Biz bugünkü Tûrkler milliyetperveriz».
• Kara Mustafa
Paşanın hem
şahsî hırsına,
hem de devletin
siyâsetine
uygun gelen
proje
iokeli, projesini önce Fâzıl Ahmed Paşa'ya arzetmişti. Nihâyet Kara Musta fa Paşa sadrâzam olunca, TökeU Reîsül- küttâb olan Las Mustafa Efendi ile mu habereye girişti, onu müddeâsma firtfte etti. Las Mustafa Efendi, Kara Mustafa Paşayı imâleye başladı. Bu seferki faali yet sahası genişlemişti: Yalnız Orta Macar şehirlerini kurtarmak nâkâfi bir tedbirdi; Avusturya'ya sürekli seferler açmak tansa bir, fakat pir bir sefer açmak, gayet hazır lıklı, cesîm bir ordu ile Viyana’yı düşür mek, Habsburg Hanedânı’n; oradan kok mak, Habsburg tahtına Tökeli'yi Macar Kıralı olarak geçirmek, zâten Katolik olan AvusturyalIları, Macarlarla bir tâc altın da toplamak, hâsılı asırlardan beri başı mıza belâ olan Nemçe'den kurtulmak» İşte tedbir bu idi. İcrasına muvaffakiy- yet hâsıl olsa bu tedbîr çok cazipti.. O va- kitki Avusturya ise iyi tanzim edilmiş bir savlete aslaa mukavemet edemezdi. T ö- keli’nin Las Mustafa Efendi tarafından benimsenen projesini Kara Mustafa Paşa hem şahsî hırsına, hem de devletin siyâ setine uygun telâkki etti; Beç'i düşür mekle gıpta ettiği Kandiye, Kamyeniçe ve Uyvar fâtlhi Fâzıl Ahmed Paşa’yı göl gede bırakabilirdi, Avusturya'yı yok et mekle bu devleti o eski sürekli seferlerin zahmetinden kurtarmış olurdu.
Nemçe Seferi, asıl adı efkâr-ı umû- miyyeden îtinâ ile gizlenen bu sefer, 1683 kışında hazırlanıyordu. Avusturya teh likeyi görür görmez âdeta ayaklarımıza düştü. Sefirine en kabul (edilmez) bir şartı öne sürüyorduk: Yanıkkale'yi top suz tüfeksiz istiyorduk. Tabiî veremezdi. Zâten verseydi de bizim maksadımız mu karrerdi. Hâsılı o meş'un 1683 yazında or du. Mehmed-i Râbile ve haremiyle be raber, İstanbul’dan görülmemiş bir aza metle kalktı. Yol üstü büyüdükçe bü yüdü. O zamanki büyük vatanımızın bü
tün gençleri, bütün cengâverleri, bütün beyleri, sancak beyleri, serhad beyleri, Beylerbeğileri bu mehlb orduda hazır dılar. Mehmed-i Râbi Belgrad’da kaldı. Ordu öteden beri Avrupa seferlerimizin üssülharekesi olan Osek’e yürüdü.
Oraya kadar milletin siyâsî ve askerî mukadderatına senelerce karışmış olan en fedakâr serdarlarımız da dâhil olmak üzere, bütün ordu Beç üzerine gittiği mizi bilmiyorlardı. Bu gaye, gayet gizli tutulmuştu. Osek'de Tökelı İmre «hâk- pây-ı fisafî.ye yüz sürmeğe geldiği gün, Beç lâkırdısı da sızdı. Lâkin ordu erkâ nımız arasında hayret uyandırdı. Hay retten sonra, düşünce, güftüğû ve îtiraz da belirdi. Bu mühim nokta o zamanki ordularımızda millî târihimizin seyr-i tabiîsinin ve vatanımızın tabiî ittisâmm ne derece şuurlaşmış olduğunu gösteri yor. Ordu Osek'den kalktı, Avusturya serhaddine yaklaştı. Bütün ordu erkânın dan mürekkep bir dîvân-ı âsafî kuruldu. Bu defa Beç’e yürüdüğümüz tasrih edi lir edilmez ve herkesin mütâlâası, «re’yi» sorulur sorulmaz ortalığı fecî bir sükût sardı. Bu meclis, milletimizin istibdâd ve hürriyet bahsine taallûk eden mukadde râtında çok ehemmiyetle mütâlâa oluna bilir. Herkes mütehayyirâne susuyordu. Nihâyet büyük Köpriilü'nün ve Fâzıl Ah med Paşa'nm seferlerinde şânü şerefe garkolarak kademe kademe yükselmiş ve saçı sakalı sefer yollarımızda ağarmış bir pîr olan Budin Beylerbeyi Uzun tbrâhim Paşa söz alarak Beç üzerine hemen yü rümemizin aslaa doğru olmadığım, bu se ferde yanık gibi etraf kaleleri düşürme mizi ve ertesi sene Beç'i kolaylıkla fethe debileceğimiz! bin korku ile, âzami mah viyetle söyledikten sonra, «Yine siz a'lem- süz», diye sözünü kesti. Kara Mustafa Paşa hiddetini yenemedi, îbrâhim Paşa’- mn yaşla ateh getirmiş olduğuna
kanaati-ni ifâde etmekten kendikanaati-ni alamadı. Mâ- mâfih yanında en ziyâde sevdiği ve gü vendiği ve hakikaten de ömrünü bu va tan uğruna harb ederek geçirmiş ve bir kaç defa fatih olmuş ihtiyar serdarları mızdan çok mübârek bir vezir olan Abaza Sarı Hüseyin Paşa söze karışarak, Uzun tbrâhim Paşa’nm re'yinin musîb olduğu nu tasdik etti. Fakat kâr etmedi. Meclis* nihâyet verildi. Ordu Sadrâzamın dönme* karârı mucibince Beç yoluna çıktı. Yürü yüş, muhasara, önce civanmerdâne sav letlerimiz, sonra muhâsara uzayınca re- hâvet, Alman ve Leh ordularının gelişi, meydan muharebesi, bozgun, hâsılı diğer safhalar uzun birer bahistir. Bunları bir tarafa bırakıyorum, çünkü bahsimizden hâriçtirler. Lâkin şu kadarını işaret et mek fâidelidir ki, Viyana Muhasarasın dan sonra, zuhûr eden binlerce vesika Kara Mustafa Paşanın projesinde isabet olduğunu vâsî mikyasta gösteriyor: Kibri ni ve inadım bertaraf edip, bütün zah metlere katlanarak, büyük muhâsara top larını getirseymiş, kendi serhaddimizden Viyana'ya kadar olan mesafede icrâ ettir miş olduğu fecî tahribata ve yağmaya ön ceden mâni olarak sonra çıkan kıtlığa meydan vermeseymiş, orduyu manen' va maddeten karıştıran tufeyli satıcı ma- kuulcsini ayırıp Viyana'ya yalnız muha rip zümreyi sürseymiş ve bu tedbirleri* ordu içinde vâsi mikyasta câsusluk va hezimet tellâllığı eden meşkûk kitleler den kurtulsa imiş, Viyana’nın, Leh ordu su yolda iken ve Alman ordusu tanzim e - dilmemişken sukuut etmiş olacağım bü tün vesîjcalar göstermektedir. Hattâ müt tefikler, Kahlenberg tepelerinde görün dükleri zaman bile kale kumandam Ştarenberg’ in Lutheringen dükasma: «E- fendimiz, çabuk imdâda yetişiniz, daha yirmidört saat mukavemet edebileceğiz!» diyerek uçurduğu haber el’an Viyana kü tüphanesinin evrakında mahfuzdur.
Türkiye’nin çehresi başka türlü kalırdı
tkinci fikrinize geliyorum. Biz Viya na'ya girseydik, önce yağma edecektik, sonra da orasını vergiler altında bunal
tacak tık ve nihâyet çekilip gidecektik, o şehri yine eski sâhiplerine bırakacaktık, diyorsunuz
İfağma edecektik. Bu doğrudur. Hat tâ Kara Mustafa Paşa, bizzat, kendi Vi yana hazînelerine göz dikmişti, lâkın ora da kalmıyacaktık Saint-Etienne Katar! - relinde Tökeli'ye tâc giydirecektik. Viya
-na’yı Macaristan'ın payitahtı olarak bıra kacaktık. Bu vakte kadar Habsburglara tâbi olarak bizimle uğraşan birçok mınta- kalardaki Macar beyleri bu defâ peyder pey TökeU ile anlaşacaklardı ve ona tâbi olacaklardı. Tökeli an-asıl milUyetperver olduğu için tabiî ergeç bizden ayrılacaktı, bu faraziyede isabet muhakkaktır. An cak bizden birden bire, kolayca rücû e- demiyeoek, zîra kendisiyle Habsburglar uzun bir müddet mezbûhâne uğraşmaya
girişeceklerdi. O da bize muhtaç olacak tı. On sekizinci asrın ibtidâsından Hibâ- ren çıkan Avrupa harpleri gösteriyor ki, biz o asrın nihâyetinde çıkacak olan Fran sız inkılâbına kadar Macaristan içerilerin de kalabilirdik. Oradan çekilmemiz ancak mukadder olan Macar milhyetperverliği- nin zuhuruna muallaktı. Oradan ancak o zaman çekilecektik. Maamâfih diğer bir cepheyi de hatırlamak lâzımdır. On seki zinci asır harplerinde sırtımızda
Yunus Nadi, 26 Ek!m 1930’da Cumhuriyet’de çıkan başyazısında Viyana’da, Vi
yana seterinden v e Osmanlı tarihinden bahsetmiş v e «Os- manlt tarihi, başlıca meziyeti istilâ v e müdafaa olan bir ta rihten başka bir şey değildir» demiştir. (M E Y D A N , 12. sa yıda mektubun tam metni ya yınlandı ).
O sırada Madrid’de bulunan Yahya Kemal bunun üzerine Yunus Nadi’y e bir mektup yazmış, ama postaya verm e miştir. Evrakı arasında bulu nan bu mektup şimdi ve ilk defa yayınlanmaktadır.
Yahya Kemal, mektubunun ğeçen hafta yayınlanan baş tarafında Viyana seferi m ev zuunda şunu söylüyor: « V iya- na’ya girseydik, şu son iki bu çuk asırlık felâketlerimizin on da sekizi vâki olmazdı ve Ru meli Türklüğü şimdi, bu 1930 senesinde, lâakal Tuna v e Sa- va’nın ötesinde kaahir bir ek seriyetle hâkim bulunurdu».
V e son Viyana seferinin man
tığını v e projesini anlatarak, şöyle devam ediyor...
Y A H Y A KE M A L 1930’larda Madrid’de
•
Fransız
inkılâbına
kadar
Macaristan
içerilerinde
kalabilirdik
ya olduğu halde Rusya ile giireşmiştik, Avusturya bertaraf olsaydı başka türlü güreşirdik ve onun sarkmasına mâni olurduk.
Viyana’ya girseydik değil, fakat gir meksizin dahî 1683 bozgununa öyle uğra- masaydık o bozgunu görüp hemen üzeri mize atılan Venedik ve Rusya bizi her tarafımızdan kuşatmasalardı ve tam on altı sene sürmüş olan ve güç hâl ile 1699 da Karlofça'da biten o harp silsilesi ba şımıza çıkmasaydı bu on altı sene içinde sarfettiğimiz insan kitleleri sarfolunma- saydı, İstanbul’da ve Anadolu’nun her köşesinde bu yüzden çıkan ihtilâller çık- masalardı zannederim ki, bugünkü Tür kiye’nin çehresi yine başka türlü kalırdı. Şu Vivana bozgunumuza dâir okuduk
larım bana bu kanaati verdi ki, târihin cereyânı yalnız takdirlerden ibâret de ğildir, takdirler ve tedbîrler ayan beyan görülecek bir kılıktadırlar. Meselâ tak dir tarafı nedir? O vakit iş başına geçen en meziyetli, en yüksek ve en ehliyetli şahsiyetlerimizin bile ileriye doğru görüş leri yoktu ve olamıyordu da. Bütün göz ler aıkaya, maziye çevrilmişti. Köprülü ler gibi, büyük bir tâlihle mezhar olduğu muz devlet adamları ancak mâzîperest o - larak mükemmel şahsiyetlerdi, fakat bunların hiç birinde istikbâl hazırlığına dâir bir emâre olsun görünmüyor. Tabiî bu kafalarla ergeç rücû mukadderdi. Bu takdir tarafıdır. Tedbîr tarafı ise gayr-ı münkerdir. Tek başına bir Viyana sefe rini açan Kara Mustafa Paşa yerinde yi ne onun muasırları olan bir Köprülü Fâ
zıl Mustafa Paşa, yâhut da bir Şeytan lb - râhim Paşa, yâhut da bir Amuca Hüseyin Paşa, yâhut da, hani biraz evvel Viyana seferine îtirâz ettiğini söylediğimiz, Uzun İbrâhim Paşa olsa Viyana seferi olmaz dı. Artık Kara Mustafa Paşa’nın kader şevkiyle başımıza geçmiş olduğunu söyle mek de fazla «fatalizm» olur değil mi? Mâzîye ne hâcet, biz bu farkları kendi zamanımızda gördük. 1914 de Enver Paşa' nın yerinde Mustafa Kemal bulunsaydı, harbiumumî devresindeki mukadderâtımı zın seyri değişirdi, bu gün vatanda iki milyon Türk fazla bulunurdu, onlar m da on altı seneden beri çocukları doğardı; iki insanın tedbîrlerindeki farkla takdirin ne kadar değişeceği derhâl anlaşılır de ğil mi?
Mekânı fethetmek bir mârifettir, fakat...
• ...Mekânla
beraber
zamanı da
fethetmek
yüz misli
tdeğerdedir
M EYDAN , 13 NİSAN 1965Nihâyet yazınızda verdiğiniz son hük me gelelim. «Osmanlı târihi, başlıca me ziyeti istilâ ve müdafaa olan bir târihten başka bir şey değildir, ben bu târihi şöy le hülâsa ettim; Viyana’ya kadar çıkan ve Sakarya'ya kadar dönen bir medd ü ce zir!» diyorsunuz.
Hangi milletin tarihi böyle değil ki? Hangi millet önce istilâ ve sonra müdafaa tecelliyâtmı geçirmemiş ki? Osmanlı tâ rihi bütün târihler arasında bir şaravz mıdır? Zannımca bu hâl mukadderdir, öteden beri bir hâlet-i rûhiycmize dik kat ederim: Bizler, bugünkü nesil, Os manlIları tahtla ederken, gayr-ı şuûri ola rak dâimâ bir cihangirlik dâiyesi ifâde ediyoruz, yâni onlara: «O kadar uzak me sâfelere gittiniz, o kadar azîm ülkeleri fethettiniz, niçin oralarda kalmadınız? Ni çin oralarım da bize miras bırakmadınız? Demek ki kuvvetiniz gelip geçici bir şey di» diyoruz, ve onları tezyif ediyoruz. Cezrü med’den bunu kastediyoruz zan- nolunur. Kendi nâçiz mülâhazama göre, cezrü med mukadderdir, diyorum. Maa- mâfih «cezir.de imtidâd hayli büyük bir kıymettir. Mekânı fethetmek bir mârifet tir, fakat mekânla beraber zamânı da fet hetmek yüz misli değerindedir. OsmanlI lar, Türk olmayan topraklar hâricinde; meselâ Mısır’ı fethetmişlerdi, fakat ora da bilfiil üç yüz sene kalmışlardı ve Mısır hazînesini İstanbul’a üç asır taşımışlardı; Sûriye'yi fethetmişlerdi, Suriye ellerinde dört asır kalmıştı. İngiltere’nin Hindis
tan’daki hâkimiyeti henüz bu yaşa gir medi ve galiba girmiyecektir de. Her hal de zamanla mekânı bu kadar vâsi bir mik yasta kendine bendetmek bir kudret e - seridir. Hattâ bunu da ilâve ederek kay detmek beliğ olur ki, Mısır’dan ve Sûri- ye'de tâ kadîm devirlerinden beri gel-, miş ve geçmiş fâtih milletler arasında en fazla müddet hüküm sürmüş olan yine OsmanlIlardır. Oralarda hiç eser bırak mamışlarda- da demek yanlıştır. Hele in sanlık hissi nâmına bir müşâhedeyi ihmâl etmek mümkün değildir: Meselâ Mısır ve Sûriye bütün târihte yegâne siyasî istik lâllerini şu Osmanlı istilâsı altında bulun dukları vakit hissetmişlerdir.
Biraz önce OsmanlIların istilâ ettik leri yerlerde kalmadıklarını bir nakîse addeden bu günkü Türklerin gayr-ı şuûri bir cihangirlik hissi taşıdıklarını farze- diyoıdum. Evet biliyorum; haddi zâtında istilâ aleyhinde olan milliyetperverleri miz de var. Bunlar ekseriyâ bütün o fet hedilen yerlere bizim kanımızın sarfolun- duğunu söylüyorlar. İtiraf edeyim ki, ben bu îtikadda değilim. Okuduklarım ba na o saltanatın istilâsında vâsî mikyasta müşterek bir kanın döküldüğünü gös terdi. Meselâ şu musahabemizde bahsi ge çen Viyana seferini, harikulâde güzel ve canlı olarak nakleden ve son senelerde devlet matbaasmda basılıp neşrolunan Si lâhdar Mehmet Ağa'nın târihinden oku yunuz.. Görürsünüz ki, Viyana önündeki ordumuzda bizim kadar Boşnak,
Arna-vud, Sûriyeli, Mısırlı vesâire vardır. Or dunun başındaki serdârlar da muhtelif ırklardandır. Bu iştirak yalnız Viyana ö~ nünde değildir, tâ ilk devirlerden başlı yor ve öyle de devâm ediyor.
Milliyetperverliği «mukaddes hod- gâmlık» diye târif eden mütefekkirin çok çirkin bir his ifâde ettiğini ancak komü nistler iddiâ edebilirler. Biz bugünkü Türkler milliyetperveriz ve böyle oldu ğumuz için de bizim şerefimiz uğrunda can vermiş başka cinsten fedakar insan ların hâtıralarına miımetdâr olmalıyız! fikrindeyim. Meselâ şu Viyana muhasara sında, Leh ordusu yaklaşırken, Kara Mustafa Paşa'nm garîb ve hoyratça bir emriyle, Tuna’nın öte yakasında Pres- burg'ga az bir kuvvetle geçirilmiş ve Sob- yeski’yi durdurabilmek için, göz göre ö - lüme atılmış, orada hazır bulunan Tökeli’ nin ihtarlarına rağmen, azminden dön memiş bir Abaza Sarı Hüseyin Paşa var. Garîb bir tesâdüf olarak bu civaıunerd adam efendisi olan Şam Beylerbeyi diğer Abaza Sarı Hüseyin Paşa'nm hem adını, hem de iki defâ lâkabını taşıyormuş. O günlerde bütün ordu bu adamın ölümüne ağlamış.
Uğrumuzda ölmüş bu mübârek ceıı- gâveri sevmemek mümkün müdür?
Bunun gibi bizim cinsimizden olma yan şehîdlerimiz miîyoncadır.
Not: Bu mektubun birinci kısmında gecen 1863 tarihleri 1683 olacaktır. Özür dileyerek düzeltiriz.
SAYFA : 21
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Ta h a To ros Arşivi