1 OCAK 1983
r ö p o r
V
t
Fatma A li Hanım, Meşrutiyet'te "Mahasln" dergisine yazdığı yazıda, "Yakını olan erkeklerle kadınların birlikte arabalara binmelere yasak edildi" diye sızlanıyordu...
SALAH BİRSEL
A
H M ET Rasim, Abdülhak H a m it’ in kızk ardeşi Mihrünnisa Hanım'm-ki doğumu Bebek’tedir-Hazine-i Evrak dergisinde yayınlanan bir şiirini okuduğu vakit, bunun bir kadın elinden çıkabileceğine i- nanmak istememiştir.O sıralar, şiiri okuyan kimileri de ona ağabeysinin elinin değ diğini sanmışlardır. Bereket, çok geçmeden anlaşılmıştır ki,-işi ça- kaloz edenlerin ba şın da Sü leym an N a zif v a r d ır ,- A b d ü l h a k M i h r ü n n i s a Hammefendi’nin yaratılışı da birader-i muazzam’ ı gibi insanın yüreğine kızgın kurşun akıtıyor- dur.
Burada ince lakırdıları kantar- lamak gerekirse, ‘ şair Nigâr Hanım’ın şiirleri üzerinde de bir erkek ozan elinin gezindiğini söy ley en ler olm u ştu r. Fatm a Aliye Hanım’a gelince, o juin Muhadarat adlı romanını da ba bası Tarihçi Cevdet Paşa’nın mıncıkladığı düşüncesi yaygın dır.
B ü tü n b u n lar, kadınların ikinci sınıf bir yaratık sayılmala rından, görevlerinin ev işlerine koşmak ve de kocalarının sözün den çıkmamak olduğuna inan maktan geliyordur. Fatma Aliye H an ım , G eorg es O h n et’ in Volonté adlı yapıtını Meram a- dıyla çevirdiği zaman, çevrenin şakki şefe’ sini hesaba katarak o- nu “ Bir Kadın” adıyla yayınla yacaktır. Onu izleyen kitapların da da, yine aynı çekingenliğin bir son u cu ola ra k , “ M ü tercim e-i Meram” takma adına el atar. Bu, biraz da Meram’ın çokça tu tulmasından gelmektedir.
• İstanbul'da
ilk feminist
hareketler...
O «Kim demiş ki bir kadın
küçük şeydir, bir kadın
belki en büyük şeydir»
ilkesini edinmişlerdi...
MEŞRUTİYETLE
BİRLİKTE KADIN
DERNEKLERİ
ŞIN G IR D A M A Y A BAŞLAM IŞTI
&
1800'le r in so n la rın a d o ğ ru y a y ın
y a şa m ın d a k a d ın la r, e rk e k le ri
e n se le rin d e n to p a tu tu y o rla rd ı...
O, 1896 yılında, kimi arKaaaş- larıyla, Muhadenet-i Nisvan a- dında ilk kadın derneğini de ku racaktır. Bu arada Nisvan-ı İslâm (İslâm Kadınlan) ve İsti lâyı İslâm gibi kitaplarla Türk a- mazonlarmın sesini de duyur maya koşuyordur. 1899 yılında da, Medresetül Kuzat, Darülfü nun ve çeşitli okullarda öğret menlik yapan Mahmut Esat Efendi’nin Taaddüt-ü Zevcat’ma bir ek düşecek ve çokeşliliğin (poligami) artık top attığını sa vunacaktır. 1908 yılında da- İkinci Meşrutiyette-Mahasin dergisine yazdığı bir yazıda so kaklarda estirilen sam yellerin den sızlanıyordun
— Yakını olan erkeklerle ka dınların birlikte arabalara bin meleri yasak edildi. Kadın, ba bası, kocası, erkek kardeşi, oğlu gibi kimselerin yanında ne yapa bilir? Baskısız, kontrolsuz, ko- ru y u cu su z gezenlerden b irta kımının uygunsuz halleri yasak lanabilir mi? Kimi kez, kadınla rın paytona binmeleri önleniyor. Açık tramvayda, kadınlar için yer yok. Kadın bir kupa arabası ya da kapalı tramvay bekliyor. Yaz mevsiminde ise bunlar az mı az. Kadın, uzun süre kaldırım ü- zerinde kalıyor. Boy ve pos gös teriyor. Dikkati çektiği için de gelen geçen bakıyor. Buna önem v erilm iy or. Çünkü â d e t... Kadınlar kışın da gerek duyduk ları hava ve güneşten yararlan mak için duvarlı, kapalı bahçe lerden birinde bile azbuçuk hava almaya olanak bulamıyor. Son ra, kadınlar, sokak setlerinde ehram yapıp sebilhane bardağı ğibi diziliyor. Çünkü bu da çok tan beri âdet. (1).
Fatma Afiye
Hanen üzerine...
Burada Fatçpa Aliye Hamm’a kokorozlu bir nişan sunmamız gerekiyor.
72 y ıllık öm rü nde-ölüm ü 1936’dadır.-durmadan dinlenme den, Türk kadınının, dolayısıyla da Türk toplumunun ay ışığım artırmak için elinden geleni yap mıştır. Ercüment Ekrem Talu o- nun için: “ Harem ve kafes çağın da, Türk kadınlığı bile bile koyu bir bilgisizlik içinde boğulurken, okur-yazar ve yazdığını okutur olarak dosta düşmana gösterebi leceğimiz birkaç kadının başında o vardı. Çok temelli bir öğrenim den geçmiş ve öğrendiklerini öğütm üştü.” diyecektir.
Fatma Aliye Hanım, Arapça, Farsça, Fransızca bilir. Hafız’ı ne kadar çok okursa, Lamarti- ne’i de o kadar okur. Ercüment Ekrem on a 1935 y ıllarında Hachette kitabevinde rastgel- m iştir. Y eni yaza rla rın son yapıtlarını karıştınyordur. Ayak üzeri, on dakika içinde, kendisi ne André Maurois ile François Mauriac’ın bir karşılaştırmasını yapmıştır ki, Meşhedi, Aslan Peşinde yazarı şaşkınlık denizine' dalıp dalıp çıkmıştır. Çünkü 30- 32 yıl Önce Hanımlara Mahsus G a zete’ de ed e b iy a t yazıların ı yayınlarken yargılama gücü ne ise, o gün de odur.
Şimdi-şimdi M.Turhan Tan da, şapkasını eline almış olarak seyirtecek ve ince düşünüp ince konuşan kimi kişiler için şunlan döktürecektir _ _
— Fatma Aliye, sayısı henüz çoğalmaya başlayan aydın Türk kadınlarının en değerlilerinden biriydi. Çünkü Fatma Aliye pe
çenin Türk kadınının yüzünü karanlıklarda bıraktığı günlerde bilgi güneşinden ışık alarak ay dın yaşamış bir kişiydi. Çünkü Fatma Aliye Avrupa kültürüyle yetişen ilk Türk kadını. Çünkü, Fatma Aliye kadın kaleminden çıkan ilk Türk romanının yaratı cısı idi. Muhadarat adlı romanını okuduğum zaman çocuk sayıla cak bir yaştaydım. Onu, Ahmet Mithat’ lardan çok üstün bularak şa şırm ıştım . Sonra R e fe t’ ini Udi’ sini, Enin’ ini okudum. Ona olan saygımı bir kat daha artır mak zorunda kaldım. Çünkü bunlar, bu romanlar, halkın oku ma beğenisini kökünden değişti ren ve okumak isteyen gözleri B a ttal G a z i’ lerden , Şah- Meran’lardan, Kesik B aş’lar- dan, dahası Haşan Mellah’lar- dan, H ü sey in F e lla h ’lardan, Dürdane Hanım’lardan uzaklaş tıran yepyeni konuda yapıtlardı. Fatma Aliye, Ahmet M ithat’ın yapamadığını ya da eksik yap tığını yapıyor, Batı çeşnisindeki y a zıla rıy la ed eb iya t anlayışı çizgisini daha yükseklere çıkarı yordu.
buraaa bunca lakırdıyı kan- tarlamak için, yazarlarının çoğu kadınlardan oluşan Hanımlara Mahsus Gazete’ nin de 1895 yılında yayımlanmaya başladığı nı belirtmeliyiz. Yönetmeni Şa- diye Hanım adında bir hatun- cağızdır. Sahibi de, kocası Ibn-ül Hakkı Mehmet Tahir Beydir. Gazetenin üstüne de şu sözler tutuşturulmuştur.
— Kadınlar arasında eğitimi yaymaya hizmet eder. Kadın yazarlarımızın yapıtlarını yayın lamalarına aracı olur. Kadınları mızın ulusal gelişimlerinin ger çekleşmesine çalışır. Haftada bir kez resimli olarak yayınlanır. Fi yatı bir kuruştur.
Bazı başka hanımlar
Gerçekte, dergi ilk zamanlar haftada bir kez çıkarılıyordu. Zamanla, daha önce düşünülme dik vartaların su yüzüne çıkma sıyla h afta da bire in d irilir. Dergide görev alan çavuş kadın lar arasında Fatma Ali ye dışın da, Şair Leyla Saz, Şair Nigâr Binti-Osman başı çekmektedir. Fatm a A liy e H an ım ’ ın kız kardeşi ve Sefalet romanının y a zarı Emine Semiye ile Makes-i Hayal yazarı Fatma Makbule Leman da yazılarını eksik et- m iyorlard ır. D ergide bir de Fahrünnisa adında bir yazar vardır ki, Afet İnan’m demesine göre g erçek adı Fatm a Fahrünnisa’dır. Ahmet Vefik Paşa’nın da torunudur. Atılım ve çalışmalarında büyük babası nın ününden yararlanmak iste mediği için de kimliğini sakla mak yolunu yeğ tutmuştur.
Dergide F.K. imzasıyla yazılar yazan Fatma Kevser ise Erkâ nıharp Feriki A b id P a şa ’nın kızı dır. 1270 seferinde Silistre’yi yiğitçe savunan, sonraları da, m ü şirlik le Umum Rum eli Orduları Kumandanlığında bu lunan Mehmet Rıfat Paşa’nın da torunudur. Bu da şu anlama g e lir ki yazar Sermet Muhtar Alus’un da annesidir.
D e r g in in y a z a r la r ın d a n Gülistan İsmet ise,-bu kadar çok isim arasında insanın göğsü ka barıyor.-Yıldız komutanlığında
g örev len d irilm işk en A r n a vutluk’ta,Ergiri’ye sürülen, ora da da 21 yıl tutulan Binbaşı Bağdatlı Mehmet Tevfik Beyin kızıdır. 1891 yılında Üsküdar Amerikan İnas Mektebi’ni ilk b i tiren Türk kızı da odur. Sultan Hamit çağında “ Zorbalık zinciri ni kırmaya çalışan” İttihat ve Terakki’ nin gizli bir üyesi de ol muş ve o ünlü Reval Buluşma sından sonra İttihat ve Terak ki’nin Avrupa ve Amerika’nın ünlü gazetelerine gönderdiği bil dirilerin İngilizcelerini yazmış, bunu yaparken de işte buna i- nanmazsınız kimseden kopya al mamıştır.
Derginin bir de, “ Kızlara Mahsus” adında ek bir bölümü de vardır ki 1898 yılında 20 sayı çıkmıştır. Hanımlara Mahsus Gazete’den önce ise, 1886 yılın da, Şükûfezar adında bir kadın dergisinin ortalarda dolaştığı g ö rülür. Fiyatı 50 paradır. Sıkı durun, bunu çıkaran da Arife Hanım adında bir kadındır. Yazarları da yine silme kadındır ki, Fatma Nigâr, Fatma Nevber, Münire imzalarına sık sık rastla nır. Bir de, “ Bir Kız” takma a- dıyla yazan bir hanım vardır. Ne ki, eline derginin birkaç sayısı geçmiş olan Münir Süleyman Çapanoğlu öbür imzaların da takma olabileceğini düşünmüş tür.
Arife Hanım Şüküfezar’ın ilk sayısına yazdığı bir önsözde o- kuma-yazma ile eğitimin önemi üzerinde d u ru y or. İnsanların yükselmelerine hizmet etmekte erkekle kadın arasında ayrılık bulunmadığına değiniyor ve de sözlerini şöyle bağlıyordun
— Biz ki, saçı uzun, aklı kısa diye erkeklerin alaycı gülüşlerine hedef olmuş bir tayfayız, bunun karşıtını ortaya koymaya çalışa cağız. Erkekliği kadınlığa, ka dınlığı da erkekliğe üstün tutma dan çalışma ve iş görme yolunda yılmadan adımlarımızı atacağız. Haklı itirazları dergimize mem nunlukla koyacağız. Ama haksız itirazlara elimizden geldiğince yanıt vermek amacımız içinde dir. Buna hic üzülmeyiz.
Kadınların «altın» yılları
Ali Raşit ve Filip Efendi’nin 1868 yılında kurduğu Terakki gazetesi de haftada bir pazar günleri, kadınlar için özel bir sayı çıkarıyordur. Filip Efendi bu özel sayıları,Terakki 439 sayı çıkıp da hükümet buyruğuyla bir ay kapatıldıktan sonra Âli Raşit Efendi’den ayrıldıktan ve de 1875 yılında Vakit gazetesini
yayın alanına soktuktan sonra da sürdürecektir. 1869 yılında ortalarda salınan Kevkeb-i Şarki gazetesi de Terakki’nin kadınlar ekini sürdürmek amacıyla kurul muşsa da hemen hemen hiçbir yankısı olmamıştır.
Kadın dergi ve gazeteleri II. Meşrutiyet’le birdenbire çoğalır. Yüzünü ilk gösterenler arasında Mehmet Rauf’un Mahasin’i (1908) vardır. Aynı yıl Selânik’te de Kadın yayınlanıyordun Bun lardan başka Kadınlar Dünyası’ , Hanımlar Alemi, Kadın Hayatı gibi daha bir sürü dergi yayın i- çin sıraya girmişlerdir. Celâl Sahir’in Demet’ i de bir kadın dergisi n iteliğin d ed ir. Y a z ı larının çoğu kadın sorunlarına, kadın haklarına değiniyordun
Kadınların altın yıllarıdır o yıllar.
Erkeklerle eşit olduklarını an latmak için boyuna onların yap tıkları işlere yastmıyorlardır. Bundan sonra, Yoksul derim ki her yer, yeni kadın imzalarıyla pıtraktır. Salime Servet, Seyfi, Sadiye Vefik, Evliyazade Naci ye, Hayriye Melek, Ruhsan Nevvare- ki gerçek adı Hadiye S e l i m o ğ l u E b ü z z i - y a ’ d ır — N esim e M üzehher, Yaşar Nezihe, Ihsan Raif, Seni ha, Nezahat- kadınlar için ayn bir Darülfünun açılmasını savu nuyordun- Belkıs Şevket, Ade- viye Şükran... Topu da erkekleri enselerinden topa tutuyordur. Halide Edip de, o yılların ya da Tanzimat’ın diliyle konuşmak gerekirse, debü’sünü (2) Halide Salih adıyla yapmıştır.
Meşrutiyetle kadın demekleri de şıngırdamaya başlar.
En ön de y ürüyen leri de Müdafaa-i Hukuk Nisvan (bunun kurucuları arasında Belkıs Şev ket vardır) ile Halide Edip’in ra ya koyduğu Teat-i Nisvan’dır. Bunlar kadınsız yeni bir Türkiye yaratmanın olanaksızlığını g ös termeye çalışıyor, “ Kim demiş bir kadın küçük şeydir/ Bir ka dın belki en büyük şeydir.” ilke sini yayıyordur.
(2) Fransızca deput sözcüğüdür ki ilk adım, başlangıç dönemi anlamındadır.
(1) T ezer T aşk ıran , Tarih Boyunca Türk Kadınının hak ye Görevleri, s .55.
- Y A R IN
:---HALİDE EDİP
H AN IM IN TEESSÜRÜ
Prof.
Dr.
METİN ÖZEK
Psikiyatri Uzmanı
İstanbul:
LL 2 OCAK 1983
ROPOI
9 *
1
t
\ \
‘
O şıngır mıngır Boğaziçi'nin iki kıyısı, koyu mavi bir canfes gibi kıvrıla kıvrıla uzam yordur...
*m;ır
Meşrutiyet dönemi amazonları,
çokluk 30 yaşının altındaydı...
H
A L İD E Edip 1912 yılında Nakiye Elgün’ün —o da gerçek bir amazondur— Fatih'teki evinde Teali-i Nis- van’ m yardım* ve hastabakıcı kolunu da yürürlüğe sokacaktır. Ama gerçek amaç, daha çok düşünceleri açmaktır. Küçücük odasında çocuk bakımı, ev bakı mı üzerine bilgiler dağıtılıyorsa, bir yandan da Fransızca, İngi lizce dersleri veriliyordur. Ingi-lizce derslerini Gedikpaşa Ame rikan okulundan iki Ingiliz ka-dm üstlenmiştir. Okulun salo nunu da kadınlara konferans ve rilmek üzere açmışlardır.Teali-i Nisvan aşırı bir femi nizme dönüktür. Yalnız gürültü den, şöhret avcılığından çekinili yor, ölçülü bir ortayol izleniyor dun Başka türlü davranılsa he men bir kâfir festesi parlayıvere- cektir, Demek 30 yataklı özel bir hastane de kurmuştur. Yapıyı, üyelerden Mihri Pektaş — oo o .., bunlar adamakıllı çoğaldılar— sağlamıştır. İki kadın Üyenin eşleri olan bir operatörle bir ec zacı da hastanede gönüllü olarak çalışıyordun Türk kadınının bu türlü bir hastabakıcılığı ilk kez o günlerde başlamıştır.
Hastane Sultanahmat dolay larındadır.
Halide Edip her sabah Fatih' ten daltaban yürüyerek oraya geliyor, akşam geç vakitlere değin kalıyordun Issız ve ça murlu sok ak ların k öşelerin de duvarlara dayanarak yürüyen yaralı erlerden, tir tir titreyen g öçm en lerden ba şk a k im seyi göremiyordur. Çünkü Makedon ya göçmenleri panik içinde İs tanbul’a sığınmışlar, camilere doluşmuşlardır. O kış, İstan bul’un suratsızlığı ve yoksulluğu inanılmayacak bir korkunçlukta dır.
Yazarımızın sırtında, o gün lerde haminnesinin bol bulamaş ça rşa fı v a rd ır. S u ltan ah m et M ey d a n ı'n d a n geçerken d u r makta, sonsuz bir üzünçle mina relere bakmaktadır. Bir yabancı ordunun bu ülkeye ayak basma sı olasılığı kalbini öyle acı ile burguluyordu ki, yüzüstü yatıp taşları öpmek isteğine kapılıyor dum Ama içinden bir ses. ona, hiçbir yabancı gücün, hiçbir ya bancı tehlikenin onu bu yerler den sökemeyeceğini söylüyor dur. Türkler o güne kadar o top rakların almyazısını paylaştığı gibi, o günlerden sonra da payla şacaktır.
Halide Edip anılarında sonra dan şunları yazar:
— Bu hareketin en hayırlı ya nı, herhangi buna benzer çalış malara yukardan bakan yüksek sınıf kadınlarının da ilgisi ve ça lışması olmuştur. Herhalde Bal-, kan Savaşı ile memleketi saran facia dizisi başladığı zaman protesto toplantıları yapmak, hastaya bakmak, Balkanlardan gelen dul ve yetimlere yardım et mek için kadınlar ellerinden gele ni yapmışlardır. Hatta, İstanbul tehlikeye maruz ve birçok adam lar İstanbul’ dan uzaklaştığı bu tarihlerde k adınlar, özellikle Teali-i Nisvan’ın açtığı özel
has-snede ça lışa n la r yerlerinden uklaşmamışlardır.
Kadınlara tanınması
gereken haklar
0 günlerde içtihat dergisinde yayınlanan “ Pek Uyanık Bir Uyku” adlı iki yazıda birtakım yenilikçi düşünceler sergilenir ken kadınlar konusunda da şun lar ortaya atılıyordum
1 — Padişahın tek eşi olacak, cariye kullanmaya hakkı olm a yacaktır.
2 — Kadınlar diledikleri b i çim de g iyin ecek ler, yaln ız yokyere para harcamayacaklar- dır. Polisler, softalar ve arabacı makulesi kimselerle külhanbey- ler kadınları giyiniş biçimlerine hiç mi hiç karışmayacaklardır. Şeyhülislâm E fen diler de çarşaflar üzerine bildiri yazıp im za etmeyeceklerdir.
3 —Polisler kadınların işlerine ancak ve ancak münasebetsiz ve genel adaba aykın düşen du rumlarda burunlarını sokabile cekler ve de burunlarım büyük bir incelikle kullanacaklardır.
4 — Kadınlar yurdun en bü yük velinimeti sayılarak kendile rine erkeklerce o yolda saygılar dağıtılacaktır.
5 Kadınlar ve genç kızlar, Müslüman, Boşnak veÇerkezier- de olduğu gibi erkekten kaçma yacaklardır.
6 — Her erkek, gözüyle gördüğü, incelediği, beğendiği ve seçtiği kızla evleneeektir. Görücülüğe son verilecektir.
İstanbul semalarında pilot yerinde
uçan ilk Türk kadını Belkıs Şevket
Hanım, «Bu yolculuk hiç bitmese»
diyordu...
7 — Kızlar için, öbür okullar dan başka bir de tıbbiye okulu açılacaktır.
Doğrusu, bu yenilikçi düşün celer Tanzimat’tan sonra yeşer miş ve 1908 devriminde vardık larını belli etmeye başlamışlar dır. Ruhsan Nevvare Hanım
M eşrutiyetin ilânından hemen bir ay sonra kadınların amen- tüsünü şöyle dile getirecektir;
— Evet o kadar çok şey iste yeceğiz, ilerlememizi ve gelişme mizi o kadar ciddî bir dirençle arayacağız ki, göıüp işitenler bizlerdeki istek ve hevese hayret edebilecekleri gibi, şimdiye değin horlanarak ve aşağılanarak ya şadığımıza da şaşacaklar ve Müslüman kadınlarındaki sağ lam yürek ve bilgiye, sabır ve a ğ ırb a şlılığ a , özellik le de sözdinlerliğe bayılacaklar. Ka- dın-erkek birçoklarının sandığı gibi hiçbir işe yaramaz, becerik siz olmadığımızı göstereceğiz. Bunu yaparken de ulusal göre neklerimizi ve dinimizin gerekle rini gözden uzak tutmayacağız. Bizim de akıl, sezgi ve mantıklı yargılamalarla pek çok işe yara yabileceğimizi ortaya koyacağız. Bütün kalbimizle başlamasını is ted iğim iz o b izi m u tlulu ğa erdirecek ilerleme adımlarının şimdiye değin atılmaması nede ninin araçlarımızın ve kılavuzu muzun yokluğuna dayandığını belirleyeceğiz. Çalışacağız, öğre neceğiz. Bitmez, tükenmez bir çaba ile çalışacağız. Sonra da bellediklerimizi, öğrendiklerimizi başkalarına aktararak onlann da yararlanmasını sağlayacağız.
Genç Türk amazonları
sayı: 5, 25 Eylül 1908) yelkenle rini dolduracak pohpohu almış lardır:
— Kimi ufak tefek kusurlarına karşın (yazarların ilk yapıtları olduğu da unutulmamalıdır) biz de ilk oyundur ve gayet iyidir demekten çekinmem ve yazarla rını Kemal-i ciddıyet’le ve içten likle kutlayarak kendilerinden daha güzel ve daha olgun yapıt lar beklemekten kendimi haklı bulurum.
Sinirleri zingirdek
Ruhsan Nevvare Hanım bun ları 25 yaşında söylüyordur.
Sözün kendisi budur ki, o gün lerdeki Türk amazonlarının yaş ları çokluk otuzun altındadır. Halide Edip yirmi dördünde ise, Nakiye Elgün yirmi altısında, ocak ayının soğuk, fırtınalı bir gecesinde Şehremini dolayların da, Baruthane Yokuşu’nda, ha rap bir evin, viran bir odasında dünyaya gözlerini açan Yaşar Nezihe Bükülmez de yirmi yedi- sindedir.
Bre m edet, M e ş r u tiy e t’ te körpe ve turfanda olmayan kim vardır?
Jön Türk adındaki üç perdelik bir oyuna Ruhsan Nevvare ile birlikte imzasını atan Ada Şairi Tahsin Nahit de yirmi ikisinde- dir.
Dahası, oyuna “ O y, aman aman” çeken M üfit Ratip de yir mi beşindedir.
O, Meşrutiyet'in ilân edildiği yıl Galatasaray’ı bitirmiştir. Ve bir tiyatro yaşamı başlayacak sanısının uyandığı yıllarda he men hemen bütün gazetelere ti yatro makale ve eleştirileri yaz mıştır. Refik Halit’le birlikte Kanije Müdafaası adında tarih- sal bir güldürüsü de vardır. Bir de Zincir adında bir perdelik bir oyun yazmıştır. Meşrutiyet yıl larında- İstanbul sahnelerinde oynanan Namus, Büyük Gece ve de Hücum oyunlarını Türkçeye çeviren de olur. Hazret Jön Türk için —ki Manak Efendi 1908 E y lülünde onu Osmanlı Dram Kumpanyasında sahnelenmiş tir— şöyle der:
— Bu, bizde ilk oyundur. Çünkü bizde şimdiye değin, K â zım Nami Bey'in Nasıl Oldu’ su ile daha birkaç yapıt bir yana, bütün oyunlar tiyatro sanatına aykırı düşmekte ve çokluk o- kunmak üzere’ yazılmaktadır.
Gelin görün ki, Cenap Şaha- bettin Aşiyan dergisinin 13. sayısında (27 Kasım 1908) oyunu şu sözlerle hırpalıyordun
— Jön Türk yazarları oyunları nı yazmadan önce yetenekleri oranında —çünkü büyük yete nekleri bulunduğu kesindir— düşünmeye vakit ayırsalardı, bütün bütüne başka bir oyun or taya koyarlardı. Bu yargıma bugün katılmasalar bile, yarın, bakışları daha güç olana yönel dikçe, isabetimi onaylayacakla rına inanıyorum. Tiyatro yaz mak, öyle sanıldığından ve kes- tirildiğindcn daha çok güç bir sanattır. Onda başarı, özel bir yeteneğin yanı sıra olgunlaşmış bir ustalık gerektirir.
Nedir, Ruhsan Nevvare ile Tahsin Nahit buna pek kulak as mazlar. Onlar daha önce, Müfit Ratip'ten başka tiyatro eleştir meni Ali Süha’dan da (Aşiyan,
Halide Edip’in gerçek amacı...
Tahsin Nahit, ikide bir karşı mıza çıktığına (1) ve daha da çıkacağına göre burada bizim ışıldağımızı az-biraz onun üstün de tutmamız da gerekir. Şairimiz bıkmaz, yorulmaz bir edebiyat tiryakisidir. O da debü” sünü Selanik’te Çocuk Bahçesi dergi sinde yapmıştır. Fikret’in RU- bab-ı Şlkeste’sini baştan sona ezbere bildiği gibi Cehap Saha bettin, Faik Ali, Hüseyin Siret ve Hüseyin Suat’ın birçok şiir lerini de kafadan okur, ya da kafadan atar. Fransızların vers libre dedikleri o patlak gözlü özgür şirin edebiyatımızda ilk saban sürücülerindendir. Yumu şak başlı, gülbeşeker, insan- sever, yüzüyerde bir kişidir ve de aşk adamıdır. Ama sinirleri pek zingirdektir. Pehpeh çek meye ise bayılır. Bir özelliği de alça k gön ü llü olm a sıd ır. Y eni yitme ozanlarla kahvelerde g ö rünmekten yüksünmez. Bir sürü nuvel'i, iki cilt tutan da pera kende yazısı vardır. Şiirleri Sis ler ve Hisler, Kırlar ve Denizler adlarıyla yayınlanmak için bek lemektedir. Aşkımız ve Sayfiye de adında bir perdelik, iki oyunu da vardır.
Biz kendimizi yine dağıttık. Türk amazonlarını anlatırken, sözü Türk pehlivanlarına kay dırdık. Oysa biz Belkıs Şevket Hanım’a —özel okullarda İngi lizce, Musiki ve Terbiye-i Etfal öğretmenliği yapmaktadır— ka dın olarak ne istediğini sora caktık.
Daha doğrusu, bunu soracak tık ama çekindik. Çünkü verece ği karşılığı biliyorduk:
— Uçmak!
Bu sözcük ise, o yıllarda çok larının yüreğine külünk gibi ini- yordur. Nice nice bin insanlar, huyunu suyunu bilmedikleri bir zımbırtı ile gökyüzünde hovar dalığa kalkışmaktansa, Beyoğ- lu’nun adı kötüye çıkmış otelle rinde sabahlamayı yeğ tutm ak tadırlar.
Ne ki uçmak, havalanmak, boşluklarda yuvarlanmak, bulut fiskosu yapmak, gökyüzü pusu suna yakalanmak yaşam içinde yer alan şeylerdir. Üzerinizdeki korkuyu artırsalar bile, onlardan kaçıp kurtulamazsınız.
Bir de var ki, insanların kimisi ışık alırsa, kimisi de ışık verir. Annapurna tepesine tırmanan lar, Amazon nehrinin kaynakla rına yürüyenler, Nyiragongo ya nardağının kükürdüne belenen- ler, ışık verenler kesimindendir.
Bu ışıkçılar yüz bin yıl zaman geçinceye değin, gece ve gündüz ter dökerek sayısız bilgi ve sevgi tarlalarını harmanlarlar, dünya nın Afrika M enekşesini açtırmak için uğraşırlar.
Yaptıklarından da hiç usanç ve sıkıntı getirmezler.
Çünkü içlerinde hem şevk, hem şavk vardır.
Belkıs
Belkıs Şevket Hanım da için deki pürııur’un itkisiyle 2 Aralık 1912 Pazar günü Muaveneti Mil liye adındaki askeri bir uçakla uçuş yapmak üzere Y eşilköy’e seyirtmiştir. Gerçi bunda, Türk kadınlarının ne yapabileceğini gösterme isteği de vardır ama, biz işin o yanını kurcalama yalım v e bü tü n d ik k atim izi Tayyare Mektebi alanına çevi relim.
gıcır bir havacı muşambası, kafasında büyükten büyük bir başlık, gözlerinde uçak gözlüğü uçağa doğru ilerlerken dernek üyeleri de alanın kenarında, oto mobillerden sarkmış ya da inmiş olarak, ona gülücükler dağıtı- yorlardır.
Geldik şimdi bir söze ki, yüre ğimizin pıtpıtını bastırmadan açıklamaya olanak yoktur. Bel- kıs Şevket Hanım pervanenin arkasındaki gözcü yerine lap d i ye oturak olmuştur ama burası pilotun önünde bir yerdir, pilot ise, ah ah eyvah, iki ay sonra, 14 Şubat 1913 günü Beyrut dolay larında, Taberiye’de, ııçağı Ue yere saplamp ölecek olan, o ilk Türk şehit hava subayı Fethi Bey'dir.
Uzatmadan, pervane hınzırı, dünyada görülüp işitilmemiş ho murtu ve Somurtularla uçağı havalandırır.
Uçuyor, uçuyor, uçuyorlardır. Keyfim, sen buraya gelir mi sin, yoksa ben mi geleyim?
H arbiye N ezareti, Yangın Kulesi, Galata Kulesi, aşağıda oyuncak görünümündedir. O şm- gır-mıngır Boğaziçi’nin iki kıyısı ise koyu mavi bir canfes gibi, kıvrıla kıvrıla uzanıyordur. Dişi Kartal, yanına aldığı kartpostal ları İstanbul üzerine serpiştiri- yorsa da, o kadar hızlı uçuyor- lardır ki, her defasında kolunu geriye büyük zorluklarla çeki yordun Kimi zaman, pervaneyi döndüren benzin de gözlükleri nin üzerine sıçrıyor, görüş alanı nı bü tü n lü k k ısıy ord u n İş bununla bitse iyi, Belkıs Hanım, üstüne dört yün fanila geçirdiği halde sonbahar yaprağı gibi tit riyordun Başı ise buz kesmiştir. Dengesini yitirdi, yitirecektir. Hava gemisi birçok iniş ve ç ı kış gösterdikten sonra İstanbul üstünden ayrılır.
Beş dakika sonra karargâhta dırlar.
Belkıs Şevket o anı daha sonra şöyle anlatacaktır:
— Y ere in diğim iz zaman gönlümde bir mahzunluk vardı. Kalbim, ruhum daha çok gez mek, dahası uzaklara, ötelere gitmek istiyordu. Evet, bu yol culuk keşke pek çok sürseydi.
Ey kadın, ayağa
kalk ve...
Ey kadın, Belkıs Şevket H a nım havalara yükseldikten son ra, sen de hiç değilse, ayağa kalk ve titre!
Kadın dergisini çıkaran büyük şair ve büyük feminist Süleyman Bahri Bey de: “ Kadın en gizli renkten, en gizli esintiden tit rer.” dediğine göre burada yapı lacak başka şey yoktur.
Biz de öbür bölümde sahneye çıkaracağımız Türk amazonları nın makyajlarını tazeler, yüzleri ni, gözlerini boyarken, buraya bir de Halide Hanım için yazıl mış bir şiir kıstıralım.
Hoş, şiir daha sonraki yıllar da, 1922’lerde yazılacaktır ama, görüyorsunuz hiçbir şeyi bir noktada tutamıyoruz. O tarih denilen tasmasız it de, çat orda, çat burda:
Ben bir onbaşıyım adım Halide Vatana, millete oldum valide Asıl mayasını benden almıştır Köpüren heyecan bu ahalide Kalemi bırakıp aldım silahı Bu cihan içinde bulunmaz eşim Tarihe aşina olanlar bilir Kara Fatma ile Jan Dark
kardeşim Bir yanardağım, sönmez ateşim Çarşafı çıkarıp giydim külahı Süngümün ucundan doğacak
benim Selâmet güneşi, zafer sabahı
Şimdi-şimdi kırmızı rozetlerle süslü üç otomobili de alana d oğ ru süreceğiz. Bunu, otomobilin içindeki Müdafaa-i Hukuk-ı Nis van derneğinden 16 hatunu dan dini bir yürüyüşten kurtarmak için yapıyoruz. Hoş onları o to mobile bindirmesek de olurdu ama, insanları hiçbir şeye bindir meden de bir şey anlatılamıyor. Belkıs Şevket Hanım sırtında “ pilot beylere mahsus” gıcır
G eçen de bir m ektup yazıp Adnan'a
Dedim ki: “ Zahmetim var biraz sana
Yanın okka kadar tiftik
büktürüp Kalınca bir çorap öriiver bana.” Rahatım yerinde hasılı kelâm Bizi soranların hepsine selâm Söyleyin askerden kaçun olursa Analık hakkımı ederim haram.
(1) Bkz. Setgüzeşt-i Nono Bey ve Elmas Boğaziçi.
3 OCAK 1983
ROPO
a*:*' •A, W *1 rv$:
ü hv
o
$
ÖYLE bilmiş ol ki ey kadın şair i mahir’ ler safalı zamanlarınızda sîzlerle bir likte oldular, cefalı dakikalarınız da da sizlerle yanyana olmaları insaf gereğidir.Kaldı ki, şairler de yaltaklan malarla dolu çeremonyalı şiirler düzmeden önce çöpe sayılmamış lardır.
Demek isteriz ki toplum her kese karşı acımasızdır. Gözyaş larına göre değil, taş yüreklere göre iş görür.
Anlattığımız anlı ve şanlı olayda işbaşı olanlan bir bir gös termek için şimdi de ışıldağımızı bir İzmirli amazona —Yaşasın İz mirliler— Evliyazade Makbule Hamm’a çevirelim ki, o da yüreğini kavuran işkilleri İzmir Körfezi’ne daldırıp çıkardıktan sonra topa ve tüfeğe yedirsin:
— Daha bizi susturmaya uğ raşan bir sınıf devlet büyükleri nin, kadınların yazı yazmasını hoş karşılamayıp da taş atarak cesaret kırmaya kalkışmaların dan kalbim yanarak sızlanmak istiyorum. Bugün bile toplum içinde bir yerimiz yok. Yurttaş lık haklarımızı bile istemeye yetkili değiliz. Biz daha ne vakti kadar bu beceriksizlik ve uyu şukluk içinde yaşayacağız? Ken di yararları için gerekli saydıkla rı bu bilinçsizliğe katlanacak mı yız?
Birçoklan İzmirli amazonun yazısına vık bile diyememiştir. Gelgelelim, Cenap Şahabettin “ İrfan-ı Nisvan” adlı yazısıyla Makbule Hanım’ın sözlerini su landıracaktır:
— Hangi budala erkek, ka- dınlanmızm bilisizliğinden yarar- la n m a y ı u y g u n g ö r d ü ? Çocuklanmızı terbiye edecek, ka- zandıklanmızı çekip çevirecek dimağın boşluğu hiç yaranmıza uygun olur mu? Beşikten mezara değin, el ele yürüyeceğimiz ezelî ve ebedî yol arkadaşlanmız bili sizlik içinde yüzdükçe biz erkek ler, uygarhk tabakalarında nasıl y ü k s e lir iz ? B iz b u g ü n H am it’ lerimiz, Ekrem’ lerimiz, F i k r e t ’ le r im iz , H a lit Ziya’ lanmız, Faik A li’lerimiz k ada r M ih rü n n isa ’ la rım ız, N ig a r ’ la rım ız , H a lid e Edip’ lerimiz ve benzeri üstün kişilerimizle övünüyoruz.
Doğrusunu ararsanız, Cenap Şahabettin gizli bir anti-femi- nisttir. Yazılannda bir yandan kadınlara arka çıkarken, bir yandan da kadın düşmanı bir dostunun —yani kendisinin— sözlerini öftaya sürmekten geri kalmaz:
— Feministlerimiz kanımca aldanıyorlar. Kadın hiçbir zaman gerçek özgürlük âşığı olmamış tır. O, zinciri sever, ama altın gibi parlak, ateşli ve gönül alıcı olmak koşuluyla. Çarşafından çıkmaya çalışıyorsa, kozasından fırlayan kelebek gibi daha çabuk avlanmak, bir avuçta tutsak ol mak içindir. Kadının kollarındaki kelepçeyi kırsanız belki de: “ Bile ziğimi zedelediler” şikayetinde bulunur. Ben kadınların başlarım pek sıkı fıkı örtmelerinden yana değilim: İçi boş bir şeyin üstünü örtmekten ne çıkar?
Yoo, yazının bu noktasından kalkılıp güneye beş saniye gidi lirse “ Tannm, sen aklımı koru” piyasasına rastlamrki,, orada Evrak ı Eyyam yazan yine ılımlı- laşmak gereğini duyar. O Homongolosu, o kadın düşmanı dostunu yumuşatmak için de yine kadınlann çok ilerlediğini, söz sanatı ülkesinin anahtanm erkeklerin elinden aldığım söyler. Bir ara, bütün bütüne coşup, bundan böyle edebiyat alanında sadece bu kapağı kaldınlmış ka- dınlann tatavalannı sürdürecek lerini bile yumurtlar.
Hokkadan şir
çdcacağına...
Ne var, “ Tannm sen aklımı koru” piyasası, kadınlar üzerine yanlış kamlarda bulunanlan ken dilerine getirmekte öyle uzun b o y lu d a y a n ık lılık g ö s t e r mediğinden, bizimkilerin adım la rı, en in d e son u n d a , y in e eski yerlerine kayacaktır. Orada da öyle olacaktır ki, Homongolos Hazretleri kadınlarımızı yine saraka ve horata yağmuruna tu tacaktır :
— Bence bir hanım, hokkasın dan şiir çıkaracağına, gergefin den hesap nakışı çıkarırsa daha büyük sanat göstermiş olur. Kadın yazılan benim üzerimde jüp-külot etkisi yapıyor. Roman- lanna bakınız: HaUt Ziya Bey’in atlas yastık üzerinde karikatürü. Manzumelerine dikkat ediniz: Çağdaş şairlerin 'pekli taklitleri. Sahte duygululuk, abartmak kı- ntma ve benzeri şeyler. Galiba korsalan kadınlann düşünce gü cünü s ık ıy o r , y e lp a z e le ri dehalanmn ışınlannı söndürü yor, yüksek düşünceler pudra kokusundan kaçıyor. Avrupa'da minimini eller kahve değirmenini bırakıp hükümetin su değirmeni ni çevirmek istiyor. Bizde, ince yapılı parmaklar peçeyi açıp er kekleri yanşa çağırmaya özeni yor.
Bombozuk bir iş bu.
Halide Edip vaktim Teali-i N is v a n T n iş le r i a rd ın d a geçiriyorsa bir yandan da Cenap
Şahabettin’e içerleme talimleri yapıyordur.
Kadınlan küçümseyen yazıya Şair Nigar Binti Osman da dü şüp kınlmıştır.
Onlanıi küplere bindiğini görünce de Cenap Şahabettin yine beş saniye güneye gidip “ Tannm sen aklımı koru" piya sasına çıkartma yapar:
— “ Bizde Nisaiyun” (1) maka lesinin yol açtığı yanlış anlama lar arasında eşi bulunmaz yazar lardan Halide Edip Hammefen- di’nin “ Romanlan Halit Ziya
/■ihteZ-,
IZengirizler ve
feminist
erkekler de
«kadınlar nasıl
olmalı?» diye
tartışıyordu...
•Cenap Şahabettin
çift yönlü oynarken
bakın neler yazıyor:
«YÜKSEK DÜŞÜNCELER
PUDRA KOKUSUNDAN
KAÇIYORbıMUŞ...
Madam Delarue Mardrus der ki: "Kadınlarınıza söyleyiniz, mut., tuluklarının kadrini bilsinler. Kapalı yaşamak zorunda olma, ları, onları öyle acılardan korur ki..."
Bey’in atlas yastık üstünde kari k a tü r ü ” z ıl g ıt c ü m le s in i kendisine yönelik sanmış olması gerçekten yüreğimi paraladı. Halide Hanımefendi düzyazı tapınağıma, Nigar Hanımefendi de şiir tapınağının saygıdeğer ve zeki ermişleridir. Halide Hanım'- dan kuşkularım düzeltmelerini rica ederim. Kendilerinin gerçek ten hayranı olduğuma inanabilir ler. Savruk bir zengirizin (2) sözü pek kaleme gelmez.
Bu arada Cenap, adının çevresinde yığınak yapabilecek tüm vıdm dılann belini bükmek umuduyla kendini otopsi masa sına yatırma gereğini de duyar:
— Her şeyden önce arzedeyim ki bendeniz ne ricaliyyun’dan (3), ne nisaiyyun’dan (4), ne sulhiy- yun’dan (5), ne harbiyyun'dan (6), ne maddiyun'dan (7), ne mane- viyyun’ danım (8). Tabir elverirse Istiklaliyyun’ dan ya da lakaydiy- yun’danım. Niçin filan düşünceyi vicdanımda taşımak için filan filozofun programım kabul et meye kendimi mecbur hissede yim? Ayıp değil a, bende koyun ruhu yok, sürüye karışmaktan haz etmiyorum. Biraz kenarda, şöylece başı dinç yürümek, bana yanlış görünene hata, doğru sandığıma yararlı demek: İşte düsturum. Nasıl ki, barıştan yanayım, ama sonuç vermeyece ğini gördüğüm için sulhiyyun mesleğinin karşısındayım, tıpkı bunun gibi kadınlar hakkında sevgi ve saygım tamdır. Ancak semeresiz ve dahası, dokuncalı olduğuna inandığımdan nisaiy- yun mesleğini sevmiyorum. De dim ya ben ne nisaiyyun, ne de ricaliyyunum. Bununla birlikte Kadınlann Sultanı üzerine belli başlı özendirme yazışım da ben yazdım. Çünkü bu, yararlı sandı ğım bir davranıştı. Ama Ham dullah Suphi Bey oğlumuzun yaptığı gibi, romatizmalı bacı lardan, kansızlık çeken hanım lardan, dünya ötesinden bakan annelerden, İstanbul’un baştan başa kadın hastanesi olduğun dan hiç mi hiç açacak değilim. Çünkü hanımlarımıza hasta de mek, onlar üzerine acımayı çek meye çalışmak, onlara çamur at mak, onlan küçük düşürmektir. Kadınlarımıza, kendi hesabıma, Avrupa kadınlarının imreneceği kişiler gözüyle bakarım.
Hamdullah Suphi bu tartış malara katılmak gönüllüsü değil dir ama o da Cenap’tan gelen şutu kaleden çıkarak karşılar:
— Cenap Şahabettin Bey, sokaklarımızda ve meclislerimiz de her vakit yanm bir alaya gülücükle görünen bu şair, bu kez gülmek için gereğinden çok
ağır bir sorundan yararlanmaya kalkıştı. O, son yazısında, fesini ö r te n k u m ra l s a ç la r ıy la , Şeyhülislamlığın kapısı önünden, elini göğsüne basarak, ve de yerlere değin eğilerek geçiyor.
Hamdullah Suphi bu sözleriy le biraz da Şeyhülislam Musa Kâzım E fendi’ye taş atmak isti yordur. Çünkü o da, Hacı Zihni Efendi ile birlikte şu düşüncele rin dümen suyundadır:
— Birkaç kadınla evlenmek e lb e t z o r u n lu k la r d a n d ır . Hayvanlarda da bu durum görülüyor, tslamdan önce çok eşli evliliğin sınırı yoktu. İslâm dini dört eşten yukarısına izin vermedi. Çok eşli evliliğin yarar lan nüfusu çoğaltmaktan başlar. Eşleri hasta olan erkekleri fuhuş yoluna sapmaktan korur. Evde kocayan kızkurulannı, dullan er keksizlikten kurtarır. İşte görülüyor ki, kadınlann örtün mesi sorununda olduğu gibi, bir den çok kadınla evlenmek konu sunda da insanlığa, uygarlığa ay- kın bir şey yoktur.
O günlerde, Beyoğlu’ndaki To- kathyan salonlan da pek zengiriz bir Fransız kadın ozam bağnna basmaya hazırlanıyordur. Adı Madam Delarue-Mardrtıs’tür ki şairlikte, yine bir Fransız olan Comtesse de Noailles’a —bu, bizim edebiyatçılanmızın işidir— üstün tutuluyordun
Hüseyin Cahit'le Maliyeci Ca- vit onun onuruna bir akşam yemeği veriyorlardır. Cenap Şa habettin başta olmak üzere bütün açık ve gizli zengirizler de ordadır.
"Mutkılukbrmın kadrini
bilsinler»
Yemekler yenmiş, tabaklar süpürülmüş —yabancılar bu gibi şölenlerde yemeklere aç kurtlar gibi saldırır— ve de Fransız sofra göreneğine uyularak en üste peynir çekilmiştir. Uyuşukluk denilen o keçe küçe, şölendeki- lerin üstüne düşmeye başlamıştır ki, konuk Madama lafı kapar:
— Kadınlarınıza söyleyiniz, mutluluklarının kadrini bilsinler. Kapalı yaşamak zorunda olmala rı, onlan öyle aalardan korur ki... Ah, şu omzumda hıçkıra hıçkıra ağlamış kadın dostlanmın sayı sını bir bilseniz... Kulaklanma öyle korkunç ve gönül paralayan dolu bir baloya girebilmek kuş kusuz pek alengirli bir özgürlük gibi görünür, ama sevdiği koca sıyla oraya giden kadının kalbini kemiren kıskançlık ne acı verici bir yılandır, bunu düşünebiliyor musunuz? Balo, tiyatro ve tüm kulüpler, kocasına kendi sev
dasını kaptıran kadın için, bir be la yeridir, bir cehennemdir. Anlı yor musunuz? Bunları kanlarını za, kızkardeşlerinize iyice anla
tın.
E y kadın yeniden ayağa kalk ve titre.
Bu kıskançlık silik parasıyla da titremezsen bir daha hiç titre mezsin.
Titre, titre ki, zengirizlere ağ zının payım verecek ay-yenileri de girişini yapsın.
İşte Hüseyin Rahmi, işte Selahattin Asım:
100 metreyi yedi saniyede ko şup ve de bütün kronometrelerin gözünü patlatıp sıla eylemişler dir.
işte Celal Nuri. Koltuğunda Kadınlanmız. Beyninden aşağı sarkan kadın haklanndan başka sı değildir. Bir başka deyişle sözünde sabit kadem bir femi nisttir. Hem de açık bir feminist. Bu yüzden de Cenap Şahabet- tin’in takazasına uğrayacaktır:
— Türkiye birkaç bin Celal Nuri ile onun beş, on milyon yardakçısından ohışsaydı biz Rockefeller'den zengin, Ingiltere’ den uygar, dinamitten güçlü olurduk.
Dikkat etmek gerekir ki, Celal Nuri ruhu sönmüş, akıl vidalan aşınmış, kişiliği topatmış, çenesi pırtı, bilisiz ve vıdıvıdıcı kadın lardan da yana değildir. Onlar dan elaman getirir. Ama insan lığın ilerlemesine sağlığını tehli keye atarak başını koyan kadınlann her davranışlanyla bir ibret gösterdiklerine inamr. Onlann toplumda, erkeklerden daha çok hakkı vardır. Bu bakım dan toplumu hale yola sokmak isteyen ler ilkin kadınların perperişanlığına eğilmelidirler.
Açıklanmasının ayıbı bizim değil, Celal Nuri bu düşüncelerin bandiyerasım havalarda dolaştır dıktan sonra kadıncıhğına gölge düşürecek bir öneride bulunmak tan da çekinmez:
— Evet yenileşme gerekir. Am a yenileşme ve ilerleme bir anda olmaz. Çin ulusu, bir sani yede Alman ulusu derecesine, Batı kültürüne ulaşamaz. Onun için bu basamaklı ilerlemeyi nasıl öğreteceğiz? Şimdiki yönteme nasıl son vereceğiz? Yakışıksız ve tezcanh bir davranış tuttu rursak elbet bir tepki olur. İleri gideceğimize gerileriz. Birçok ay dınlarla birlikte Buchner ve Dok tor Charles Letourneau da öne sürüyorlar ki, bugün kadınlara olanca hakların kapılarım açmak onlara hayınbk etmek demektir. Dimağlarının gelişmesine koşut olarak, kadın haklan da yavaş yavaş geliştirilmelidir. Ben de, acizane, bu kuramı bizim Türk ve Müslüman kadınlara uygula mak istiyorum. Kadınlan yetişti relim ve böylece onlan özgürlüğe basamak basamak çıkaralım.
Evet Şair Evliya: Kalbi çabp çırpmaya değil, sıcak tutmaya bakmalı!
1) Hak gazetesi, sayı: 67-19 Mayıs 1912
2) Zengiriz: Kadın düşmanı, homongolos, anti-feminist.
3) Ricaliyyun: Burada feminiz me karşı olan, ya da erkek hak- lannı savunan kişi.
4) Nisaiyyun: Feminist. 5) Sulhiyyun: Banşsever, ba rışçı.
6) Harbiyyun: Savaşsever. 7) Maddiyyun: Maddeci, ma teryalist.
8) Maneviyyun: Tinselci, spu- ritülalist.
i- Y A R IN
4 OCAK 1983
R Ö P O R
»Yen/
bir
terim
icat oluyor:
«Karılaşmak»
) Ziya Gökalp de
sahnede ve
diyor ki:
SALAH BİRSEL
« ... TOPLUMSAL NEDENLER KADINLA
ERKEĞİN EŞİTLİĞİNİ DOĞURACAKTIR!»
Eski bir gravürde 19. yüzyılda İstanbul... 9*)
! * A günlerde tuhaf bir şey de U olur.
Kadınların özgürlüğü ki tabının yazarı Mısırlı düşünür Kasım Emir Bey'in düşüncesi de gelip Celal Nuri'nin laflarının kösteğine vurur. O zaman ikisi de. şinanay yavrum şinanay, tk^şi de bando mızıka.
Nedir, biz Celal Nuri'yi de b ı rakalım , bu kez Salahattin Asım Bey'e semer devirelim. Onun da koltuğunda kendi kitabı: Türk K adınlığının T ered d isi yah u t Karılaşmak.
Hazret "karılaşmak” teri miyle kadıncılık bilimine yeni boyutlar, yeni çeşniler kattığını düşünüyor ve bu terimin kadın ların ruhsal ve toplumsal alanda ki geriliğine bir çıkar yol b u lacağına güven besliyordur. Ona kalsa, kitabına doğrudan doğru ya "Karılaşmak" adını koyacak tır. Ne ki, arkadaşları vizita edip, bu ad yüzünden haksız sal dırılara uğrayacağı konusunda onu uyarmışlardır. Üstelik "K a rılaşmak" da iyi bir kitap adı değildir.
Vizitalar bittikten sonra y a zarımız -iki satır döktüren her insan gibi- kendisini değerli tu tar, konulaşmanın tarihi de ki tapta şöyle gelir:
— Şimdi burada kitabın adı nın doğurduğu bir karışıklık var: Türk kadınları bundan önce ger çekten kadın mı idiler de sonra dan karılaştılar? Bu haklı gibi görünen itiraza cevabım şudur: Evvela bu, her şeyden önce b i limsel yani toplumbilimsel bir terimdir. Terimlerde ise karışık lık (iltibas) filan aramak hiçbir zaman doğru olamaz. İki terim arasındaki karışıklık söz konusu edilirse, iş değişir. Ama soyut bir terimde karışıklık düşünmek doğru değildir. Bu terimin bi limsel anlamı ise doğrudan d oğ ruya kadınların kadın lık tan , analık ve insanlıktan önce ve sonra dış'ıVık veya halk deyişiyle karılık yapmalarından ibarettir. Bunda kadınların evvelce ve sonradan kadın ve karı olmaları nın önemi yoktur. Amaç sadece hayvan dişiliğinin tür ve tenasül bakımından varlığının görevini anlatm aktır. Yoksa kadınlar evvelce kadın iken sonradan da karılaşabilirler veya pek çok eski zamanlardan beri kan bulunur lar.
Salahattin Asım Bey kız ço- cuklannın bu düşünce ile yetiş tirildiğine de parmak basacak ve sözlerini şöyle sürdürecektir:
— Kızlar gerek ailede, gerek toplumda, tam bir süs, bir zevk ve eğlence durumunda büyütü lüyor, sonra da yine hukuksuz, çurçur, sırf bir “ şehvet yatıştın- cısı” göreviyle evlendiriliyor. Bizde genç kadının çocukluk, genç kızlık ve eşlik yaşamı bu saydığım evrelerden başka hiçbir şey göstermiyor. îlkin süs ve kukla, sonra zevk ve eğlence ara cı, daha sonra da şehvet yatıştı- ncısı ve her zaman bunlara eşlik eden kölelik ve bağlılık. İşte bizde kadının yaşamı ve varlığı. Hele genç kızlıkta öğretilen g ü zellikten ve eğitici olmaktan uzak musiki, ruh bakımından karılaşmak üzerine tüy dikiyor.
Pes, işin bu karılaşma da kikasında bizim Salahattin B ey’i sahneden indirmemiz ve de Ziya Gökalp'e çağrı çıkarmamız gere kiyor. Yoksa Salahattin B ey’i biraz daha tutacak olursak, onun , , musikiden sonra şiiri, resmi ve •"heykeli de karşılaştırma çaba- »Marına kalkışması beklenebilir. ş Al işte bize bir merak daha. Ziya Gökalp'in sahneye çık armasıyla inmesi bir olmuştur.
m O da, kadınlan toplum içinde ^ erk ek lerd en ayıran nedenin X örgensel ve ruhsal değil de top- 't’ lumsal olduğunu savunmuştur.
Ona göre, bu gibi nedenlerin ipi ni çeken toplumdur. Oıılan gün lük yemek listesinden çıkarmak da toplumun elindedir. Ziya Gö kalp, bugün burada, kadınla er keğin eşitliğine yaşambilimin karşı çıkmadığı üzerinde de dur muş ve bu,kadın localanndan bir sürü "yaşa, varol” çığlıklarının fırlatılmasına yol açmıştır.
Türkçülüğün Esasları yazan forili salonun kabanp çalkan- masını bir süre ayakta dimdik karşılam ış, son ra, sahneden inerken de bu kez şu sözlere meydan vermiştir:
EşıtsizlOc ve
eş'ıtüc
Birtakım toplumsal ne denler, geçmiş yıllarda kadınla erkek arasındaki e şitsizliğ i doğurmuşsa, bugünkü günde de başka türlü toplumsal nedenler, kadınla erkeğin eşitliğini doğu racaktır.
Hüseyin Rahmi’yi sorarsanız o sahneye filan çıkmaya hiç ge rek duymaz. Yalnız, 1914 yılında yazdığı Bir Tebessüm-ü Elem adlı romanını kendi eliyle din leyicilere dağıtmaktan geri kal maz. O, özgürlüğe kavuşturulma (L’émancipation des femmes) işinde kadınların erkeklere pek güvenmemesi gereğine bel b a ğ lamıştır. Söz konusu romanında da buna değiniyordur. Romamn başkişisi Ragıbc Hanımefendi de Türk amazonlarını delik deşik eden bu sözleri rengi solup, yüzü ayvaya dönerek ezberirfe almış tır:
— Bizde daha doğmamış olan aile ruhu sizin gibi ilerleme öncü sü büyük kadınların -yani erkek- fatmalann- cesur ve utkulu göğüslerinden doğacaktır. Eski alışkanlık ve uyuşukluklarınızı kendi ilerici ellerinizle yırtınız. Erkeklerden yardım ummayınız. Birkaç yüzyıl daha bekleşeniz onlar sizin tutsaklık zincirlerini zi kırmazlar. Onlar özgürlük eşitliğini daha kendi aralarında bile kuramadılar. Bunu size ka dar uzatmaktan korkarlar. Pas tutmuş bu ortaçağ kafaları için de uygarlık düşüncesi açılıp ser- pilemez. özgürlük ve eşitlik söz cüklerini memlekette kadın tut saklığının iyisinden kökleşmesi yolunda yorumlarlar. Bu yolda hiçbir haksızlıktan, mantık g a ripliğinden çekinmezler. Uzun yıllar ağza alınması yasak olan ve daha gerçek anlamları bilin meyen bu iki sözcüğün M eşruti yet devriminin ilk zamanların
la beyinlerde birdenbire pat ladığını görenler: "özgü rlük , eşitUk anladık. Am a kadınlar ne olacak?” demişlerdir. Bu iki mü barek sözden kurtuluş anlam ve hükmünü haremlerden içeri sok mamak için kafeslerin üzerine b i rer de pancur eklen m esini düşünmüşlerdir.
Burada bir mola almamız ge rekiyor.
Gerçekte bunu kendimiz için değil, Hüseyin Rahmi için isti yoruz.
Neden dersen iz, H azretin bundan sonraki sözleri onun ze- hir-zemberek kadıncılığını şeran- polardan dışarı çıkarak ortaya koyacaktır:
«Yaşamak, çalışmak
demektir»
— Kadınlarımızın beyinleri boş ağırlıklardan, çocuklarımız kundaklardan özgür kılınmalı dır. Avrupa'daki féminisme atıl ganlıklarını, saldırganlıklarını görmüyor musunuz? Bugün ka dın, erkek kalabalığına karşı yumruklarını göstererek: “ Biz insanlığın yansıyız. Hukukta ayırma olmaz. Bizim de doğdu ğumuz memleketin özgürlük ha vasını ciğerlerimize tam olarak çekmek hakkımızdır. Eşitlik, an cak bu tam uygulama ile anlam kazanabilir. Yoksa boş bir söz olur. Bir ulusun yarısı özgür, ya nsı tutsak olamaz. Tutsak ana lardan özgür çocuklar doğamaz. özgürlük bölününce tekel altına alınınca dokuncalı olur. Gerçek özgürlük, zorbalann özgürlüğü demek değildir. Biz artık yalnız sizin lütuf elinizle yaşamak iste miyoruz. Çekiliniz, geçim kay nakları bizim için de açılsın. Biz de avukat, doktor, seçmen, milletvekili, bakan olmak isti yoruz" diyorlar, insanlık davası ediyorlar. Bizdeki kadınların ni çin insanlık yeten eklerini göstermeleri önlensin? Erkekler ve kadınlar el ele verelim. İlerle me gökkubbesinin güneşlerine doğru koşalım. Yaşamak çalış mak demektir. Çalışmasız ya şam, ölümün dünyadaki biçimi dir.
Şu bir gerçek ki Hüseyin Rahmi daha Meşrutiyet’ten önce zengirizlerin karşısında yer al mıştır. 1899 yılında, 35 yaşında iken yazdığı Bir Muadele-i Sevda bunun borçsuz ve harçsız bir örneğidir. Buraya romanın kişi lerinden Bedia’nın kimi sözlerini tutup yapıştıralım ki bu düşün celerin daha o zamanlar üç dünya ve denizleri tuttuğu gün ışığına çıksın. O yılların Osmanlı ailesi
de bütün mostrasıyla gözlerimi zin önüne serilsin:
— Babam benim öğrenim ve eğitimime çok özen gösterdi. Düşüncelerimin aydınlanmasına uğraştı. Ama bundaki amacı, özel düşüncesi neydi? Ne olacak? Falan Efendinin kızı ne güzel okuyup yazıyor, ne usturuplu söz söylüyor, desinlerden başka bir niyeti yoktu. Bana düşünme gücü verecek şeyler öğretirdi. Ama düşündüklerimi yaşamda uygulamamak kararıyla. Ben her şeyi bileyim, ama yine onların baskısı altında kalıp yargıları
dışına çıkmayayım.
Ey okur, biz başımız darda kaldığı vakit sana sesleniyoruz
Burada öykümüz çok zittirik bir bayırdan aşağı kaymaya ba ş ladığı için sana yine imdat çıkar dık. Ayrıca senin uyanıklığını da ayağa kaldırmak istedik. Şimdi - şim di sözü yeniden H alide Edip’e vereceğiz. Yalnız daha önce bırakalım da Süleyman Nazif bize bu ayışıklı Jan Dark’m bir fotografisini çıkar sın.
Fotografi, Türkün Ateşle İm tihanı yazarının 6 Haziran 1919 günü Sultanahmet Meydanı nda iki yüz bin kişilik bir insan de nizinin ve de şair Şükufe Nihal B aşar, M uallim eler C em iyeti Başkanı Nakiye Elgün, İnas Darülfünunu öğrencisi Asker Münevver Saime, Asri Kadınlar Cemiyeti üyesi Sabahat gibi Türk amazonlarının dört bir ya na kabanp taştığı ve bu kutsal kalabalığın tek yürekten: “ Hü kümetler düşmanımız, uluslaı dostumuz ve kalbimizdeki haklı isyan gücümüzdür” diye bağır dığı an çekilmiştir. Ama yine de bizim işimize yarayacaktır. Çün kü bu Kadınlar Sultam bütün yaşamı boyunca hiçbir güce b o yun eğmemiştir:
— Uçlan çırpınan bir ehram- çarşafın siyah çerçevesi içinde, olduğundan da solgun görünen bir yüz, hüzünle bulutlu, derin bakan ve baktığı yeri gören göz ler... ince kibar bir gülüş... Kuğu boynu gibi duygulu, nazik hareketler. Çok anlamlı bir ağız. İnsana ağırlık vermeyen bir ağırbaşlılık, tatlı bir ciddilik.
Halide Hanım'ın
amentusü
Şimdi de gelsin mi Halide Edip’in amentüsü:
— B atı dem okrasilerinde kadın haklan, kadınların kendi ayaklanmaları ve savaşımı so nunda elde edilmiştir. Bizde. Tanzimat’ta düşünce alanında, İttihat ve Terakki’de hareket ha linde, kısacası bir yüzyıla yakın zamandan beri, kadın haklan, erkeklerin de Türkiye’ mizin esen liği ve uygar durumu için tuttukları bir sorundur. Dahası, siyasal bakımdan birbirine düş man çevreler dahi bu sorunda aynı yolu tutmuşlardır.
Lebbeyk Şair Evliya, o yıllar da kadınların özgürlük ve oy hakkı savaşımı, biraz eksiklene- rek söylüyoruz, en çok İngilte re’de dabır-dubur etmektedir.
Pes, buraya Ahmet Rasim’in bir sözünü de kondurmazsak canberaberimiz kadınların ters damarını kışkırtmış oluruz:
Kadınlık da aslanmış ki nice, çamur atmalar ve yakıştır malar arasından kendine yol aça- bilmiştir.
r Y A R I N î
-AH KAĞITHANE
VAH KAĞITHANE
5 OCAK 1983
RÖPOI
* V ' *>
A h !
Kâğıthane,
vah!
Kâğıthane...
) «Mendüname»
He her şeyi
anlatmak hem
pek zordu,
hem de
çok kolay!
Eski H a liç’ten Kasımpaşa dolayının bir görünümü.KAĞITHANE'NİN
HİÇBİR DİLE BENZEMEZ
«AŞK DİLİ» VARDI
E
Y okur, şimdi seni sana ı gösterip, yeniden öğre nim rahlesinin önüne oturtacağız. Üç yüksek okul bi tirmiş olsan bile bu, Efdalü’l M ü verrihin Salah Efendi’den öğre neceğini ortadan kaldırmaz.Çünkü sana Kâğıthane’nin aşk dilini belleteceğiz.
Bu dili kapmadan Kâğıthane’ ye dalacak olursan hem sana yapılacak işmarları çakmazsın, hem de madama ve hatunların tazeleri ile kartlarını birbirine karıştırırsın.
Şimdi yine sıkı dur.
Dersimizin adı: Mendilname. İlk yapılacak iş, sevgiliye ağ zının sıkı olduğunu açıklamaktır. Bunun için, mendilini sağ elinde topladıktan sonra onunla ağzım ört. Bu, “ Söz bir Allah bir" ve de “ Aşkımız sır olsun” anlamında dır. Bu pandomimadan sonra artık her kadına şahin kesile bilirsin, her güzelin burnunu, ku lağım, el ve ayağım hacımat ede bilirsin. Bu arada sevgiliye, “ Her ne buyurursan can ile baş üstü ne” demen de gerekir. Çünkü bu da, “ Artık avucumdasm, borç olan malın benimdir” sözünün ki- barcasıdır. Bunu anlatmak için elindeki mendili başına götür, yetişir.
Ünlü bilgidir, sevgiliye daha yakın durmak istediğinde mendi li kalbinin üstüne bastırmaksın. Bu da şu demeye gelir: “ Sevgin kalbimde yer etti, canım sana feda olsun.” Yalmz bunun da başka bir anlamı vardır: “ Sensiz dünya bana karanlık. Buluşmaya ne dersin?” İşin tuhafı, bu ikinci ve gizli teyeli erkekler kadar kadınlar da bilir. Onun için bu işaretin hemen ardından başım mendille örtmen gerekir. Bu da, “ K orkm a, k im se g örm ez” sözüyle eşanlamlıdır. Bu durum da sevgilinin yapacağı kesin ola rak saptanmıştır. O da mendilini havada sallayacaktır. Çünkü o da, “ Dolaş gel” demek istiyor dur. Ne ki, seninle şimdi değil de gece saat beşte buluşmayı murat etmişse o zaman da sol elinin beş parmağım sağ elindeki mendilin altına sokmalıdır.
• Bir de var ki, sen beşe kadar beklemeye takat gösterecek du rumda değilsin, o zaman mendi linin iki ucunu iki elinle tutman meramım anlatır. Bu işmarla da “ Bir sen, bir ben” demiş olursun ki bu da “ Sensiz ölüyorum, saat beşi bekleyemem” sözüyle aym kapıya çıkar. Bu çala kamçı du rumda kadınlara düşen de men dillerini dizlerinin üstüne bırak maktır. Bu da “ Zahmetten sa kınma, armağanını alırsın” "sözüne bir göndermedir. Şu var ki, sen yine ilk sözünde kalacak olursan vay sana, vaylar sana! Eksik etekler bu gibi askıntı erkekler karşısında çokluk şu karşılığı verir:
—Artık münasebet kestim. Bunu duyurmak için de men dillerini ortasından iki parça ederler.
Gizli değildir ki, bundan senin yılmaman ve yine, “ Dediğim de dik, çaldığım düdük" diye tepin men gerekir. Laf aramızda, ha- tuncağız seni sıkı bir sınavdan geçiriyordur. Senin kavaf işi olmadığım, tersine çift dikişli ve nalçalı bir potin olduğunu çaktı mı cebinden yeni bir mendil çıka rır ve bir iki öhö öhöden sonra içine tükürür.
Artık korkma, bu, senin mu rada erdiğinin, daha doğrusu biraz sonra ereceğinin resmidir. Neden dersen, Kâğıthane’nin aşk dilinde bunun anlamı tektir ve şundan başkası değildir:
—Düş peşime, yüzüne lanet.
En gözde seyir
Buraya işten anlayan kişilerin
kılavuzluğunda gitmek
gerekirdi. Yoksa...
Derenin bir yanı kadınlara, öte
yanı erkeklere ayrılmıştı!
İstanbul'un
Gizli Tarihi
yen kocaman çınarlar, çayırlar, renk renk çiçekler karşısında, yabancı - yerli, herkes cam gibiı kırılır. Kanum Sultan Süleyman çağında İstanbul'a akıtılan Kırk- çeşme sulan buradan getirtil miştir. Frenkler buraya Tatlı Su lar adım verir. Göksu Deresi’ne ve seyir yerine ise Asya'nın Tatlı Sulan derler.Yabancılara“ Tathsu Frengi” denilmesinin nedeni de budur.
Kağıthane, Dördüncü Murat, Sultan İbrahim ve de Dördüncü Mehmet çağlannda da yüz okka çeker. Am a X V III. yüzyılın ilk 30 yılında, yani Üçüncü Ahmet günlerinde buramn velvelesi ve zelzelesi taaa Efrenç tayfasının nice adım verdiği Nitse şehrin den işitilir. Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa buramn en güzel yerine, başta Sadabat Kasn olmak üzere bir sürü köşk ve kasır kondurmuştur. Kâğıthane Deresi’nin de yatağım değiştirt- miş, Humbarahane'de 600-700 metre kanal kazdırarak, bunun iki kıyışım mermer rıhtımlarla bezemiştir. H ayrabad adım taşıyan cami de bu yıllarda yapılmıştır. Nevşehirli, daha sonraları lale bahçelerinin kurul masına destek olmuş, İstanbul luları lale kölesi etmek için bü yük çabalar göstermiştir.
Ey okur, bizde akçe yoktur, dil laklakası vardır.
Ömrümüzü yazarlık yoluna adadık.
Hayda maşallah. Kâğıthane’ nin ayışıkh geceleri de insana 800 metreyi 0,002 saniyede koşturur.
III. Ahmet, kimi zaman bu aylı geceleri —Kızı Fatma Sul- tan'ı da yamna alarak— Sada bat’ta geçirmeye gelir Vezirsiz Kağıthane safası içine sinmedi ğinden de Nevşehirli’ye hemen bir pusula çıkartır:
—Benim vezirim, Sadabat’ın ayışığı öyle bir dereceye gelmiş tir ki, kalemle anlatmaya olanak yoktur. Bir gece gelip kalsanız çok uygun olur. Özel çadır kur durdum. Kaptanı deryayı alıp gelebilirsiniz. Ya da onu İstan bul'da akkorsunuz. Bu gece divan gecesidir. Çarşamba gecesi dolu. Demek isterim ki, siz bilir siniz. Bundan daha gönül açıcı bir yer olmamak gerek.
Burada dokuz kapımn zilini çal madan kalemi eline almayan Ya lansız Evliya Çelebi’ye son bir çağrı çıkarmamızda da yarar vardır. Çok eskilerde yaşanmış
olana uygun düşen sözleri ondan başka kimsede bulamayız:
Evliya Çelebi'yi
dinleyelim
—Bütün çamaşır yıkayanlar gömlek ve sarıklarım buradaki derede yıkar. Sabun sürmeyin, iki defada temizlenir. Derenin iki yakası çınar, kavak ve (alkım- söğütlerle süslüdür. Tatil günleri kayıklara binmiş nice bin ihtiyar ve sadık aşıklar bu sevinç diyarına gelip eğlenirler Kimi canlar, d e r e y e girip yüzerler. İki yandaki ağaçların kökleri su içinde balık ağuıa dönüşmüştür. Kimi canların ayağına o kökler takılır. ‘ Hay, beni denizin sahibi tuttu' diye çığlığı basarak korku dan ölürler. Çok korunmak gerekir. Nice bin dilberler, soyul muş pembe badem gibi nazlı be denlerini mavi ibrişim futalara sarıp, balıklar gibi suya dalarlar. Saz ve sözün hesabı yok.
Kağıthane’deki gezi yerlerinin sayısı da pek kabarıktır. Çeşitli lalelerin bıçaklar, kamalar, altı patlarlar fırlattığı Lalezar seyiri bunların en önde gelenidir. Burayı görenin aklı perişan olur. Derenin kenarındaki nonoş çi menlikte yaylanan İmrahor Köşkü bahçesi de benzeri pek az bulunan bir yerdir. Nice büyük çınarları vardır. Buraya özgü ot, terfii, yonca, aynk, kara karık, san kank gibi çimen hiçbir yerde bulunmaz.
Buradaki seyirlerden biri de Kuyumcular diye anılır. Kuyum cular esnafı, aralık aralık gelip 20 gün kalırlar, Saraçlann toplaşma yeri de burasıdır. İstanbullular da R a m a z a n ’ dan ö n c e , Ramazan’ı karşılamak üzere burada çadırlar kurup kendilerini bir ay boyunca eğlenceye çekerler.
1730 yılında patlak veren Patrona Halil ayaklanması so nunda Kağıthane’deki kasırlar bir yıkıntı haline gelmiş, tef, saz ve rebap sesleri işitilmez olmuşsa da X V III. yüzyılın sonu ile X IX . yüzyılın başında buralann yeni den bayındır kılındığı görülür. III. Selim ile II. Mahmut yeni kasırlar yükseltmiş, yeni bahçe ler yaptırtmıştır. Miss Julia Pardoe, 1836 yılının Kağıthane' sini şöyle anlatacaktır:
— Pırıl pırıl akan Kağıthane Deresi vadinin yeşili bol bir ye rinden çıkar, çimenlerin arasında
yeriydi
Biz gelelim geriye.
Kâğıthane, İstanbul'un fet hinden bu yana İstanbulluların en sevdiği seyirlerden biridir. Kâğıthane Deresi çevresini süsle
GALVANİZLİ DOZ SAÇ
SATINALINACAKTIR
Ağrı ve Bor fabrikalarımızın izole işlerinde kulla
nılmak üzere muhtelif kalınlıklarda 30.000 M2 galva
nizli düz saç satın alınacaktır. İsteklilerin Ankara,
Mithatpaşa Caddesi, No.: 14’deki Genel Müdürlü
ğümüz ile İstiklâl Caddesi, Odakuie Is Merkezi, Kat:
4-5, Beyoğlu/ İstanbul'da mukim İstanbul Alım-
Satım Müdürlüğümüz veznelerinden TL/ Takımı 500.-
mukabilinde temin edecekleri şartnamelerimiz esas
ları dahilinde düzenleyecekleri teklif mektuplarım en
geç 17.1.1983 günü saat 16.30’a kadar Genel Mü
dürlüğümüz, Haberleşme ve Arşiv Müdürlüğü'nde
olacak şekilde göndermeleri duyurulur. Postada
vuku bulacak gecikmelerden şirketimiz sorumlu ol
mayacaktır. 2490 sayılı kanuna tâbî olmayan şirke
timiz, ihaleyi yapıp yapmamakta veya söz konusu
galvanizli düz saçları dilediğinden almakta serbesttir.
TÜRKİYE ŞEKER
FABRİKALARI A.$.
Has Reklam: ..
gümüş bir tel gibi uzanır. Bir nehir denilemez. Ne ki, büyük lüğü ne olursa olsun, başkentin geniş bir alanını biçen bir akarsu olduğu için büyük hayranlıklar yaratır. Vadi, her yandan yüksek ve kurak tepelerle çevrilidir. Ka ğıthane Kasrı dinlenilecek en güzel bir köşedir. II. Mahmut buraya sık sık gelir. Bir gün birkaç dostumla Kağıthane'ye gittik. Ben birkaç gün öncesi, ra hatsızlık geçirmiştim. Bu yüzden ata binemedim. Bir arabaya sığı narak kendimi onun yumuşak yastıklarına bıraktım. Yanımdan at üstünde hızla geçen arkadaşla rımı gördükçe onların keyiflerine katılamadığım için içim cız ediyordu.
Öyküden ders budur ki, Kağıt hane'ye işten anlar kişilerin kıla vuzluğunda gitmek gerekir, yoksa pişmanlık kesindir.
Kağıthane’ye atla, arabayla, kayıkla ya da tabanvayla gidilir. Arabayla da gelinse, kayıkla da gelinse ilkin E yü b’e demir bırakmak gerekir. Orada erkek ler cuma namazım kılarken, ka dınlar da Türbe Bahçesi denilen yerde kendi safaiarım yetiştirir ler. E yü b’ün kebabı ünlü olmakla çoklan, namazdan sonra, kebapçı dükkanlanna üşüşürler. Üstüne de, oh, oh, afiyet olsun, kaymak çekerler. Çocukların ellerine Eyüp oyuncaktan tutuşturul duktan ve de çarşıda nevale ek siklikleri giderildikten sonra herkes yeniden yola düzülür.
K ağıthane’ye gidiş onca cüm bü şlü olm ayıp gerçek curcuna akşamüstü dönüştedir. Biz de yazarlığımızı şimdilik bu yanda pineklemeye bırakalım ki, akşama gözlerimiz ve sözlerimiz fıldır fıldır dönsün. Hem yuva- lanndan fırlasın, hem de yuvala- nnda kalsın. Çünkü yazar efendi lere gerektir ki, sert konuşmasın lar, abartarak ve soluklanmadan söyleyerek halka telaş vermesin ler.
Bir yanı kadın,
öte yanı erkek
Kâğıthane’nin birinci köprü sünden başlayarak içeriye doğru kıyının bir yam kadınlara, öbür yam erkeklere ayrılmıştır. Nedir, erkekler sık sık volta atıp taife-i nisvan’a yakın düşmek yollarım ararlar.
Hanımlar gözlerine kestirdik leri yere, kayığın ehramım serip kurulmuşlardır. Önlerine su sürahilerim, gümüş taslarım, yan ların a da sefertaslarını, V en edik sep etlerin i y erleş tirm işlerdir. Sarı pabuçlar ise ehramın altına sokuşturulur. Bir yandan çevreyi seyreder, bir yandan da yerler, içerler. Küçük çocuğu olanlardan kimileri iki ağaç arasına hemen bir salıncak kurup onları alıştıkları gündüz uykusundan yoksun bırakmama ya bakarlar.
Kâğıthane’nin en alengirli yeri de İmrahor Köşkü’nün dersin deki köprünün, İstanbul gidişin de, sağ tarafına düşen, kocaman oğlu kocaman ağacın altıyla köprünün dersinde Çağlayanlara doğru uzanan kıyıdır. Burada oturanların kayıklar ayaklarının altından, arabalar da omuz başla rından geçer.
Kâğıthane’nin en kalabalık günü cumadır. Öbür günler dört buçuk heriften başka kimseye rastlayamazsınız. Yalmz pazar ları tatlısu Renklerinin baskım görülür.
Burada bize düşen bir görev daha var. Kağıthane’nin içine d a lm a d an p irim iz A h m e t Rasim’in izini sürmek. Onsuz içerlere süzülecek olursak, Tan- n ’mn yardımıyla başladığımız bu büyük kitaba hemen burada bir "son ” oturtmamız gerekir.