : “ Ormanın yapraksız ağaçlan artık etrafımda ge­ çici bir çizgi fırtınasıydı. Yekâhenk bir rüzgâr, kulaklarımda vızd- dıyordu. Ben, vakur bir kuvvetin üstünde uçuyor gibi, pek çabuk yakınlaşan uzaklara bakıyor, bu azgın ata bindikçe daima duyduğum şeyleri tekrar hissediyor : ‘Ah, dört beş asır evvel yaşasaydım!’ diye mütelezziz oluyordum. Bağlar, ova, her taraf boştu. Semada sakin bulutlar, beyaz ve cesîm köpükler halinde sabit duruyordu. Atım nihayet yavaşlar gibi oldu. Süratliye geçecekti. Ben hayalâtımdan uyanmamak için tekrar kamçımı savurdum. Eski dörtnal daha çılgın, daha mecnun tezâyüt etti. Kütüklerin, hendeklerin üstünden atlıyordu. Tarlalardan kalkan çamur parçaları etrafa, hazan da üstüme sıçrı­ yordu. Dört beş asır evvel yaşam ak.. Bu ne tatlı bir hayattı” . 2

“ Şimdi maatteessüf bir masal, bir tarih zemininden başka bir şey olmayan” tatlı heyecanları bu koşuda tadan binici, onları yaşamış olan “ ecdad” ı hatırlar. Onlarla kendisini mukayese eder. O akıncılar, kahramanlıklarını yaşlılıklarında hatırlayıp teselli bulmuşlardır. Ken­ disini daha doğrusu neslini, onların yanında “ sefil” bulur. Bu

düşün-* Prof. Dr. İnci Enginün Marmara Üniversitesi, Fen ve Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

1 Tenkid, nr. 1, 22 Mart 1324/4 Nisan 1908.

(3)

çeler onu yavaş yavaş gerçek hayata, yaşanan ana döndürmektedir. Yorulan at ve binicisi yavaşlarlar, ve kasabaya girerken artık hayal dünyasında, ufuklara koşma son bulmuştur. Binici kasabayı gerçek çizgileriyle görür :

“ Evler miskin ve tembel uyuyor gibiydi. Suyun kenarında kakn ve çıplak baldırları görünen birkaç Bulgar kızı iki kat olmuş, bir şeyler yıkıyorlar, serseri köpekler bana havlıyorlardı. Birden dizgini çektim. Atım durdu. Şiddet-i teneffüsten karnı bacaklarımı açıp kapıyordu. Etrafıma baktım. Bu pis ve asayişperver manzara bana o kadar nefret- âmiz göründü ki, gayr-i kabil-i tesmiye bir elem-i ânî içinde ağlamak arzu ettim. Atımı tekrar geri döndürmek, şu hâli dağlara kaçmak is­ tedim. Böyle sukut-ı miskinâne içinde yaşamaktan oralarda açlıktan ve soğuktan ölmek daha iyiydi” .

Fakat bu bir anlık kaçmak arzusu, gelecekteki “ mukaddes olduğu zannolunan vazifeler” hatırlanınca kaybolur. Bu hayaller yirminci asra uygun değildir. Mahcup olur. Kendisini “ hep böyle lüzumsuz hislerle sarsan bu ata, bu azgın mahlûka” bir daha binmemeğe, onun yerine bir motosiklet almaya karar verir. Fakat onun da yürüyebileceği yol yoktur.

“ Bir motosiklet alacağım. Fakat bu mümkün m ü? Bana maziler, vahşetler, lezzet-i harb ü vega yerine, ihtimal ki müstakbel-i nâmahdudu, dirijablileri tahayyül ettirecek olan bu makina, bu zavallı masnû, acaba burada yürümek için kaç kilometre yol bulabilecek?”

Bu ilk hikâyeyi bir hareket noktası olarak alırsak şu özellikleri tesbit ederiz :

1. Yirminci yüzydda yaşama şuuru ve gerçekçilik. 2. Mâzî ve kahramanlık hasreti.

3. Duru bir Türkçe. 4. Buruk bir mizah.

Bu dört özellik Ömer Seyfeddin’in daha sonra yazacağı bütün hikâyelerde kendisini çok çeşitli değişikliklerle gösterecektir.

1. Yirminci yüzyılda yaşama şuuru ve gerçekçilik. Ömer Seyfeddin mesleği dolayısıyla Rumeli’ de bulunduğu yıllarda, o toprakların Os- manlı Devleti’nin elinden çıkmakta olduğunu, asırlar boyu Türk idare­ sinde yaşamış olan kavimlerin, yabancı devletlerin kışkırtması sonucu

(4)

ÖMER SEYFEDDÎN’ÎN HİKÂYELERİ 39

Türk düşmanı haline geldiğini görm üştür.3 Yirminci yüzyılın şartlan değişiktir. Osmanlı devleti batının tekniğine ulaşamadığı gibi, bu tek­ niği orduya da sokamadığı için askerlikte de bir gerileme vardır.

Ömer Seyfeddin bu gerilemenin sebebini millî şuurun noksanında bu­ lur. Bütün kavimler şu veya bu sebeple kendi millî şuurlanna sahip ol­ muşlar, fakat Türkler suni bir insaniyetçilik anlayışı ile kendi milli­ yetlerini bile bilememektedirler.

Bu gerçekçilik, Ömer Seyfeddin’e bir ideal, o günün tabiriyle bir mefkure vermiştir : Türkçülük. Yıkılış halindeki Osmanh devletinin mozayık yapısında Türklük için yegâne kurtuluş yolu Türklük şuurunun uyanması, kendi millî varlığına sahip çıkmasıdır. “ Primo Türk Çocuğu” , “ Nakarat” gibi hikâyelerinde bu uyanış anlatddığı gibi, Türklüğe yabancılaşıp, damarlarında Türkten başka kan bulunduğuna inanıp Türklükten uzaklaşanlar da “ Piç” , “ Bir Kayışın Tesiri” gibi

hikâye-3 Ömer Seyfeddin’ in tuttuğu günlükte bu nokta ile ilgili bol malzeme vardır. Ömer Seyfeddin gördüklerini objektif olarak nakletmeğe çalışır ve duyguları gizler :

“ Buranın ahalisi kendi kendilerine istiklâllerini ilân etmişler. Belediye dairesinin üzerinde istiklâl bayrakları sallanıyor. Zavallı ay ve yıldızın karşısmda sallanan bu sancak, kırmızı satıh üzerinde çifte siyah kartaldan yapılmış bir şey.

Ahali o kadar Türk düşmanı ki belediye dairesine kartallı bayraklarım çekmekle kalmayarak redif dairesindeki al ve beyaz boyalı sancak dairesinin rengini bile değiş­ tirmişler.

Kırmızı ve siyaha boyamışlar. “ (Bütün Eserleri 8); Bilgi Yayınları, s. 81). Diğer parçalar için bk. 85, 106, 108.

Fakat Ömer Seyfeddin bu intihalarını hikâyelerine büyük bir çatıklıkla geçirmiştir. Bir kısmının kaybolduğu sanılan hatıraları eksiktir (Tahir Alangu, Ömer Seyfeddin, May yayınları İstanbul 1968). Fakat Ömer Seyfeddin’in sanatkâr kalemi, şalisi yaşan­ tısını sıcağı sıcağına hikâye haline sokmuştur. Onun “ Bomba” adlı hikâyesinde (Genç

Kalemler, c. 2, nr. 9, Mayıs 1325/1909, s. 1 4 7 - ...) Bulgar komitecilerinin kendilerinden

olmayan muhaliflerine karşı ne kadar zalim olduklarını anlatmış, bu zalim düşmanm ele geçirdiği Türk kasabalarında halka reva gördüğü hareketleri, insanın tüylerini ürperten bir realizmle “ Beyaz Lâîe” de (Donanma, 2. seri, nr. 5/53, 7/55, 9/57, 58/10, 11/59, 12/60, 13/63, 14/61, 14 Temmuz-22 Eylül 1330/27 Temmuz-5 Ekim 1914) dile getirmiştir. Ayrıca “ Mehdi” (Türk Yurdu, yd 3, c. 5, nr. 60, 16 Kanunusani 1329/29 Aralık 1913).

“ Tuhaf bir Zulüm” (Y eni Mecmua, c. 3, nr. 66, 26 Teşrin-i evvel 1918) de gizli açık Bulgarların Müslüman Türkler üzerindeki zulmünü anlatmıştır.

Bu hikâyeler kendi başlarına çok tesirli ve güzel oldukları için günümüzde de ilgiyle okunmaktadırlar. Ancak onların yazıldıkları ve bilhassa yayımlandıkları tarih göz önünde tutulursa, bu hikâyelerin millet kaderiyle nasıl bütünleşmiş oldukları anlaşılır.

(5)

lerinde dile gelir. Yazar önceki iki hikâyesinden farklı olarak bunlarda mizâhî tonu hayli ağır tutar ye birinde annenin ahlâkî zaafı, diğerinde ise bir çocukta bir kayışın kendisini Türk milliyetinden koparması sebep gösterilir. Bunlar görünüşte kalan zayıf insanların örnekleridir. Bu şahısları Türklükten koparan uyarıcılar gülünç sebeplerdir. Yazarın durumu gülünç göstermesi elbetteki Türklüğünü inkâr eden kansızlara karşı duyduğu nefreti mizahla örtmesine bağlıdır. Ayrıca çeşitli kavim- lerin kendi millî varlıklarına sahip çıkmalarını tabiî bulur. Ömer Sey- feddin’i kızdıran Türklerin bu vâkıayı kavramayarak suni bir insanlık davasını (devrinde bu Osmanlılıktır) kendi millî varlıklarına rağmen savunmalarıdır.

Ömer Seyfeddin için edebiyat hayat demektir ve hayat karma karışıktır. İçinde birbirine zıt, çok çeşitli durumları bulundurur. Ömer Seyfeddin hayatın bu karışıklığını hikâyelerinde, gerçekten çok canlı hayat sahneleri halinde vermiştir. Bundan dolayıdır ki hikâyeleri sadece yazıldıkları günlerin özelliklerini aksettirmekle kalmazlar, bugün de zevkle okunurlar. Bu hikâyelerde kadm-erkek münasebetleri, bâtıl inançlar, çocukluk hatıralarından gelen çocuğun çevreyle müna­ sebetleri, Türklük şuûru, mânâsız korkular ve kıskançlıklar başta ol­ mak üzere çeşitli beşerî duygular işlenir.

2. Mâzî ve kahramanlık hasret ve hayranlığı : Ömer Seyfeddin’in eserlerini verdiği yıllar 1908-1920, ihtilâl ve savaş günleridir. Bir asker olarak o, cephede savaş sahnelerini yaşadığı gibi askerlikten ayrıldıktan sonra cephe gerisinde savaşın sebep olduğu facialara da şahit olmuştur. Savaşta canlarını verenlerin yakınları aç, sefil yaşarken, savaş vurgun­ cularının maceraları ve yaşayışları, Ömer Seyfeddin’ de haklı bir tiksinti uyandırmıştır.

Bu savaşlar, Trablusgarp, Balkan ve I. Dünya Savaşı, eski savaş­ lardan farklıdır. Bunlar savunma savaşlarıdır. İşte Ömer Seyfeddin bilhassa 1917 de Yeni Mecmua’’da yayımladığı hikâyelerinde, mâzî ve kahramanlık hasretini işlemiştir. Bunlar “ Ferman” , “ Kütük” , “ Vire” , “ Teselli” , “ Pembe İncili Kaftan” , “ Başını Vermeyen Şehit” , “ Kızılelma Neresi?” , “ T ek etek ’, “ Topuzudur. Konusunu tarihten almış olan bu hikâyelerinden “ Teselli” de şöyle bir cümle geçer : “ Fakat harp, yalnız cesaret m iydi? Asıl tedbir lâzımdı” . 4

(6)

ÖMER SEYFEDDİN’ İN HİKÂYELERİ 41

Bu cümle, bize “ Kütük” ve “ Vire” hikâyelerindeki harp hilelerinin sebeplerini açıklar. Savaş bu hikâyelerde işini ve ne yapacağım bilen­ ler sayesinde zevkli bir spor hattâ oyun haline döner. “ Pembe İncili Kaftan” da devletin vakarını kendi gururunda temsil eden kahraman, 5 “ Ferman” da canını devlete adamış şahsiyet, “ Başım Vermeyen Şehit” 6 de iman ve cesaret, “ Teketek” de sadakat ve “ Topuz” da devletin vakar ve gücü, “ Kızılelma Neresi” nde ordunun hükümdara mutlak itaati işlenir. Burada inanç ve devlete bağlılıklarından asla taviz vermeyen kahramanlar çizer. Bu tipler devrin özlediği şahsiyetlerdir.

Ömer Seyfeddin bir yazısında tarihi “ iade” değil, “ ihya” etme­ liyiz” dem iş7 ve hikâyelerinde bu ihyaya değen mazinin, yaşanan zaman için ibret ve örnek teşkil edecek değerlerini işlemiştir.

Yeni savaşlar yeni kahramanlar yetiştirmektedir. “ K aç yerinden” ve “ Çanakkale’ den Sonra” adlı hikâyelerinde hem savaş kahramanla­ rım hem de onların mücadelesini görerek hayatla barışan ve canlanan insanları anlatır. “ Aleko Bir Çocuk” da ise Yunan papazlarının içteki

6 Bu hikâyenin tahlili için bk. Mehmet Kaplan, “ Penbe İncili Kaftan” Yol, nr. 29, 29 Haziran 1966, s. 12-13.

6 Bu hikâyenin tahlili için bk. Mehmet Kaplan, Hikâye Tahlilleri, Dergâh Y a­ yınları, İstanbul 1979, s. 54-72,

7 “ Mâzî ihya mı edilir, iade m i?” (Millî Tâlim ve Terbiye Cemiyeti Mecmuası, nr. 4, 1 Nisan 1334/1918, s. 14-16. Ayaş adıyla) adlı yazısında mâzîye karşı alman iki tavrı belirtir : “ Vakıa bir millet mazisini sever. Mazisine hürmet eder. Mazisi kendi­ since mukaddestir; mefahir ile doludur, en yüksek hissiyatlarının kaynağıdır. Belki ihya eder.

İhya etmek : Reconsttuer, iade etmek : restaurer. Evet bunlar birbirinden çok ayrı, çok farklı hareketlerdir. Milliyetperverler ki bizim liberallerimiz mevkiindedir - kalblerinde mâzî için pek derin, pek büyük bir hürmet duyarlar. Daima onu ihya etmeğe çalışırlar. Tarihleri ararlar. Geçmiş zamanların vesikalarını, eserlerini toplar­ lar ( . . . ) Fakat hiç biri rebâbî bir tarihî, ölmüş bir maziyi iade etmeğe kalkmaz. Mâzî mazidir. Ölülerin yeri nasıl türbeler, mezarlarsa mazinin yeri de müzeler, kütüphaneler, vicdanlardır. Halbuki kablettanzimatçılar (yani geri dönenler) bu mâzîyi ihya etmeğe değil, iade etmeğe çalışırlar, fakat daima karşılarında muhafazakârlarla, liberalleri yani Tanzimatçdarla Türkçüleri görürler” ( . . . . ) (Kablettanzimatçılann) gayeleri ölü mâzîyi olduğu gibi hayata iade etmektir. Halbuki milliyetperver bu mâzîyi yalnızca ihya etmek emelini güderler. Mâzîyi iade etmek, onu ‘fiil’ halinde yaşatmak, ihya etmek ‘ hatıra’ halinde yaşatmaktır. Birincisi irtica, İkincisi hamiyettir. Birincisi mille­ timizi, milliyetimizi mahv, İkincisi i’lâ eder!”

(7)

düşmanlığını, hayatı pahasına önleyen kahraman bir Türk çocuğu anlatılır. 8

Bir de kahramanlığa yükselememiş, deli akan çaylar gibi kaybol­ muş yiğitler vardır. “ Cesaret” ve “ Düşünme Zamanı” adlı hikâyelerin­ de o, bu tür yiğitleri gülünç durumda gösterdiği gibi, başka hikâye­ lerinde de bazı kabadayı tipleri çizmiştir.

3. Duru, sade bir Türkçe. İlk hikâyesinde kullandığı duru, sade Türkçe zamanla Ömer Seyfeddin’in üzerinde ısrarla durduğu hayatî bir mesele olur. O, 1911 de “ yeni lisan” hareketini başlatan makalelerinde 9 millî birlik ile millî dil arasındaki münasebete dikkati çeker. Gençleri heyecanlı bir dil ile ülküsüne çağırır. Osmanlı Devleti’ni yıkmak is­ teyen kavimler de milliyetçilik şuuru uyanmıştır ve bu şuûr k e n d is ini

dilde göstermektedir. Ömer Seyfeddin Türk gençlerini de uyanmağa çağırır : . 10

“ Uyanınız, galebe için düşmanlarımızı tanımak lâzımdır ve biliniz ki, bu sırada muharebeyi ordular yaparsa da muzafferiyeti asla kaza­ namaz. Muzafferiyet intizam ve terakkinindir. İşkodra’ dan Bağdat’ a kadar, bu kıtayı, bu Osmanlı memleketini işgal eden Turanî ailesi, Tiirkler ancak kuvvetli ve ciddi bir terakki ile hâkimiyetlerinin mevcu­ diyetlerini muhafaza edebilirler, terakki ise ilmin, fennin edebiyatın hepimizin arasında intişarına vâbestedir ve bunları neşr için evvela lâzım olan millî ve umumî bir lisandır. Millî ve tabiî bir lisan olmazsa, ilim, fen, edebiyat gene bugünkü gibi bir muamma halinde kalacaktır. Asrımız terakki asrı, mücadele ve rekabet asrıdır” . 11

Osmanlı Devleti’nden ayrılanlar önce Türkçe konuşmayı yasak­ layarak Türklüğü o bölgelerden uzaklaştırmışlardır. “ Haricî

düşman-8 Bu hikâyelerin de yazarın çok verimli olduğu 1917 yılında Yeni Mecmua'da tarihî kahramanları ve onların savundukları değerleri işlediği tarihî hikâyeleri ile bir­ likte yayımladığı görülmektedir. (“ Kaç Yerinden” , nr. 8, 27 Eylül 1917; “ Çanakkale’­ den Sonra” , nr. 6, 16 Ağustos 1917). Bu da onun geçmişin artık kayboldu sanılan de­ ğerlerinin hâlâ yaşamakta olduğunu gördüğü ve göstermeğe çalıştığının bir ifadesidir.

“ Aleko Bir Çocuk” , Bütün Eserleri, Bilgi Yayınevi,

8 “ Yeni Lisan” , Genç Kalemler, c. II, nr. 1, 11 Nisan 1327, s. 1-3. Ömer Seyfed­ din’in makalelerinin bir kısmı toplanmıştır : Mustafa Doğan Sevük, Ömer Seyfeddin in

Makaleleri, İstanbul 1967, Türkiyat Araştırma Merkezi T. 776 (Basılmamış mezuniyet

tezi).

10 “ Uyanma” kelimesi Ömer Seyfeddin’de dikkati çekecek kadar çok kullanılır. Bu millî şuurun uyanması mânâsına gelmektedir.

(8)

ÖMER SEYFEDDÎN’ İN HİKÂYELERİ 43

1 arımızın kırmızı pençeleri bu pençelerin, zehirli tırnakları içimizde, kalbimizin üzerinde kımddıyor. Ey gençler, bunları siz duymuyor musunuz ?”

Ömer Seyfeddin’in hemen her yazısında tekrarladığı bir cümle vardır : “ Her milletin bir lisanı vardır. Türklerin lisanı da konuştukları Türkçedir” . 12 Millet ve dil arasındaki sıkı bağ, 20. yüzyıl başında Türkçülerin adeta yepyeni keşifleridir. Fakat bu basit gerçeğin yaygın­ laşması, benimsenmesi pek de kolay olmamıştır. Bu gibi sözlerin İlmî yazılar ve makalelerde, soyut planda işlenmesi nisbeten kolaydır. Fakat dil kendisini edebî eserlerde gösterir. Konuşulan Türkçenin yazı dili haline gelmesi, yazarların bu dil ile sanatlarını kabul ettir­ melerine bağlıdır. îşte Ömer Seyfeddin’in küçük hikâyelerinde, yazdığı bir roman ve bir tiyatro oyununda d a 13 bu görüşünü samimiyetle uyguladığım görürüz.

Dil millî birliğin temelidir. Osmanlı Devleti yapısı icabı milliyetçi değildi. Ayrıca güçlü olmanın verdiği müsamaha dolayısıyla tebasına Türkçeyi öğretmemişti. Ömer Seyfeddin, ordudaki günlerinde Balkan savaşı yenilgisi dolayısıyla yazdığı notlarında kendisini sonsuz bir kötümserliğe kaptırır. Bu karamsarlığın sebebi askerlerin Türkçe bilmemeleridir.

“ 17 Teşrin-i evvel

Sekiz sene evvel, mektepten yeni çıktığım vakit gezdiğim bu yer­ leri bir gün böyle kaçarak terkedeceğimi hiç aklıma getirir miydim ? H eyhat. . . Madem ki biz asker değiliz, madem ki bizde askerlik için lâzım olan zekâ ve itaat yok, madem ki bizde bir ideal, bir vatan hissi, nihayet bir lisan y o k . . .

Bölüğün yarısından ziyadesi Türkçe bilmiyor. Tabur Babil kulesi gibi. Ne alanın satandan ne satanın alandan haberi var” . 14

Bu satırlarda da Ömer Seyfeddin’in edebiyatçı şahsiyetine şekil veren unsurları bulmak mümkündür : Dil, vatan, ülkü ve bunlara sahip

12 “ Umumî ve Husûsî Türkçe” , Türk Sözü, nr. 2, 24 Nisan 1330/7 Mayıs 1914, s. 18-19.

13 Efruz Bey ve Mahcupluk İmtihanında dil meselesi üzerinde durduğu gibi,

Ashab-ı Kehfimiz'de de milletlerin kendi gelişmiş, işlenmiş dillerini feda ederek yapma

bir dil kullanmaya kalkışmaları ve bunu savunmalarıyla alay eder. Bunu başka millet­ lere değil de bize ait bir kusur olarak görür.

(9)

insan. Dil ve dil varlığının kendisini gösterdiği edebiyat, bir milletin vatanıdır. “ Türkçeye Karşı Enderunca” adlı yazısında şöyle der : “ Milliyetimiz nasıl Türklük, vatanımız nasd Türkiye ise lisanımız da Türkçedir. Türkçe bizim manevî ve mukaddes vatanimizdir. Bu manevî vatanın istiklâli, kuvveti resmî ve millî vatanımızın istiklâlinden daha mühimdir. Çünkü vatanını kaybeden bir millet eğer lisanına ve ede­ biyatına hâkim kalırsa mahvolmaz, yaşar ve yine bir gün gelir siyasî istiklâlini kazanır, düşmanlarından intikam alır.

Fakat bir millet lisanını bozar, kaybederse hattâ siyasî hâkimiyeti bâkî kalsa bile tarihten silinir. Esirleri onu yutar. Yazık ki bizim lisa­ nımız, bu konuştuğumuz güzel Türkçe de hemen hemen kaybolmağa yüz tutmuş. Eğer uyanmamız biraz gecikseymiş tamamiyle kaybo­ lacakmış” . 15

15 “ Türkçeye karşı Enderunca” , Türk Sözü, nr. 4, 1 Mayıs 1330/14 Mayıs 1914, s. 25-27. Ashab-ı Kehfimiz, Bilgi Yayınlan, Bütün Eserleri 4 ) adlı çok ilgi çekici kitabını, Osmanlılık görüşünün gerçeklere uymadığını, daha çarpıcı kılmak için “ Bir Ermeni Gencinin Hatıralan” şeklinde yazar. Bu kitap adeta makalelerinin hikâyeleşmiş şeklidir. Bu kitabın önsözünde, “ Osmanlılık” ı savunmuş olanlar için şu satırlan yazar. “ Türkçe konuşan bizlcr de, beş binlerce senelik bir tarihin, hattâ pek eski bir esatirin sahibi olan bir millettik. Osmanlı devletinin memle­ ketinde, Kafkasya’ da, Azerbeycan’ da, Türkistan’da, Buhara’ da Kâşgar’ da, hâsılı nerede yaşarsak yaşayabm, yine hâlis mulılis Türk’ tük. Halbuki Osmanlılık kelime­ sine mevhum mânâlar veren münevverlerin siyasî fikirleri, İçtimaî gayeleri ise insanın gözlerinden yaş getirecek derecede gülünçtü.

Bu muhterem efendiler; Balkan Muharebesi’nden sonra da hakikati göremiyor- lardı. İşte o vakit bu kitabı yazdım. İçindeki fikirler sırf Tanzimat ilhamları olduğu için herhangi bir zata atfederek şahzî enmuzeçler çizmeğe çakşmamıştım. Türk köylüsü “ dili dilime uyan, dini dinime uyan. diye milliyetin hududunu pek güzel anlarken münevver efendiler, son inkılâp esnasında ne dile, ne dine ehemmiyet veriyorlardı. Nihayet, işte zaman onlara yaman bir ders verdi. On sene içinde her biri bir asra sığmayacak vak’ alar başımızdan geçti. Artık umumiyetle milliyetin kıymeti bilindi. Konuşulan tabiî lisana, millî edebiyata, Millî sanata, milliyet mefkuresine ehem­ miyet verilmeğe başlandı” (Bilgi Yayınlan, Bütün Eserleri 4 s. 10) “ Sağlam Zemin”

( Türk Sözü, nr. 15, 17 Temmuz 1330/30 Temmuz 1914; s. 113-117) adlı yazısında

Ömer Seyfeddin vatan ile dil arasındaki münasebeti şöyle ifade eder; “ Bir Alman şairi şiirlerini Almanca, bir İngiliz İngilizce, bir Rum Rumca yazar, çünkü onun vatanı kendi lisanıdır. Bir heykeltıraş heykelini kendi memleketinde kurar. Çünkü başka yere gitse, onun sanatını anlamazlar. Ye bu sanatkâr vatanın sağlam bir zeminini bulup gelecek asırlara hediye etmek istediği abideyi onun üzerinde yük­ seltir. İşte Türkçe de Türk sanatkârları için bir vatan, bir sağlam zemindir. Türkçenin üzerine kuracakları abide geçecek zamanların yıkıcı ellerine dayanır. Halkın ismini nesilden nesle söyler. Onu âbideleştirir.

(10)

ÖMER SEYFEDDİN’ İN HİKÂYELERİ 45

Devlet çökmektedir ama millet vardır. Devlet bir teşkilattır. Osmanlı Devleti’nin yıkılacağım görenler ve Türk milletinin varlığının şuûranda olan milliyetçiler, canlı millet varlığının yeni bir devlet teş­ kilâtına vücut vereceğini bilirler. Ömer Seyfeddin işte bunlardandır. Hattâ “ Mehdi” adlı hikâyesinde milletlerin kurtarıcdarını bekledik­ lerini işler. Çöküş sebebi iyi teşhis edilmelidir. Ömer Seyfeddin, çöküşün âmili olarak milletin dilinden uzaklaşmayı bulur. Dil hakkmdaki pren­ siplerin uygulanması yazarlara ihtiyaç göstermektedir. İmparatorluğun karışık unsurları arasındaki bütün unsurlar ayrılma sevdasında iken Türklerin yaşama şansını Ömer Seyfeddin haklı olarak dilde bulur : “ Milliyet muhabbetinden vatan muhabbeti, vatan muhabbetinden de lisan muhabbeti doğar” 16 diyen Ömer Seyfeddin yazılarında millet - vatan-dil münasebetini daima işleyecektir.

Türkçe tek başına değildir, bu milliyetçilik fikrine bağlıdır. Ömer Seyfeddin’ deki gelişmiş milliyetçilik anlayışı onun asker oluşuyla yakından ilgilidir. Nitekim bir yazısında, “ muharrirlerin de büyük vazifeleri vardır. Manevî vatan olan lisanın müdafileri, askerleri, kah­ ramanları onlardır. Ve lisan öyle bir vatandır ki bozulursa artık ne millet kalır ne devlet” d e r.17 Bu, onun yazarlığı bir çeşit askerlik gibi gördüğünün ifadesidir.

O bir asker olarak yetişmiş, millî varlığın, vatanın, devletin teh­ likede olduğunu Rumeli’ de bilhassa Bulgarlar arasında bulunmuş ve kendisinde de kuvvetli bir millî şuûr belki de bu sıralarda gelişmiştir.

“ Nakarat” adlı hikâyesinde, komitecileri arayan bir müfreze komutanı konakladıkları köyde, güzel bir Bulgar kızıyla ilgilenir. Uzaktan uzağa bakışmalara genç kızın söylediği bir şarkı katılır. Subay bu şarkıyı bir aşk ifadesi sanır, kendi de tekrarlamaya çalışır, ia k a t bu şarkı, Bulgarların İstanbul’u alacaklarını nakaratında tekrarla­ dıkları bir şarkıdır. Şarkının kelimelerini öğrendikten sonra genç subay şiddetli bir buhran geçirir. : “ Gençliğini Makedonya’ da geçirmiş eski

Edebiyat heykeli için sağlam bir zemin canlı lisan, yani konuşulan Türkçedir. Sanatkâra kimse karışamaz, O istediğini yapar. Yalmz vatandaşları yaptığı şeyin sağlam bir zemin üzerine kurulmasını isterler ve bu haklarıdır.”

18 ‘ ‘Osmanlıca değil Türkçe” Türk Sözü, nr. 5, 8 Mayıs 1330/21 Mayıs 1914, s. 33-34.

17 “ Umumî ve Hususî Türkçe” , Türk Sözü, nr. 2, 24 Nisan 1330/7 Mayıs 1914 s. 18-19.

(11)

bir zabitin hatıra defterinden” başlığını taşıyan bu hikâyenin Ömer Seyfeddin’in şahsî yaşantısı ile kuvvetli bir münasebeti olduğu açıktır.

Genç subay âşık olduğu Bulgar kızını zaman zaman kaçırmayı bile düşünmüşse de “ gaile içinde bocalayan zavallı devletin başına yeni bir müşkilat çıkarmak! İş görecek vatana hizmet edecek çağımda, orduyu bırakmak, ateşten, müsademeden, harpten kaçmak!” diye içindeki sahip olduğu değerleri de hatırlamaktan geri kalmamıştır. Bulgar kızının Bizim olacak/Bizim olacak İstanbul bizim olacak mâ­ nâsına gelen “ Naş, naş/Çarigrad naş. . /Raz-va-tri” nakaratının mâ­ nâsını öğrendikten sonra içine düştüğü ıztırabı şöyle anlatır : “ Tara- çadan, yalnız bana değil, bütün milletime karşı savrulan o cesur, metin, o azimkâr küfrüyle teşekkür ediyordu.

Dükkândan dar çıktım. Meyhanecinin söylediklerini işitmiyordum. Hava hakikaten pek bozuktu. Atıma bindim. Beynim tutuşuyor, vü­ cudum yanıyordu. Kaputumun, ceketimin önünü çözdüm. Fesimi arkaya attım. Atımı dörtnala kaldırdım. Dik yollardan, dar uçurum­ lardan, sakin ormanların içinden geçtim. Mekkârecimle hademem geride kalmışlardı. Müfrezeyle kuşsuz ormanların içinde keşke bir çeteye rastgelseydim. Keşke beni öldürselerdi. Kendime karşı duy­ duğum nefret, vicdanımdaki ateşten azap beni eritiyordu. ( . . . )

İşte bir haftadır, Velmefçe ormanlarında, kendince mukaddes bir fikir için ölen komite papazın o cesur kızıyla aramdaki farkı düşü­ nerek yatıyorum.

işte bir h a fta d ır ...” . 18

18 Bu uyanma gerçekten II. Meşrutiyet devri yazarlarının şahsî tecrübelerine bağlıdır. Osnıanlı Devleti’ ni oluşturan çeşitli kavimlerin Türklerdcn kopmaya başla­ dıkları ve kendi milliyetlerini ayırdıkları günlerde. Aka Gündüz de böyle bir tecrübeyi yaşamıştır : “ Beni milliyetçi eden bu güzel Bulgar kızıdır. Ben onun sayesinde milli­ yetçi bir muharrir, has Türkçe yazmağa uğraşan bir insan oldum.

Bir güıı herkes çay kenarına toplanmış havaya bakıyordu. Sevgilimle beraber biz de gittik. Ne var dedik? Gündüz havada bir yıldız görünüyor, dediler. Güzel Bulgar kız ellerini çırparak “ oh oh” diye sevindi. “ Neye seviniyorsun” dedim.

— Ben mi, dedi. Ne zaman güpegündüz havada bir yıldız görünmüşse, çok sürmez Türklerin başına bir felâket gelir. Ona seviniyorum.

O şada, o yıldız bütün cüssesi ile bütün ateşten savleti ile beynime indi ve o sa­ niyeden itibaren Osmanlılıktan Türklüğe avdet ettim” (Mecdi Sadreddin, Sevdiklerimiz, İstanbul 1929, s. 64.

Rahime Güngör, Aka Gündüz'ün Çocuk Kitaplarının Tahlili, İstanbul 1977, s. 5-6. I. Ü. Edebiyat Fakültesi Genel Kitaplık TIIT 1497. Basılmamış mezuniyet tezi).

(12)

ÖMER SEYFEDDİN’İN HİKÂYELERİ 47

4. Sanat, hikâyecilik gücü : Ömer Seyfeddin hikâye yazma tekniğini çok iyi bilmektedir. Yukarıda saydığım özellikler devrin başka şahsiyetleri tarafından da paylaşılmıştır. Fakat Ömer Seyfeddin onlar arasında yegânedir.

Konusunu günlük olaylar, hatıralar ile tarih, masal ve efsaneden alan ve inanılmaz bir gerçeklik ve gözlem gücü ile anlatılan hikâyelerinde Ömer Seyfeddin’in bakış açısı Türk milliyetçiliğidir, her şeyi Türklük açısından görür, ve Ömer Seyfeddin bundan dolayıdır ki milliyetçiliğin temel unsuru Türkçeyi yazılarında kullanır.

Ömer Seyfeddin’in sanatkâr cephesinin özelliklerini de şöyle toplamak mümkündür. O, iyi bir gözlemcidir. Benimsediği gerçekçi edebiyatın da özelliği olan gözlem, dış hayatın okuyucuda gerçeklik vehmi uyandıracak şekilde hikâyelerine aktarılmasını sağlar. O, genel­ likle vak’ a hikâyeleri yazar. İnsanları belirli bir durum ve olay içinde gösterir. İnsanların dünya görüşleri ve mizaçlarından doğan farklılıklar olaylara değişik açıdan yaklaşmalarını sağlar. Bu farklılık çatışmayı doğurur. Çatışma, olayları epik boyuttan çıkarır ve dramatik boyuta getirir. Ömer Seyfeddin bilhassa tarih ve savaşlardan konusunu alan hikâyelerinde bu iki boyutu birleştirmiştir. (Bomba, Beyaz Lale, Başını Vermeyen Şehit, Ferman v. s.).

Ömer Seyfeddin dramatik boyutu verirken genellikle insanlarda dehşet uyandıran bir durum ortaya koyar. 0 noktadan sonra artık okuyucunun neredeyse nefesi tutulmuştur. Hikâyenin okuyucu üzerinde uyandırdığı bu son derece kuvvetli dehşet duygusu, uzun müddet o hikâyeleri okuyucuya hatırlatır. Bu hikâyelerin en tipik olanı “ Topuz ve “ D iyet” tir.

Ömer Seyfeddin, hikâyelerinde veya Şît adıyla yayımladığı fıkra­ larında, olayları daha unutulmaz ve çarpıcı kılmak maksadıyla mizaha başvurur. Bu onun hem hikâye yazma tekniğinin bir özelliğidir, hem de mizacının bir cephesini verir. Bu mizahî tondur ki, Ömer Seyfeddin’in kolayca propaganda eseri sayılabilecek veya basit magazin hikâyeleri diye bir kenara itiliverecek hikâyelerine bile, hepsi bir arada ele alın­ dığında derin bir mânâ yükler. Yaptığı tenkitleri bıyık altından gülüm­ semeden, ağır hiciv tonuna kadar çeşitli tonlarla örtmesini bilir. Bunlar bazan onları örtmek ve gizlemeğe yarar, bazan da büsbütün teşhire.

(13)

Çocukluk hatıralarından mülhem hikâyelerinden Ömer Seyfeddin'in biyografisine ait bazı özellikler tesbit edilebildiği g ib i19 yazar çocuk­ luğunun ibret alınmağa değer bazı olaylarını da anlatır. O, her hikâ­ yesinde çarpıcı bir vak’ a veya durum ortaya koyar. Bunlarda da vaka ne kadar önemsiz olursa olsun çarpıcıdır. Bilerek veya bilmeyerek bir çocuğun sebep olduğu facialar işlenir. Kendi başına komik olan, zararsız bir olay, başkalarının hayatında yarattığı sonuçlar yüzünden facia haline dönüşür.

“ Falaka” hikâyesinde, hocanın hapşıran eşeğini, ettiği lüzumsuz bir yemin yüzünden falakaya yatırması, gülünçtür; fakat bunun sonunda hocanın görevden alınması, ihtimal aç kalması, buna sebep olan ya­ zara “ zaman geçtikçe hafifleyecek yerde, daha ziyade ağırlaşan bir vicdan azabı” yükler.

Yazar bu hikâyesini “ fakat bunun gibi, hayattaki her gülünç şeyin altında görünmez bir facia yok mudur” cümlesiyle bitirir. Bu cümle, Ömer Seyfeddin’in ilk okunuşta basit, mizahî hikâyeler hissini bırakan bazı eserlerinin taşıdıkları daha derin mânâyı aydınlatacak niteliktedir.

Gerçeğin zaruretlerine dayanan ve hızını oradan alan milliyet- çüik, yazarın bütün yazılarında bakış açısını teşkil eder fakat Ömer Seyfeddin, başı havalarda, gerçekten kopmuş idealistlerden değildir. Bundan dolayı da genellikle eserlerini ideolojiye göre ayarlayan yazar­ ların düştüğü sunilik onun eserlerinde pek görülmez.

Sanatkârların ölümlerinden sonra genellikle basmakalıp bir ifade kullanılarak, daha pek çok değerli eserler vereceği bir yaşta öldüğünü söylemek âdettir. Fakat Ömer Seyfeddin için bu söz gerçeğin ta ken­ disidir. O henüz otuz altı yaşında iken ölmüştür. Kısa süren yazarlık hayatını gözden geçirince, onun bu dönem içinde büyük bir birikim kazandığını, süratle eserlerini verdiğini ve kendisini büyük bir eser yaz­ mak için hazırladığını görüyoruz. Ömer Seyfeddin’in arkadaşı Ali Canip’ e yazdığı mektuplarda dile getirdiği bu özlem ne yazık ki gerçek­ leşememiştir. Ömer Seyfeddin, esir olarak bulunduğu Nafliyon’ dan Ali Canip’ e yazdığı bir mektupta, büyük şehirden uzaklaşarak uzak­ larda bir yerde yerleşip, büyük eserlerini yazmaktan söz eder :

“ Ahlâkî ve ruhî sukuttan şüphesiz hepimiz hissemizi almışız. Gel artık, aramızda vefa, mefkureye sadakat, kerem ve fedakârlık gibi

(14)

ÖMER SEYFEDDİN’ ÎN HİKÂYELERİ 49

faziletleri aramayalım. Gene eskisi gibi kendimce, şahsî olabm. Birer köşeye çekilerek çalışalım. Lisan hakkındaki mefkûremizi gölgede, uzaklarda, tenha yerlerde husule getireceğimiz büyük eserlerle halka kabul ettirelim. Yani hakiki sanatkâr olalım” .

“ Kırk yaşıma daha on sene ister. Bu on seneyi serserilikle, mevzu toplamakla, tahlil ve mütalaa ile geçireceğim. Fakat on birinci sene, bir piyes ki ezelî olsun. . Bir piyes ki münekkitler alkışlamaktan başka bir şey yapmasınlar.

Gülüyorsun ve reverie poétique diyorsun, değil mi ? Hayır, hayır. . . Hissî mantığına kapılma. Muhitinin ahlâkına uyup kolay ve çabuk muvaffakiyetler isteme. Düşün ki, Gustave Flaubert büyük eserini yirmi beş senede yazdı. Biz niçin elli milyon Türke ruhî gıda vermek idealiyle on sene çalışmayalım ? . . ” . 20

Kuvvetli gerçeklik duygusu, sağlam bir mantık, disiplinli bir çalışma ve radikal bir tavra sahip olan Ömer Seyfeddin, eğer ecel aman verseydi, bu hayalini mutlaka gerçekleştirirdi. Fakat yazdığı eserler de Ömer Seyfeddin’in edebiyatımızdaki sağlam yerini almasına yetmiş­ tir. O bugün de en çok okunan, eserleri arka arkaya baskılar yapan büyük bir hikayecidir ve onun hikâyelerinden öğreneceğimiz çok şey vardır.

20 Ali Canip Yöntem, Ömer Seyfeddin Hayatı Eserleri, İstanbul 1947, s. 159. 14 Teşrin-i evvel 1329/27 Ekim 1913 tarihli mektup.

(15)

K U R U M U

Referanslar

Benzer Belgeler

Aralık ayının sonunda kavuşum nok- tasından ayrılan Satürn Ocak ayının ilk günlerinde, gökyüzünde Güneş’e yakın konumda olacağından, gözlem- lenmesi de mümkün

Melek Lampe'nin oğlu, Güler Behçet'in sevgili eşi, İstanbul Barosu Avukatlarından..

Dokunmatik Ekran (Touch Screen) teknolojisini ve e- ka¤›t esnekli¤ini kullanan bu cihaz, fl›k olmas›n›n yan›nda oldukça da ergonomik; cep telefonu, bilgisayar,

değişmeler ve gelişmelerdir. Hızlı değişmeler ve gelişmeler sonucunda BT örgütler- de neredeyse tüm işlevlerde, süreçlerde ve uygulamalarda kullanılabilir bir konuma

■ Turkish/Islamic Schools 452 Jewish Schools 11 Armenian Schools 36 Greek Schools 53 French Schools - 29 Italian Schools 10 American Schools 5 1 British Schools 2 1 Austrian

Hafız Zekâi’nin musiki derslerine de devam et­ tiğini duyan Mustafa İzzet Efendi, Zekâi Dede’ye birkaç İlâhi okutmadan yazı dersine başlamazmış.. Mehmed

Kalust Gülbenkyan, servetini koru­ mak için sarfettiği ateşli ve sürekli gayret yüzünden, bu serveti kullan­ mak için ne istek duvar, ne de vakit bulurdu,

Results: Patients in the dexmedetomidine group had a remarkable reduction in blood loss (p=0.000) with lesser intraoperative mean arterial blood pressure, heart