• Sonuç bulunamadı

Edebi musahabe:Hamdullah Suphi'ye dair hatıralar

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Edebi musahabe:Hamdullah Suphi'ye dair hatıralar"

Copied!
8
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

18

M U H İ T

Edebî M usahabe:

Hamdullah Suphi ye dair Hatıralar

ABDÜLHAK ŞİN ASİ

istipdadın «anarşisi içinde — Kendini koruyan bir

r u h — Gazeteci, Muallim, Şair, Hatip — Nasıl

her şey onu ocak reisliğine hazırlamıştır?

O

* ZAMANIN

\ h a t ı r a l a r ı

ruhuma öyle sin­ miştir ki hâlâ daha,

uyurken kalbimin

üstüne bir az faz­ la yaslanmış o l ­ sam , kendimi o âleme dönmüş sa­ nırım. Fakat bir türlü g e ç m i y o r zannolunan günlere ve gecelere rağ­ men seneler o ka­ dar çabuk g e çti, aradan öyle ber­ rak mevsimler ve bedbaht seneler, ihtilâller, harpler ve facialar ve öy­ le beklenmez, ina­ nılmaz ve unutul­

maz şeyler geç­

ti ki şimdi o eski zamanları tavsif i- çin «tufandan ev­ vel » demek ihti­ yacım duyuyorum. Meşhur bir söze tebaiyetie h a y d i

tufandan evvelli

zamanı karıştırma- sak bile bu hatır­

latmak istediğim

1902-1905 sene­ leri ismi o vakît Mektebi-Sultani o-

lan Galatasaray

Lisesi her halde

türlü türlü sefalet­ ler içinde fakat ü- mit suları üstünde yüzen bir Nuh ge­

misini andırırdı.

T a l e b e bilhassa

yağışlı, ıslak ve

karlı mevsimler­

de titreşen zavallı bir muhacir kafi­ lesine b e n z e r d i . Sabahları yataktan uykuya doymamış v e b ir s a n i y e

geç kalmağı bir

kâr sayarak ayrılır, miydelerimizi ye­ mekle doyurmak­ tan ziyade iştihamı- zı çirkin kokular­ la kaçıran yemek­ hanelerin kirinden yarı aç kalkardık.

Rutubeti d e h ­

lizlerde soğuk rüz-

Hamdullah Suphi Bey f Jl gârlar eser, çamur­ lu ve karlı

(2)

bah-çelerde ayaklarımız sızlar, ellerimiz donardı. Bütün bunlar hassasiyetimizi marazi bir halde arttırıyordu. Bâzı günler Boğaz-içine yahut Adalara gittiğini duy­ duğumuz bir vapurun uzaktan gelen sesi ruhumuz­

daki daüssılaya dokununca bütün mevcudiyetimiz

şanki mûnevi bir romatizma ile sızlardı, ekserisini «rate» ve akılsız bulduğumuz ve haklarında hiç bir hürmet beslemediğimiz, bazıları ise aramızda tahkiri tazamun eden lakaplarla anılan hocalarımız bize ne hayalimizi zenginleştirecek, ne ruhlarımıza bir gıda olacak bir ders veremeyorlardı. Dersler hep imtihan­ lar için öğrendiğimiz kaba, kuru şeylerdi, ve bütün bu ruhsuzluk, bu gıdasızlık, bu rahatsızlık felâket­ leri arasında çabuk çabuk akan, parlayan ve geçen emsalsiz şiir ve lezzet menbâları vardı: Fikirlerimize bir âşinalık, samimiyetimize bir mukabele bulmak imkânını bahş eden teneffüs saatleri. Bahçeye çıkınca, dostluğa inandığımız o zamanlarda, kendimize ben­ zediklerini sandığımız arkadaşlar vardı; onlarla, bir işte şerik olanlar arasında mûtat olduğu gibi, kesik kesik cümlelerle çabuk çabuk konuşup anlaşmak, emellerle hülyalarımızı biri birimize iytiraf etmek, ede­ biyattan, hürriyetten, Paristen ve atiden bahsetmek imkânı vardı. Dört kuru duvar arasında bir leyli mektep bahçesi ne kadar hülyaların sinmiş olduğu bir yerdir. En asil hayallerin konduğu yüksek bir tepe, bir ati yuvası ve akıllara Iıeyret verici bir yer! Senelerden sonra bu bahçeyi tekrar gördüğüm za­ man bu kadar küçük, bakımsız, hakir ve mânâsız göründüğüne, taşlan arasından her yerdeki yeşil ot­ ların bittiğine ve toprağının da her taraftaki adi, esmer ve hissiz topraktan ibaret olduğuna hayret et­ tim. Benim hafızamda büyük ressamların tersim et­ miş oldukları resimler gibi mânalarla ve şiirle dolu harikulâde bir bahçe manzarası kalmıştı. O zaman bu bahçe müstakbel saadetlerimizin mahfuz bulun­ duğu bir hazine idi ve biz halin bütün o yoksul­ luklarından ve rahatsızlıklarından ziyade istikbalin vâtlerinin hakîykatine inaniyorduk.

M

ektebin sınıfları üç bahçeye tabi’idi. Bunlarınher

birinde ancak bir kaç sınıfın talebesi birleşip ta­ nışırlar, diğerlerde ihtilat etmezlerdi. Bizden bir kaç yaş büyük olan Hamdullah Suphi büyüklerin bahçesindendi. Fakat Müfit Ratip, Ahmet Haşim, İz­ zet Melih, Emin Bülent, ben ve sair bir kaç arka­

daşın edebiyatla iştigal ettiğimizi duymuş, bize ha­ ber gönderdi ve bir gün teneffüs saatinde tanışmak için bahçemize geldi. O zamanlar ekser talebenin giydikleri de mektebin sefalet manzaralarına ve renk­ lerine uygundu. Hamdullah Suphinin giyinişi ise iyti- nalı idi. Sesi samimiyetten ziyade resmiyet hissini veriyordu ve o teşrifatla, tekellüfperestane bir tarz­ da konuşuyordu. Bize edebiyattan, Namık Kemalden,

atiden bahs etti. Hamdullah Suphide vatan âşıkı

ve şairi Namık Kemalin tesiri çok mühim olmuştur. Gerçi kendisini tecrübesi çoğalmış bir ağabey telâkki ediyor fakat bize iytibarla hitap ediyordu. Ruhumuza bir tesir icra etmek isteyen üstat ve ya arkadaş en evvel bize inandığını göstermelidir. Öyle zengin bir kalbi olmalıdır ki bize muhabbet ve emniyetini bezl- ettiğini görebilelim. Hamdullah Suphi hakkımızdaki muhabbetli sözleriyle nezdimizde kendi nüfuzunu te­ sis ediyordu ve biz de kendimize verilen bu ehem­ miyetten memnun oluyorduk. Biri birimizden tekrar görüşmek temennisiyle ayrıldık. Onunla ilk görüş­ memizin bu tarzını sonra âdet edindiğini ve tanış­ mak istediği başkaları için de tatbik ettiğini gördüm, ve onunla ilk görüşdüğüm gün bana yaptığı tesiri sonra bir çok gençlerede yapmış olduğunu müşahe­ de ettim. Binaenaleyh bu ilk hissim sonraki gördük­ lerimle teeyyüd etm iştir: hassas, şair bir mütefekkir olan ve ta mektepte bulunduğu zamandan beri ruha heyecan veren fikirleri seven Hamdullah Suphi söz­ leriyle genç kalblere muhabbet ve hürmet telkin et­ meği bilen, daha hisli bir hayata atılmak cesaretini bahş eden ve muvaffak olmak ümidini veren, nazar­ ların hududunu tevsi’ ve kalblerin hararetini tezyid eden, ruhları yükselten, hulâsa asil bir musikî tesiri yapan üstatların soyundandır.

|>öylece tanıştığımız Hamdullah Suphi bizi o tatil mevsiminde küçük Çamlıca tepesinde pederin­ den kalan korudaki köşkte bir öğle yemeğine davet etti ve o gün ilk defa onun hulyanlarını açan man­ zaraları, fikirlerinin kök salmış olacağı yerleri gör­ dük. Cütün bu güzel ve büyük koru, buradaki ah­ şap ve şimdi harap köşk, izmihlâl eden bir eski za­ man debdebesine, gönüllerde bakî kalan vt hatırlar­ larda yaşayan bir asalet an'anasına delildi. Eski za­ man çehrelerinin mübarek ve yüksek mânalarım ta ­ şıyan birer siyma gibi mânidar yerlerdi. Buralarda

(3)

20

M U H İ T

yaşayan ecdat geniş odalar, sofalar ve mufassal teş­ rifat içinde kendi ruhlarının vekarını korumuş ola­ caklardı. Şahsın kendi kendisine verdiği bu paye, bu asalet hissi bu ecdattan ve bu yerlerden arka­ daşımızın ruhuna sinmiş olmalı ve fikirlerinin kökle­ rini bu yerler beslemiş olmaliidi. Hamdullahın ba­

bası Suphi Paşa ve büyük babası Sami Paşadan

evvelki ecdadı da Moranin merkezi olan Tire-Poli­ çenin mutasarrıfları ve aynı zamanda oradaki nak-

şibendî tekkesinin bütün cemaat işleriyle uğraşan

şeyhleri imiş.

S

ınıfımız değişince biz de artık büyüklerin, Hamdul-

lahın bahçesine gelmiştik. Ders aralarında bulu­ şuyor, yeni dostumuzun seslerini dinleyorduk. Onun biri kalbine, lâtifesine ve evine ait hususi; diğeri telkinine, işlerine ve yabancılara ait resmi iki sesi

vardır, yahut sesi bu iki makamdan birine tabı’

ol ur. Arkadaşlarımız bize niçin kendileriyle o-

yun oynamadığımızı sorarlardı. Fakat hülyaları­

mıza, atiye ve şiire dair sözlere hangi oyunları

tercih edebilirdik ? bizim yaptığımız gibi, şiir

ve hülya ile, hayat ve istikbal ile oynamak daha

müheyyiç bir oyun değilmidi? Bu bahçe saat­

lerinde uzun uzadıya atiden, arzularımızdan, emel­ lerimizden bahsederdik ve tasavvur ettiğimiz hayat ne ca^ip, ne güzel, ne kadarda hürdü! gençler ge­ leceğini hissettikleri «eyi zamanlar»ı kendi yakın is­ tikballerinde görürler, bu hayal onlara şimdiden içi­ ne girdikleri bir saray, bir kâinat gibidir. Ve daha ancak kendi hülyalarında mevcut olan bu güzellik­ lerde kendilerinin asıl sevgilileridir. Mektebi-Sultaniye, demin yadettiğim maddi hayatının bütün hatıraları­ na rağmen, mânen ne kadar şükran borçlu olduğu­ mu duyuyorum. Zira gençliğimin bu tahayyül, bu ümit, bu iynıan senelerini o muhit içinde geçirdim ve burada maddi çerçevenin sefaletine rağmen ruhları­ mızın inkişaf ve serbestisine halel gelmeyordu. İstip- dadın tevlid ettiği anarşi içinde, harice nefretle ba­ kan bu muhit, emellerden ve ümitlerden mahrum kalmayordu. Epiyce öğrendiğimiz Fransızca sayesinde kendimize inanabileceğimiz üstatları da, bilhassa ha­ riçte, buluyorduk.

İşte, bu samimiyet, tahayyül ve iytiraf saatle­ rinde Hamdullah Suphi ati fıakkındaki arzularını böyle icmal ederdi: sesiyle halkı sevk etmeği bilen kuvvetli bir hatip olmak, birde memleketin maari­ fini istediği istikametlere tevcih eden müteceddit bir Maarif Nazırı olmak isteyordu. Mazi bizi ne kadar eski bir zamandan beri hazırlar, yaptığımız işlerin

ve hattâ hayalimizden geçen şeylerin bize meçhul kalan mezarlar içinde ne derin ve ne eski kökleri

ve sebepleri v a rd ır! bir çoklarımız, Hamdullah

Suphi gibi, filhakîyka istediklerini olmuşlardır, çünkü hep mukadder olan şeyleri istemişlerdi. Denilebilir ki inkişaf eden atinin tohumlarını zaten kendi kalble- rinde taşıyorlardı.

O

zamanlar bile Hamdullah Suphinin ismi kendi

sınıfından diğer sınıflara geçerek mektep mu­ hitinde tanılmağa başlamıştı. Ve onun belki biti bi­

rine zıt olan şöhretleri vardı:

evvela hiç bir ferin

için hususî bir temayülü olmadığı, hattâ fen­

den uzaklaşan bir zihniyeti olduğu halde,

bir fen adamı olarak telâkki ediliyordu.

Bu şöhretinin hikmeti şudur ki Hamdullah Suphi ta

mektep zamanından beri

bütün bildiğini çok eyi bi­

lir ve katiyetle söyler.

Kafası mütemadiyen medal- yonlar darb eden bir uıakina gibi muntazam cüm­ leler hazırlar. Sözleri hep yazılmış cümleler halin­ dedir. Bunun içindir ki bugün de yazmaktan ziyade söyleyerek yazdırmağı kolay buluyor. İşte, içimiz­ den kimse bildiğini böyle söylemez ve bundan do­ layı onun çok bilmişliğiııe ve fennine hükmederdi. Sonra, manzumeler yazdığı ve bahçe zaman­ larında bâzan bir cezbe halinde yüksek sesle şiir okuyarak gezindiği için kendisine şair diyorlardı. Biz daha ziyade Edebiyatı-Cedide üstatlarının tesirine ka­ pılıyorduk. İzzet Melih «Tezâdd» inin ilk şekli olan ve beni n o zaman daha ziyade beğendiğim «Ma­ ziye rağmen» hikâyesini büyük bir hürmetle Halit Ziya beye ithaf ediyordu. Cenap Şahabettin Beyin şiirleri bende bir sihir tesiri yapıyor, kendi kendi­ me ve başkalarının yanında muttasıl sevgili şairimi

zikrederek:

“kim bilir, kim bilir neler söyler-bu

susup durma sonra söylemeler...

„ diye mırıldanı­

yordum. Hâlâ daha ne zaman Edebiyatı-Cedide kü­ tüphanesinin kırmızı-beyaz kaplı kitaplarından birini görsem vaktiyle pek sevilmiş şeylerin bir mahfazası­ nı görmüş gibi mütehassis olmaktan kendimi ala­ mam. Hamdullah Suphi o zamanlarda dışarıda ede­ bi siymalardan bir kaçını, mesela Halit Ziya ve Faik Âli Beyleri tanır, onlarla görüşür ve bize on­ lardan balıs ederdi. Fakat o Edebiyat-Cedidenin üs­ tünden atlayarak daha evvelki Namık Kemal, Ab- dülhak Hamit ve kendi amcası Sami Paşa Zade Sezai Beylerin azamet hissini daha eyi duymuş olan neslinden ilham alıyordu. Bizim mâlîunatımız daha ziyade kitabi kalıyor, onunku doğrudan doğruya ruha, fikre, söze, «aktualiteye», hulâşa hayat ve

(4)

hakîykate temas ve istinat ediyordu. Hamdullah Su­ phi kitapları hiç bilmeyordu, izzet Melih transız tiyatrosiyle teferruatına kadar meşguldü. Ahmet Haşim transız senbolist şairlerinin şiiriyle meşbu’idi. Ben bütün vaktimi fransızca kitaplara vakfediyor­ dum. Esasen içlerinden muhtaç olduğumuz bütün sevgili musikîler, iklimler ve hayatların intişar ettiği kitapların bir gün bile nasıl ihmal edilebileceğini hiç bir zaman anlayamadım ve daima Celal Sahir

Beyin meşhur bir mısraını tanzir ile

“kitaplar ol­

masa öksüz kalırdı eyyamım„

diyeceğim gelir. Fa­

kat o bunlardan müstağni kalmış ve

mektep zaman­

larında bile pek az okumuştur.

O sıralarda Ah­ met Şuayp Beyle ilk tanıştığı gün malûmatfuruş olan ve her ilmi yalnız kitaplarda gören bu muharrir ona derhal ne okumuş olduğunu sormuş. Hamdullah o zamanlarda belki yirmi yaşında bir gençti. Say­ maya başlamış: «Aziyade - Les Châtiments - L’Aiglon- Pccheurs d'Islande» demiş ve söylenecek başka bir isim hatırlamayınca Ahmet Şuayp Bey bu kadar az okumuş bir gencin kalemiyle bir isim kazanmağa

başlamış olmasına şaşarak: “

Demek ki size de ancak

dört kitap nazil oldu!,,

cevabım vermiş. Bilâhare bize bu sözleri nakl eden arkadaşımız hafızasına kı­ zarak : «halbuki hiç olmazsa on kitap okumuşumdur, hatırlıyamadım işte!» diyordu.

Fakat bizim kendisine hiç bir hudut tanımayan muhayyilemize ve hiç bir istinat toprağı aramayan kültürümüze mukabil HamduUahm etrafımızdaki ha- kîykatin hududunu tanımağa başlayan ve en evvel bizi tahdid eden bu tali’ ve mukadderata ram olarak sonra onları iyla etmek isteyen ruhu ne kadar daha haklı imiş! İşte bilâhare icraat hayatına giren bu mü­ tefekkir yine bu sayede sukut etmemiştir.

Hamdullah Suphi kendini idrâk etmeğe başla­ dığı o günlerden beri vatanı ve milleti için «daha eyi günler»in layık olduğunu duymuş, sözleri, hita­ beleri ve şiirleriyle hep o günleri çağırmıştır. Tevfik

Fikretiu

“Bu memlekette de bir gün sabah olursa,

Haluk

! „ mısraı söylendiğinden çok zaman evvel hepimizin ruhunu dolduran bir histf. Onun için bu mısraı bu kadar kolay tefsir etmiş, bu kadar zengin duymuş ve bu kadar sevmiştik. O da ruhumuzdaki daüssılayı inleten bir sesti.

Hamdullah Suphinin yazdığı şiirlerin ekserisi bile

TAHTACI GÜZELLERİ

Kırmızı, al, yeşil, mor Fistanları rüzgârın Elinde birer bayrak; Güneşi baltaların Ucunda taşıyarak Burdan daha çok uzak Bir ormana gidiyor

Tahtacı güzelleri... Yemyeşil ormanların Baş tacı güzelleri...

Çam kokusuyla dolu Taşkın göğüsler açık, Giir, siyah saçlar gümüş Paralarla karışık

Omuzlara dökülmüş; Semiz katırlarıyla,

Yapraklara basarak Burdan daha çok uzak Bir ormana gidiyor

Tahtacı güzelleri... Yemyeşil ormanların Baş tacı güzelleri

ÖMER BEDRETTİN

içinde bulunduğu hayat ve hadiseleri terennüm edi­ yor, vatanımızın geçirmekte olduğu acı devirden,

hulâsa

aktüalite

den ilham alan şiirler oluyordu. O,

istipdat aleyhine gayet coşkundu. İşte bu coşkun­ lukla yazdığı manzumeleri Parise amcası Sami Paşa Zade Sezai Beye gönderir, o da bunları Pariste İt- tihadü-Terakkînin neşrettiği (Şûrayı-Ümmet) gazetesine dere ederdi. O devirde Sûrayı-Ümmet İstanbula giz­ lice gönderiliyordu. Bu manzumelerin Hamdullah Su­ phi nin olduğu anlaşılması kendisi için şüphesiz pek büyük tehlikeleri mucip olacaktı. O şiirlerini bastır- mamaktansa bu tehlikelere girmeği tercih ediyordu.

(5)

22 M U H İ T

I I

AFİLEMlZİN istirahat ettiği yer geniş bir plat­ form. Şarka bakan ciheti müstesna olmak üzere etrafımız dik yamaçlarlarla muhat. Rakım 2773 Ayın zerrin lem’aları altında mümkün mertebe nerde olduğumuzu anlamağa çalıştım. Burası muhakkak ki şark krateri.

Bundan sonra asıl mücadelemizin çetin safhalarına gireceğiz. Tan yerinde henüz günün yaklaştığını bildiren işaretler yok. Hareket ediyoruz, basttğımız yerler çakıl yığınları halinde kayıyor. Tırmandıkça iniyoruz. Son mebde’den bir türlü uzaklaşamıyoruz. Ne kadar yürüdük bilmiyorum, ne kadar tırmandık farkında değilim. Bildi­ ğim bir şey varsa çok yorulduk. Mister Nelson yorgun nefesleri arasında kesik kesik iyzahat veriyor:

“ Alplerde seyahat edenler on beş dakika yürür, on beş dakika istirahat ederlermiş. Mükemmel bir usul, biz de tatbik ederiz, böyle olmasa da bizim işimize geliyor... O halde istirahat... Tekrar yürüdük. Bir daha istirahat bir daha, bir daha....

Dikkatimi celb etti, bu dim dik tarlaları arasında yürümemiz, yürümek değil tırmanmamız on beş daki­ kayı buluyormu ?... Hesap etmek lazım. Elektrik feneri­ nin yar dımile saatıma baktım, cebri nefs ile beş da­ kikada insanın bütün kudreti kesiliyor. Adımlarımıza dikkat ettim yirmi beş santimden fazla değil.

* * *

ÜN ağarmağa başladı. Fakat henüz gecenin es- merliği tamamen zail olmuş değil. Üzerinde yükseldiğimiz kayalar şark kraterinin cenup dıvarları.

Lisenin genç ve çevik çocukları bizden lâkal ikiyüz metre ilerde. Elimizdeki sipori bastonlara dayanarak çı­ kıyoruz fakat karınca ayağile. Güzergâhımızda ne bir ağaç ne de bir diken var. Yalnız iytikâllerin tesiri kaya­ ları paralamış devamlı bir çakıl tarlası. Bu yolu neden ihtiyar ettik, bilmiyorum. Kayiserinin otuz altı kilometre cenubunda Everek cihetinden Erciyeşın fethi en çok müsait imiş.

1837 tarihinde İngiliz Hamilton, on bir sene sonra Rusyalı Çihaçef, 1902 de de AvustralyalI (Penter), nihayet Cemil Cahit bu yolu takip etmişler. Ah şu Amerikalı­ lar... Her kesin gittiği yoldan gitmemek için neden bizi de bu tehlikeli uçurumların başından sürükleyorlar.

EKREM VECDET (Kayseri Erkek Lisesi Miidiirii)

* ♦ * jp^SM AN Selçuk sordu; İjölt' — Bu kayalar nedir ?

— Çihaçef ve Hamilton trahit ve porfir [olduğunu söyleyorlar... Hayır, ne trahit ne de porfir.

Trahit iddia edilen ve her keşi şaşırtan şey etek­ lere hatta ovaya doğru yayılmış olan tuflardır.

Porfir dedikleri de “Andezit” dir, penbe renkli oluşu her keşi şaşırtıyor. Şark kraterinin yamaçlarından iyti- baren tam zirveye kadar “Andezit” yığınlarını takip ede­ ceğiz.

Mevcudiyeti söylenen (bazalt) bizim ilerlediğimiz ta­ rafta yok, belki diğer cephelerde olabilir. Zaten aşağı­ larda sel yarıklarında (diyabaz) ve bazalt parçalarına rast geliniyor. Muhtemeldir ki bnnlar da Erciyeşin mah­ sulü olsun.

Mister Nelson söze karıştı.

— Bu dağın krateri nerede? Cmup cidarlarında bin meşekkatla yükselmeğe çalıştığımız ayağımızın altındaki “Şark kraterini” gösterdim.

— Bunun gibi daha iki krater var, biri şimal, di­ ğeri şimal garbi kraterleri.

— Cevap verdi, volkan taşlarını göremiyorum... Üzerine oturduğumuz taşlardan laalettayin birini al­ dım ve uzattım.

— Bu, andezittir gördüğümüz bütün bu muhit aynı cinstendir.

Erkek elbisesi giymiş başına beyaz ipekli bir men­ dil sarılı “Mis Peyiç” kaç metroda olduğumuzu sordu barometreye baktım. Üç bin beş yüz kırkı gösteriyor.

¥ +

¿p) ÜNEŞ kızıl bir renk altında yolumuza ziyalarını döktü. Etrafı artık temamen tetkik edebilmek im­ kânı var. Şark cihetinde ufuklara doğru geniş bir su bi­ rikintisi görünüyor, bu tuzlu gölden aceba (Strabon) u al­ datan ve ona deniz vehmini veren bu göl olmasın. Çünkü Erciyeş diye Kara denizin göründüğünü idda etmişti. Sağı­ ma baktım soluma baktım uzaklarda bütün ufuk ve muhit sisli menekşe renginde dağlarla çevrili. Demek ki hasret çektiğimiz denizi uzaktan bile göremiyeceğiz. Ayaklarımın altında tek tiik cılız nebatlar var kaya parçalarının ke­ narından boynunu uzatmış. Ne de güzel kırmızı bir renk

(6)

Edebi M usahabe

Hamdullah Suphi ye dair Hatıralar

11 ABDÜLHAK ŞİN A S/

Her şey onu Türk Ocağının eşsiz bir Reisi olmak için hazırlamıştır

İTALYA dâhi şa- 1 iri Gabriele d’A- nunzıo bir gün İtal­ yan Millet meclisinde kendisinin güzelliğin meb’usu o l d u ğ u n u söylemiş. Sonra, «es­ tetik» muallimi olun­ ca, güzelliği bir ta­ kım düsturlara rabıt ve ders halinde tâlim eden Hamdullah Su­ phi ta o zamanlarda güzelliğin a ş ı ğ ı ve taraftarı olduğunu da beklenmez bir tarzda göstermişti. 1904 ta­ rihindeki Rus Japon Muharebesi esnasın­ da bütün arkadaşları­

mız Rusların tarihi

diişmenhğını ve Va­ tanımıza ne muzur ol­ muş olduklarını bile­ rek Japonların muzaf-

feriyetlerini alkışlar­

ken içimizden yalnız o kalbinde beslediği

güzellik muhabetile

güzellik namına da bir fikir serdetmek ve bir söz söylemek cesare­ tinde bulunmuş: «çir­ kin bir ırkla güzel

bir ırk çarpışıyor,

ben dünyada çirkinliğin tarafını iltizam edemem, gü­ zellik tarafında kalırım ! » demiş ve bu sözü bize cidden garip görünmüştü. Aradan bir çok seneler geçti, bir gün mühim bir payitahta sefirimiz olarak gayet çirkin bir zat tâyin edilmişti. Siması bilâkis ince, munis ve kendisi zarif, sevimli bir genç te kâ­

tip olarak ona refa­ kat edecekti. Senele­ re rağmen değişme­ miş olan Hamdullah birden bire ta o eski sözünü hatırlatan bir cümle i’le bu kâtibe: « sizin sefirle birlikte g i d e c e ğ i n i z e çok

memnun oldum. O

yalnız gitseydi Türk ırkının pek çirkin bir

mümessili olacaktı.

Siz onun yanında ır­

kımız hakkında fi­

kirleri tenvire yara­ yacaksınız» dedi.

Hamdullah Suphi

mektepten çıktıktan

sonra ve meşrutiyet­ ten bir sene kadar evvel büyük bir has­ talık geçirmiş, pek

sarsılmış bir halde

kaldığından yorgun­

luğun, zafiyetin ve

mizacı bir kabiliye­

tin neticesi olarak

kuvvetli bir nöras-

teniye tutulmuş. Yir­

mi sene sonra bu

hastalığın kendisinde büyük bir zihin yor­

gunluğu neticesinde

nüksettiğini gördük.

Hamdullah Suphi nin ki kadar kalabalık bir muhite yevmi bir temas ile yorulan asabın bazen böyle is­ yan etmemesi imkânsız değilmidir ? Birde, o, bütün icraat ihtiyacını tevarüs etmiş olduğu ecdadından bazen manevî bir inzivaya çekilmek ihtiyacını da tevarüs etmiş olmalıdır. Öyleki ömrünün uzun sâyi

(7)

M V H İ T

19 seneleri, arasında belki böyle asabî bir yorgunluk

neticesinde büyük bir sükût, uzun bir tahayyül ve tam bir vahdet fasılası ile geçirilecek devrelerin be­ lirmesi tabiî ve mukadderdir. Bunu anlamak için bu müfrit hassasiyet için İstanbulun dağınık mesafele­ rinden, Ankaranın tozundan, toprağından, gazete ida­ rehanelerinin ve meclis koridorlarının patırdılarından ve dedi kodularından, harareti gittikçe artan ocak içinde sarfedilmiş bu kadar ruh ve bunca talâkat- tan, bu kadar müdafaa ve bu kadar muzafferiyetten sonra artık yorulmuş asap ile kalınca, saatlerini an­ cak sabah, öğle ve akşam vakitlerine taksim eden bir inzivagâhm sükûn ve sükûtu içinde kalbinin çar­ pışlarını ecdadının vakur ve yavaş ahengine tevfik etmek, kim bilir ne lezzet, ne saadet olacaktır. Aynı zamanda sanırım ki bu üzlet maksat ve hayatlarını daha eyi anlamak isteyen dindarların muhtelif veç­ helere dağılan kalplerini bir noktaya tevcih etmek ve ondaki aşkı daha alevlendirmek için çekmeği ih­ tiyar ettikleri ve zaman zaman da buna muhtaç ol­ dukları «çile» lerden biridir. İnsan bu üzlette âsa- bım dinlendirir, düşünür, unutur, toplanır, hazırlanır ve bu sayede bütün mevcudiyet yeni bir hamle için lâzım olan bir intizam ve çeviklik kesbeder.

Meşrutiyetin ilânından sonra tekrar buluştuğu­ muz zamanlar Hamdullah Suphi muhitinde eyi bir tesir yapmağa pek ziyade itina eden bir gençti. Daima hitabet cümlelerine dönen sözleri ve resmî bir ahenkteki sesi yabancılara daha ziyade musanna gibi geliyordu. Konuşmasında merasimperest, giyini­ şinde gayet dikkatli ve titizdi. Çamlıca Tepesindeki güzel koru satılmıştı. İstanbulda Horhorda pederin­ den kalma ve artık bahçevonsız ve bakımsız bir bahçe ortasında büyük, kârgir ve eski bir konakta oturuyordu. Gidip iki üç saat Beyoğlunda gezinmek kararile buluştuğumuz günler sokağa çıkıncıya kadar akla karayı seçerdik. Marmaraya bakan camlardan akşamın koyulaşan maviliği gözlerimize bir davet, bir serzeniş gibi görünürdü. Biz, ümit ettiğimiz te ­ sadüfleri belki şu esnada kaçırmakta olduğumuzu düşünür, sabırsızlanırdık. Arkadaşımız iki saat süre­ cek bu seyrana ancak iki saatte hazırlanırdı. Bir lıeykeltraşın yaptığı bir heykele vereceği itinayı ya­ hut kendisinin hazırladığı bir nutkuna sarfedeceği emeği üşenmez, yorulmaz, usanmaz bir sây ile ken­ di kıyafeti için sarfederdi.

O zamanki matbuat hürriyete kavuşunca gaze­ tecilik etmeğe ve muharrirlik hayatına başlamıştı. Abdullah Zühtiî Beyin neşrettiği ve bir aralık edebî baş makalelerini Cenap Şehabettin Beyin yazdığı (Yeni Gazete) de bir müddet her gün bir mizahi yazısı intişar etti.

Nutkunun cümlelerini tanzim etmemiş ve yü­ zünün çizgilerini yabancılara karşı birer müdafaa hattı gibi kapayarak haricin ciediyeti karşısında bir cephe almağa mecbur olmamış olduğu zamanlarda Hamdullah Suphi nin kolay kolay ve uzun uzun gülen, eğlenen, lâtife eden neşeli bir gençliği, hiç yıpranmamış bir saffeti vardır. Her zaman nükte ile konuşur ve gayet hazır cevaptır. Komik şeyleri gö­ rür ve göstermeği sever.

Bir aralık bir kaç ay müddetle (Davul) isimli resimli bir mizah mecmuası da neşretmişti. Burada gayet tumtıraklı ve eğlenceli bir kaç manzumesi vardı. Birisinde, hatırlayorum ki «peki efendim» de­ mek itiyadında olan meb’usları tehzil ile Mahmut Şevket Paşadan bahsederken «fikrinin hay hay diye başlarlar istihsanına» diyordu. .

Sonra İkdam, Sabah, Hak gibi gazetelerde, mu­ savver Muhit, Resimli Kitap ve Serveti Fünun gibi mecmualarda daha kitap halinde toplanmamış bir çok yazılar neşretti ve mektepteki şifahî mücadelelerini hatırlatan bir çok münakaşalarda bulundu.

1909 Senesinde «Fecri Atî» edebî zümresi te­ şekkül ettiği zaman o da bu toplanışa iştirâk etmekle kalmamış nazım ve nesri ile tanılmış muharrir bu zümrenin riyasetin intihap olunmuştu. Hatta denile- bilirki Fecri Ati reisinin Rumeli seyahati esnasındaki gaybubetile dağılmıştı.

Yine o sıralarda Hamdulah Suphi ilk önce A- yasofya rüştiyesinde kitabet ve Fransızca, bilâhare Darülmualliminde Edebiyat ve Fen terbiye, nihayet Darülfünunda estetik muallimliklerine tâyin olunmuş­ tu. Bu sonuncu derste istihlâf ettiği Halit Ziya Bey ona bu kürsi ile beraber birde kitap bırakmıştı: Eu- gene Veron’un (L’estetik) i, Fakat, Hamdullah Suphi derslerini yalnız bu kitaptan çıkarmağa razı olma­ mış, bilâhare mühim bir yenilik olarak bu dersi Türk ve İslâm Sanayi Nefisesi kürsüsü haline koy­ muştu.

O zamanlarda Hamdullah Suphi talebeye ders takririnin verdiği bir meleke ile fırsat buldukça u- mumî konferanslar da veriyor ve nutuklar iyrat edi­ yordu. Kendisinin hiç bir zaman kitabî bir müfek­ kiresi olmadığını söylemiştim. Seyahatler ona çok yaramıştır. Tepe başı tiyatrosunda ilk verdiği kon­ feranslardan birinde dikkat etmiştimki mevzuu bahs ettiği fikirler mücerret bir takım düsturlar olduğu halde o bütün misallerini bir müddet evvel iştirak ettiği ve zihninde bir çok intibahlar uyandırmış ol­ duğu bellli olan Romanya ve Rumeli seyahatlerinden alıyordu. Bir mehaz zikreder gibi hep bu Romanya ve Rumeli seyahatinden bahseden hatip sanki bü­ tün bildiklerini yolda öğrenmiş ve oralardan avde­ tinden eşyasile birlikte getirmişti.

(8)

Fakat çoğumuzun gözleri daha bağlı kalırken

Hamdullah Suphinin kiler yavaş yavaş açılmıştı. O

milletimizin nasıl sağlam ruhlu olduğunu, tarihini ve varlığını biliyor ve bu gûn varlığı ve bu ruhu korumak için bir cehtü iman lâzımgeldiğini görüyor­

du. O, bütün Milli Abidelerimizi, çeşmeleri, sebil­

leri, hanları, imaretleri, mezarları, türbeleri, mescit­ leri ve İlâhi camilerimizi görüyor ve bunlardan ilim ve muhabbetle bahsedip bunları göstermeği ve sev­ dirmeği de biliyordu.

Şimdi karşımızda daha mezhebini bulmamış ve ona ermemiş olduğu halde yaşile beraber tecrübesi artmış, kuvvetleri çoğalmış ve etrafında hayatın ge­ niş manzaraları açılan bir genç beliriyor, onun pek hususî meziyetleri ve kabiliyetleri var :

O, bilhassa, vatanında müstait telâkki ettiği bü­ tün genç kuvvetleri arayıp takdir ve teşvik etmeğe alışkın, onlara mefkureli bir ruh telkin etmeğe ve onlardan kendisi için de bir muhabbet duymağa susamıştır. Namık Kemalden ateşli vatanperverlik, hamiyet, cesaret, feragat ve fedakârlık dersleri al­ mıştır, ve onu kalbinde bir veli gibi tâziz ediyor. Kendi ailevi asaleti hakkında samimî bi hisle mü­ tehassistir ve aldığı terbiyenin tesiri altında her za­ man asil kalmağı hayatın en büyük mazhariyeti bi­ liyor. Onda kir tekke cemaatini asırlarca idare e t­ miş olan ecdattan mevrus bir didinme ve uğraşma ihtiyacı ve kabiliyeti var. Sesine milletinin hislerini duyuracak bir olgunluk vermeği ve milleti de bu sesle harekete getirmeği murat ediyor. Milletin ma- arifile meşgul olmağı isteyor. Onda fikirlerinin mad­ dî tahakkukunu istihsal etmek, edebiyattan hayata geçmek zevki, itinası ve azmi vardır. Kütüphanesine çekilmiş bir âlim değil, ilmini muhit, hayat ve tec­ rübesine medyun bir mütefekkirdir. Ruhun lirik bir ifadesi olan şiir de bile vatanını terennüm etmeği seven bir şairdir. İstipdada karşı gayzla mütehassıs­ tır. Tehlike karşısında cesaret göstermeği biliyor. Hayatta güzelliğin mevkiini müdrik ve hukukunu tasdika kaildir. Kendisi hakkında etrafına eyi bir fi­ kir vermeğe daima itina ediyor. Ruhunda hiç yıp­ ranmamış, tamamen genç kalmış dinç bir cephe, bir neşe vardır. Ta mektepten beri elinde tuttuğu kale­ mine gazetecilik hayatına girdikten sonra her istedi­ ğini yazdırabiliyor. Muallimlik hayatı da onda yaz­ mak kudretinden daha müessir olan söyleme kabi­ liyetini çoğaltmıştı. Milliyet mefhumunun noksanını milletin en büyük bir kusuru olarak görmüş, milli anan'aleri bulmuş, kadîm faziletlere ermiştir. Ecdadın mirasını ruhunda bir hazine gibi muhafaza ediyor. Milli abidelerimizin azemetini ve güzelliğini anliyor

ve bunları hissettirmeğe çalışıyor. Onun yapmağa başladığı şey fikirleri his haline ifrağ ve ıs’at etmek ve ruhumuza mal etmektir.

Biz, onun arkadaşları, daha onun kıymetini e- yice takdir edemiyor, kalbimizin tâziz ihtiyacına lâ- yik olan bir üstadı, bir mürşidin tekevvününün ari­ fesinde olduğunu daha idrak edemiyoruz. Bu ruhta etrafına diğer ruhları toplamağı bilen mukaddes bir ateş vardır ve yarınki muzafferiyetleri için kendisine lâzım olan silâhlar da bu günden elindedir. O irsî kabiliyetleri ve mizacile, geçirmiş olduğu hayat ve tecrübelerde, kalbile, fikrile, kalemde, sözde hazır­ dır. Her şey onu o sıralarda, 1912 de açılmış olan Türk Ocağının eşsiz bir reisi olmak için hazırla­ mıştır. Demin, birer birer, hafızamda bulduğum canll hatıraları buraya kaydettim. Hafızamız hatırladığı şeylere mazinin daima kullandığı bir şiir damgası ba­ sar. Binaenaleyh ben de mazinin sihrine kapılarak fazla samimî ve lâübali oldumsa mâzur görülmeli­ yim. Fakat yadettiğim bu eski şeylerin hep bu günkü Ocak Reisi Hamdullah Suphinin simasını tersime na­ sıl iptidadan beri başlamış olduklarmı-yola çıktıkla­ rından senelerce sonra gözlerimize vasıl olan yıdız ziyaları gibi-şimdi görüyor ve bunların o zaman de­ lalet ettikleri manaları şimdi anliyorum. Mukadde­ ratın teçellisine ve onu Ocak Reisliğine hazırlayan taliin inkişafına doğru bu ömrün gidişindeki ziya hızını, zıya insicam ve intizamını şimdi kavriyorum. Dostlarının da bir üstada gösterebilecekleri en bü­ yük muhabbet onun kanaatlerinin inkişafı hakkında bildiklerini söylemek ve böylece hayat ve eserinin ihtiva ettiği dersleri daha ziyade tebarüz ettirmek değilmidir? Hamdullah Suphiyi hemen kendisini id­ rak etmeğe başladığı ilk zamanlardan beri tammış ve hemen otuz senedir samimiyetinden mahrum kal­ mamış olduğum içindirki bu gün ruh ve fikrinin tekevvünü hakkında bu şehadette bulunmağı bir nevi vazife bildim. Onun acağı ve ocağın onu bulmuş oldukları gün Türkün hayirli ve talili bir günüdür. Hamdullah Suphi Ocağı bulmakla sayine, muhabbe­ tine, kalbine ve bütün hayatına nasıl muhtaç olduğu bir iman ve bir ruh buldu ise Ocak ta başında Ham­ dullah Suphiyi bulmakla milliyetçiliğin bizde taam- müm ve inkişafı uğuruna mukaddes ışığını Türk kalp­

lerine salmak için öylece vakît, fırsat ve kuvvet

kazanmıştır.

Taha Toros Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

We report a case of a tuberculous chest wall abscess in a 4-year-old healthy girl who had received Bacillus Calmette-Guerin (BCG) vaccination at birth.She developed a localized

Bana kattığı- nız her şey için TÜBİTAK ve Bilim ve Teknik ailesine çok teşekkür ediyor başarılarınızın devamını diliyorum.. İyi ki varsın Bilim

Bunun yanı sıra tıbbi ve aromatik bitkilere ilgi tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de çok fazla... Bilim ve Teknik

Askerliğini Ellise Sarayfnda Cumhurbaşkanı François Mitterand'a yemek hazırlayarak yapan Cyrill Laugier ve Gilles Grillot'in aşçı olarak görev yaptığı bistroda Fransız

1967 Sinop Oleyıs Otelinde Türk Süsle­ mesinde yem yön denemesi sergisi 1983 İstanbul Bahariye Akbank Sanat. Galerisinde Seramik ve Resim

[r]

Venüs ay boyunca sabah gökyüzünde yer alıyor ve gündoğumundan yaklaşık bir buçuk saat önce doğu ufkundan yükseliyor.. Ay boyunca gezegenin ufuktan yüksekliği aynı

Ve onlar Arif beyin âdetini çok iyi bildikleri için hayvanını da alırlar, ilerlerler, uzaklaşırlar, sa­ natkârı kendi kendine bırakır­ lardı. Arif bey