ısr- i
( r - Artık bıçağını kullanmıyor amma, kalemini hiç elinden bırakmamış. Bir kaç sene evvel yazdığı «80 yıllık hatı ralarım» isimli kitap istibdat, meşruti yet ve cumhuriyet devirlerinden bir çok hâdiseleri aydınlatıyor. Cemil To puzlu şimdi vaktini okumakla geçiriyor.
•
Sonra hastahaneleri, şimdi ki mânada büyük bir yer sanma yın. Gayet küçük, pis, ahşap ba rakalara yerleştirilmiş birkaç karyola bir koğuş hastahane de mekti. Biz ilk sınıflarda hikmet yani, fizik, kimya, hayvanat, ne batat, üçüncü sınıfta teşrih, fiz yoloji, emrazı umumiye ve sadece nazari olarak Ameliyatı Cerrahiye okurduk. Sınıf birincisi hocaya yardımcı yani asistan olurdu. Ben de sırasıyla Mazhar ve Şahin pa şaların yanlarında muavinlik yapmıştım. Teşrih için senede iki üç kadavra ele geçiren sınıf kendisini bahtiyar addederdi... Ben Mektebi Tıbbiyeye girdiğim zaman henüz 15 yaşındaydım. Mektep nazırımız o zaman meşhur Marko Paşaydı. Bana :
— Oğlum, şimdiye kadar se nin gibi küçük yaşta hiç talebe miz yoktu. Bu sebeple diplomanı tetkik edeceğim, dedi.
Mi n v ' i v »**•* y »«
A RKADAŞIMLA beni eski stil- de fakat fevkalâde güzel dö şenmiş bir salona aldılar. Etrafı mız vitrinler içindeki kıymetli eş yalar, biblo, vazo, kaşık koleksi yonları, antikalarla doluydu. Bir müzede gibiydik.
Bunları ve köşedeki piyano üzerinde aile resimlerini gözden geçirirken paşa, üzerinde ropdö şambrı, biraz daha yaşlanmış, her zamanki gibi çok nazik bizim ve okuyucuların huzuruna bu kı yafetle çıktığı için defalarca özür ler dileyerek geldi oturdu.
O bir zamanların Sultan Ha- midi, Sultan Reşadı bile kendisiyle iyi geçinmek endişesiyle titreten,
maharetinin önünde eğilten Ce mil Paşası. Tıp tarihimizde çığır açmış inkilâplar, ihtilâller yarat mış siyah bıyıklı, cerrahbaşısı. Tıp fakültemizin ilk dekanı.
Bu senenin 14 Martında Mek tebi Tıbbiyenin kuruluş yıldönü münü ondan dinleyelim dedik. Bu 69 senelik tıbbiyeli zaten İstib dat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet devirlerinin canlı bir tıp tarihi.
Tıp fakültemiz bu 14 Martta 128 inci yıldönümünü kutladı, n. Muradın Hekim başısı Mustafa Behçet Efendinin 1827 de Şehza- debaşmda kurduğu ve bizde Av rupai havada olan ilk Tıbbiye Mektebinin açılışının yıldönümü.
Mektebimizin de tababet ta rihi gerçi tâ Selçuklular devrine kadar giderse de asıl gelişme, tıp öğretimi bu tarihte başlamıştır. Cemil paşaya bu başlangıcı sor dum.
— Efendim, dedi. H. Sultan Mahmut İstanbulda Mekteb-i Tıb- biye-i Askeriyeyi açmış, Avrupa- dan da muallimler getirtmişti ama o zaman her nedense bu mektepten diploma alanlardan Türk Cerrahı yetişmedi. Bu dev rede cerrahlık, daha doğrusu he kimlik AvrupalIların ve levanten dediğimiz tatlı su frenklerinin e- lindeydi. Doktor deyince akla si lindir şapkalı sivri sakallı ecne biler gelirdi. Bu hususu göz önü ne alan hükümet Mektebin ku ruluşundan kırk sene sonra Avru- paya Türk talebeleri göndererek hekim yetişmesine önayak oldu... Naim efendi, Osman efendi gibi Viyana ve Pariste tıp tahsil eden hekimler memlekete dönünce bil hassa Rus harbinde çok faydalı oldular. Bunlardan Dr. Hayret tin paşa bilhassa mektep içinde Göbektaşmda yaptığı ameliyat larla temayüz etmişti. Fakat Ba tın dimağ hattâ mafsal ameli yatlarına bile yanaşmaz, tehlikeli addederdi. Zaten ameliyathane yoktu. Tahta saplı aletlerle iş görür, tozu toprağı dökülen bir tahta barakada çalışırdık.
Mektebe başlarken böyle en dişeyle kabul edildiğim halde son raları hocalarım her hususta iti mat eder oldular. Hiç unutmam, bir gün, daha tıbbiyeden çıkma ma iki sene vardı, hocamız Zairos
Paşa rahatsız olmasına rağmen rica mızı reddetmedi. Yalnız : «üzerinize afiyet nezle geçiriyorum, onun için sizi bu kıyafetle kabul ettim, lütfen yazınızda bunu belirtin» diye de bir
şart koştu.
69 SENELİK TIBBİYELİ
Dr. CEMİL PAŞA
paşanın başında bulunduğu bir hastaya çağırdılar. H oca :
,— Gel Cemil efendi dedi. Yatakta karnı şişmiş bir has ta yatıyordu. Zavallı ikide bir ıstırabından :
— Aman beni kurtarın, diye feryat ediyordu. Muayene ettim. Karnında su toplandığını anladım.
— Sirozdur dedim, karaciğeri küçülmüş.
Meğerse hocanın beni bu has taya çağırmaktan bir maksadı var mış. Muavini Miralay Civan A - nanyan’a hastanın karnındaki su yu almasını söylemiş. O da :
— Beni mazur görün paşam, yüreğime dokunuyor deyince ho ca kızmış :
— Şu küçük Cemil efendi var ya, ameliyatı yapsın da sen de seyret, demiş.
Hoca bana dönerek : — Peki sen bu suyu alabilir mişim dedi.
Hemen :
— «Alırım !» ı yapıştırdım. Ameliyat bittikten sonra ho ca sırtımı okşayarak :
— Aferin oğlum, dedi. Hasta derin derin, doya doya nefes alıyordu. Birdenbire ha fifçe doğruldu. Şappadak elimi öp tü. Hocanın takdiri, babam ya şındaki adamın elimi öpmesi beni okadar sevindirmişti ki, artık ye rimde duramıyordum.
★
Mektep Nazırı Marko Paşa çok zeki bir zattı. Talebeyi çok himaye ederdi. Padişah ikide
bir-Sarayın bizden şüphelenmek te hakkı vardı. Jön Türklük hare keti bizde doğmuştu. Fakat Marko Paşa iki tarafı da mükemmel ida re ediyordu. Mektebi Tıbbiye- den diplomamı aldıktan sonra Kumbarahane askeri hastanesine tayin olundum. Orada başıma gelen bir vak’a eski tedavi usul lerinin sakat taraflarını anlama ma vesile oldu. Avrupada henüz tatbik mevkiine konan antisepsi usulünü ve modem cerrahiyi öğ renmek üzere Avrupaya gitmeye karar verdim. Bakınız bu elim vak’a ne idi ?
Tayin olunduğum hastaha- neye yatırılan bir nefer, kası ğındaki kocaman bir apseden kıv ranıp duruyordu. Apseyi hemen açmak icap ediyordu. Askeri has- tahanede olduğum için vak’ayı başhekime bildirerek apseyi aç mak için müsaade istedim. Ver diği cevap şu oldu.
— Zinhar oğlu m ! sen daha çok gençsin. Gördüğün apse ya vaş yavaş delinir. Bu gibi mühim işlerde acele etmemelidir. Ame liyat nahiyesi çok naziktir. Şir yanı kesebilirsin. Şimdilik yapı lacak şey büyükçe bir keten to humu lâpasından ibarettir.
Çaresiz sustum. Lâpa kondu, apse delindi ama, hasta da ertesi gün septisemiden gitti. Bu vak’a- nrn bana verdiği tarifsiz azabı u- nutamam.
Avrupaya gitmem de uzun bir mesele oldu. Sultan Hamit devri nin sıkılığı malûm. Neyse güç halle müsaade alabildim.
Cemil Topuzlu mesleğindeki başarısı kadar idareciliği, siyasiliğl ile de meşhur. Pariste Jön Türk teşkilâtını kuranlardan biri. Istanbulun lâf anlamaz esnafıyla
sözünü dinletinceye kadar çarpışmış ilk Şehremini.
de Tıbbiye Mektebinden şüphe lenirdi. Marko paşa hemen saraya koşar türlü şekilde lâflarla padi şahı ikna ederdi. Son derece ida reci adamdı. Herşeyi anlar gibi yapar, konuştuklarımızı iki saat bıkmadan usanmadan dinledikten
sonra : •
— Anladım oğlum., anladım, ama ne söylüyorsun ?, diyiverir- di. İşte halk arasında : «Derdini Marko Paşaya anlat» o zamandan kalmıştır.
Pariste «Sen Lui» hastahane- sinde meşhur cerrah Pean’m ya nında üç sene asistanlık ettim. Çok kıymetli bir hocaydı. Bundan seksen sene önce ameliyat olan hastaların hemen hemen hepsi kan kaybından ölürlerdi. Hocam bunu önliyecek birtakım aletler icat ederek bu vefiyatın önüne geçmişti. Sonra bu zamana ka dar antisepsi usulü bilinmediğin den açılan en küçük bir apse bile mikrop kaparak büyüyor iltihap
Operatör Cemil Paşa gençlik portresi önünde. Sultan Reşat kendisini daima ayak ta karşılar : «Sizi afiyette gördüm, memnun oldum, mahzuz oldum paşa hazret
leri» diye iltifat edermiş.
lanıyordu. Pansumanlar tiftik ve ya süngerle siliniyor, üzerine tif tik pamuk, iyodoform merhemi konuyordu.
Pansuman yapan doktor elini bile yıkamadan elindeki tahta saplı aletlerle bir hastadan di ğerine gidiyor, işini gördükten sonra da leğen, ibrikle arkasın da dolaşan hademenin döktüğü suyla ellerini yıkıyordu. Bu gün kü bilgi ve tecrübelerimize göre bu usulü tasavvur buyurun. Bu şeraitte hiç bir yaranın iyileşme mesi tabiidir.
Paşanın gözlerimin önüne ser diği bu korkunç levhayı daha faz la tafsile ihtiyaç bile yoktu.
İdrofil pamuğun ve temizli ğin tıpta açtığı çığırı memleke timize getiren, temelleştiren bu muhterem doktorun yalnız bu hiz meti bile onun şöhretini abideleş tirmeye yetmez mi ? Ben bunları düşünürken o vazifesini hakkıyla başarmış insanların kalp huzuru ve mütevazı edasıyla devam edi yordu.
— Paristen döndükten sonra saraya sık sık çağırılır sultanları, şehzadeleri tedavi ve ameliyat
ederdim. Her gidişimde Sultan Hamit beni huzura kabul eder, ni şan ve rütbelerle taltif ederdi. Bu fırsatı ganimet bilerek bende ona istediklerimi, eksiklerimizi anlatır ve her defasında da müs- bet netice alırdım.
Etfal Hastahanesi, Sirkecideki Mektebi Tıbbiyei Askeriye yerine Haydarpaşada şimdiki lise binası, Zeynep Kamil hastahanesi, Hay- darpaşadaki diğer binalar o za man yapıldı.
1909 da Tıp Fakültesini, Diş çi. Eczacı mekteplerini, Doğum evini kurdum. Tabii bunlar sa dece binalardan ibaret değildi. Asıl mesele modern tıbbın gayesine el verişli teçhizatı temin etmekti. Paristen otoklav ve etüv, lüzumlu madeni cerrahi aletlerim getirt tim. Ameliyathanelerin icap eden yerlerini çini kaplattım. Duvarla rı yağlı boya ile mümkün merte be boyattım. İşe başlamadan ev vel en az bir çeyrek saat ben ve yardımcılarım fırçayla, sabunla derilerimiz yüzülene kadar elleri mizi yıkıyorduk.
(Arkası 58. sahifede)
■rr & iU £ fc .
Dr. Cemil
(Başı U2. sahifede)
1905 senesinde Berline git tiğimde cerrahların lâstik eldiven ve bez maske taktıklarını gördüm. Dönüşte aynı şeyi, arkadaşlarımın sonu gelmiyen alaylarına rağmen tatbik ettim. Etüvden çıkmış ön lükler ve çizmeler giydim ve yar dımcılarıma da giydirdim. Ame liyathane duvarlarını sabunlu sularla sildiriyordum. Tabiî bu şekilde çalışınca netice mükem mel oluyordu.
İşte yetmiş sene önce Mektebi Tıbbiyenin onbeş yaşındaki «Küçük Cemil efendisi» istibdat devrinde Abdülhamidin «Münasiptir Paşa, pekâlâ Paşa» şeklinde cevaplan dırdığı saray cerrahı, meşrutiyetin ele avuca sığmaz Jön Türkü !
Taha Toros Arşivi