• Sonuç bulunamadı

Acıyı Dizelere Dökmek: Servet-i Fünun Dönemi Şiirlerinde Acı Çeken Beden

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Acıyı Dizelere Dökmek: Servet-i Fünun Dönemi Şiirlerinde Acı Çeken Beden"

Copied!
26
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Emel Aydın Özer

* TURNING PAIN INTO VERSES:

THE SUFFERING BODY IN SERVET-I FÜNUN POETRY

“Bütün şiirlerimin ruhu bir tekeddürdür” Tevfik Fikret ÖZ: Bu çalışmada Servet-i Fünun dönemi şiirlerinde acının hangi kaynaklarının şairler tarafından ele alındığını, bunların bedende nasıl değişikliklere yol açtığını ve şairlerin bunu şiirlerine nasıl yansıttığını inceledik. Bu dönemde şiir kaleme almış her şairi incelemek yerine döneme etki derecesine göre popüler olan birkaç şairi belirledik. Onlardan elde ettiğimiz verilerle genellemeye gitmeye çalıştık. Acının kaynaklarını tespit ettik, gruplara ayırdık, en çok işlenenden aza doğru sıraladık ve aynı grupta yer alan tüm şiirleri tek tek ele almak yerine temsilî bir iki örneğe yer verdik. Fakat değerlendirmelerimizi yaparken hepsini göz önünde bulundurduk. Genel bir sonuç olarak söylemek gerekirse bu dönemde çoğunlukla bireysel kö-kenli acılar bedeni tahrip eder. Bu dönemde acının kaynağı çoğunlukla hastalıktır. Hatta acının en çok işlenen ikinci kaynağı olan aşk bile çoğunlukla bir hastalık gibi anlatılır. Hastalıkların şiirlere bu derecede yoğun girmesinde Batı şiirinden gelen değişimin etkisi görülür. Bu değişim özellikle hasta bedene bakışı etkiler. Çünkü normalde acıma ya da iğrenme duygusuyla yaklaşılan hasta beden, bu dönemde ölüme yakınlığı dolayısıyla ayrı bir güzelliğe sahip olarak tasvir edilir. Bu solgunluk ve güçsüzlük bedene ayrı, ruhani bir güzellik katar.

Anahtar Kelimeler: Servet-i Fünun, şiir, beden, acı.

Yeni Türk Edebiyatı, Sayı 20, Ekim 2019, s. 183-207.

* Öğr. Gör., Dr. Ege Üniversitesi, Türk Dili Bölümü, (emel.aydin.ozer@ege.edu.tr). Yazı Geliş Tarihi:

(2)

ABSTRACT: In this study, we examined which sources of pain were taken up by poets in Servet-i Fünun Period poetry, how these changes led to changes in the body and how poets reflected this in their poems. In this period, instead of examining every poet who wrote poetry, we identified a few poets who were po-pular according to their degree of influence. We tried to draw the general profile of the period with the data we obtained from them. We identified the sources of pain, divided them into groups, ordered them from less to the most preferred, and included two representative examples instead of addressing all the poems in the same group one by one. But we have taken all of them into consideration when making our evaluations. As a general conclusion, in this period, the pain of individual origin mostly destroys the body. In this period, the source of pain is mostly disease. Even love, which is the second most common source of pain, is often described as an illness. Diseases in the poetry to enter this degree is influenced by the change from Western poetry. This change in particular affects the way the patient looks at the body. Because the sick body, which is normally approached with pity or disgust, is described as having a distinct beauty due to its proximity to death in this period. This pale skin and weakness adds a separate, spiritual beauty to the body.

Keywords: Servet-i Fünun, poetry, body, pain.

...

Servet-i Fünun döneminde hem içinde bulunulan bunalımlı dönemin etkisinin hem de şairlerin yaşamlarındaki hüzünlü tecrübelerinin ve sahip oldukları karakterin etkisinin onların acıya olan eğilimini arttırdığını görürüz. Kaplan’a göre; Batılı roman-tiklerden alınan karanlık his ve düşünceler Abdülhak Hamit vasıtasıyla başta Tevfik Fikret olmak üzere tüm Servet-i Fünun dönemi şairlerine aktarılır. Veremliler, hasta çocuklar, fakirler, aşk ıstırabı ile inleyenler, çeşitli sorumluluk ve zorunluluklar altında ezilen insanların çektikleri acılar daha Ara Nesil şiirinde görülür.1 Yani acı çeken bedeni anlatacak Servet-i Fünun dönemi şiirleri için altyapı daha bu dönemde hazırlanmıştır. İçinde yaşanılan yüzyılı baştanbaşa dolduran, her ferdi gerek manen gerek maddeten sarsan, hastalık fikri eserlere mübalağa dozu daha yüksek bir hâlde yansır.

“Servet-i Fünuncuların hassasiyet tarzının hâkim karakteri bir nevi marazdır. Kendileri bunun farkındadırlar; bile bile, adeta seve seve bu marazı tasvire ve teşrihe çalışırlar”.2 Kaplan’ın yaptığı bu tespit, acı çeken bedenin anlatıldığı bu bölümde

Servet-i Fünun dönemi şairlerinin önemini daha da arttırır. Çünkü onların “melal”ini anlamadan onlara “aşina” olmak, onların şiirlerini anlamak mümkün değildir. 1 Kaplan, Tevfik Fikret ve Şiiri, İstanbul, s. 7-25.

(3)

Bu dönem şairlerinden Tevfik Fikret’in kederi öylesine derindir ki “Tefekkür” (1901) adlı şiirinde “Bütün şiirlerimin ruhu bir tekeddürdür” der.3 Acı, adeta onun hayatının rehberidir. Şairin yaşadığı buhranların ona özgü değil, devirle alakalı bir problem olduğunu söylemek mümkündür. Doğu ve Batı medeniyetleri arasında sıkı-şıp kalan birçok entelektüel, bu gibi buhranları yaşar. Bu tesirin Tevfik Fikret’te fazla olması belki de onun inanç zayıflığı, mizacı ve içine düştüğü karamsarlıkla ilgilidir. Hayata bu kadar karamsar yaklaşma, gerçeklerden kaçmaya çalışma, hüzünden zevk alma, hayata uyum sağlayamama, gelecekten umudunu yitirme, şairin insanlara ve dolayısıyla bedene bakışını da etkiler. Onun içinde bulunduğu psikolojik durumun yansımaları, yarattığı imgeler üzerinden takip edilebilir. Çekilen acı, şiirlerdeki beden algısına da yansır. İçinde bulunulan bu hastalıklı psikoloji zamanla sadece zihni değil, bedeni de hasta eder. Ayrıca bu hastalıklı zihin, diğer bedenleri de farklı algılar.

Bu dönem şiirlerinde bedenin çektiği acının birkaç farklı kaynağı vardır.4 Çoğun-lukla acı, hastalık kaynaklıdır. Batı şiirinin etkisiyle bu hastalığın ismi de netlik kaza-nır. Hastalığın adı, genellikle veremdir. Acının bir diğer kaynağının da aşk olduğunu görürüz. Divan şiirinin âşık tipi, burada da aşk dolayısıyla çektiği acılarla karşımıza çıkar. Buradaki tasvirler genellikle aynıdır. Buna bir de aşk acısının, hastalıklardan kaynaklı olarak çekilen acılarla karıştığı tasvirler eklenir. Yani bazen çekilen acının kaynağı aşk mıdır, hastalık mıdır ayırt etmek zorlaşır. Bu dönemin bedenleri genelde umutsuzluk, üzüntü ve kaygı kaynaklı duygusal durumlar dolayısıyla zayıf düşer. Bu da acının bir diğer sebebidir. Bedenin çektiği acı bazen, dolaylı olarak başka nesne ya da varlıklara yansıtılarak da anlatılır. Ayrıca kötü yola düşen bedenlerin çektiği sıkıntılara da şiirlerde yer verilir. Savaşta yaralanıp ölme yani şehit olma vb. de acının çeşitli kaynaklarına verilebilecek örneklerdendir. Seçtiğimiz şairlerin şiirlerinde son olarak verdiğimiz iki örnek pek fazla görülmez fakat acının kaynaklarının çeşitliliğini göstermek adına bunlara da değinmenin faydalı olacağı kanaatindeyiz. Toplumsal ko-nulu birkaç şiirde de geçim sıkıntısı, acının kaynağı olarak anlatılır. Ayrıca toplumun içinde bulunduğu durumun kötülüğünü ifade eden bir şiirde de insanların çektiği çeşitli sıkıntılar üzerinden toplumsal eleştiriler yapıldığını görürüz.

Hastalık kaynaklı çekilen acının bedene yansımalarını anlatan şiirlere ilk örneği Tevfik Fikret’ten vereceğiz. Şair, “Hasta Çocuk” (1894) adlı şiirinde, humma hasta-lığına yakalanmış bir çocuktan ve onun hastalığı yüzünden perişan olmuş, gecelerce uyumamış acılı, dul bir anneden bahseder.5 Bu şiirde acı çeken iki beden vardır. Biri 3 Tevfik Fikret, Rübâb-ı Şikeste, s. 69.

4 Ayrıntılı bilgi için bakınız: Aydın Özer, Emel, Yeni Türk Şiirinde Beden Algısı (Tanzimat’tan Cumhuriyet’e)

(Yayımlanmamış Doktora Tezi), (Danışman: Prof. Dr. Fazıl Gökçek), Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir, 2019.

(4)

hasta olan çocuktur; diğeri ise onun annesidir. Çocuğun bedenindeki acının sebebi hastalıktır. Annenin bedeni ise hem gecelerce uykusuz kalarak çocuğunun başında beklemesi hem de çocuğunun hasta olmasına üzülmesi ve onu kaybetmekten korkması gibi sebeplerle acı çekmektedir. Annenin sıkıntılı hâli beden tasvirlerinden anlaşılır. Gecelerce uykusuz kalan, oğlunun vaziyetini gördükçe sürekli ağlayan bu kadının yüzü soluktur. Gözleri ağlamaklıdır. Hasta çocuk ise sekiz gündür yataktan kalkama-maktadır. Nöbetler geçirmektedir. Vücudu ateşler içindedir. Nabız yüksektir. Hararet düşürülememektedir. Başta elleri olmak üzere tüm bedeni sararmıştır. Baş ağrısı nede-niyle ağlamakta, yüksek ateş nedenede-niyle sayıklamaktadır. Sayıkladığı kelimeler, ölüm ve toprakla bağlantılı düşünceleri çağrıştırır. Hastanın boğuk sesi “mezar iniltisi”ne benzemektedir. Bir hastalığı bu kadar detaylı bir şekilde tasvir etme ihtiyacı nereden doğmuş olabilir? Burada Batı şiirinin etkisi olduğunu söylemek mümkündür. Bu algının oluşumunu Umberto Eco şöyle açıklar: Eco, hastalığın insanı çirkinleştirdiğini fakat sararan bedenin ve yüksek ateşin insana ruhani bir görünüm verip ona farklı bir güzellik kattığını ifade eder. Bakıştaki bu değişim Batı’da 19. yüzyıldan itibaren, Dekadanlık’ın etkisiyle başlar. Hastalığın yarattığı fiziksel bozulma, bedende meydana gelen hasarların hepsi bu dönem eserlerinde yüceltilerek anlatılır. Bu bozulmalar ayrıntılı tasvirlerle verilir. Hastanın yeni ve farklı bir güzelliğe sahip olduğu vurgusu yapılır. Bu dönemde mücadele edilen birçok ateşli hastalık, sanatçıların bedene bakışında da bir değişmeye sebep olmuştur. Fiziksel güzellik bozuldukça ruhani güzelliğin arttığı düşünülmektedir.6 Bu değişimin, Batı edebiyatını takip eden Tevfik Fikret’in şiirlerinde de görüldüğünü söylemek mümkündür. Tevfik Fikret, hastalığın tüm belirtilerini (ateş, renk değişimi, güçten düşen vücut...) detaylıca anlatır. Bedenin değişimini tasvir eder. Bu tasvir öylesine detaylıdır ki hastalığın ne olduğuna dair fikir yürütmek bile mümkündür.

“Zavallı Hasta” (1896) adlı şiirde Tevfik Fikret, uzun süredir hasta olan, iyileş-meyi ümit eden bir bireyi konu alır.7 Beden, hastalık kaynaklı bu acıyı uzun süredir çeker. Titreyen bedeninden “kopup düşen zerrât”, hastanın durumunun pek de iç açıcı olmadığının, sonunun yaklaştığının işaretidir. Hasta, yatağında acı içinde kıvranırken hayalle gerçek arasında gidip gelir. Gerçekler acıdır; hastalığı her geçen gün kötü-ye gitmektedir. Hayaller tatlıdır; bir gün gelecek ve iyileşecektir. Hasta, umudunu kaybetmez. Bu hayaller sayesinde ölümden ölümsüzlük umabilmektedir. Hastanın hastalığının ne olduğu tam olarak belli değildir. Şair, bu konuda herhangi bir tahmin yürütebileceğimiz kadar ayrıntılı beden tasvirlerine yer vermez. Daha ziyade hastalık dolayısıyla çekilen acının bedene yansıması ve hastalığın kişiye hissettirdikleri üzerinde durur. Çektiği acı, hastayı farklı bir psikolojik hâle sokar.

6 Eco, Çirkinliğin Tarihi, s. 302. 7 Tevfik Fikret, age., s. 103.

(5)

Sürekli yinelenen korku ve dehşet son derece uç bir duruma götürür ve bu durumdaki bir birey hayal dünyası kurar kendine; bu dünya acıyı bedenden alır ve sıkıntıları aşması için, dünyaya bir anlam ve kendisine yakın, dostluk dolu bir yüz verebilmesi için bir düş yolu sunar ona.8

Bedenindeki acıya direnen hasta, kendine bir “karşı-dünya” kurar. Burada kendini koruma altına alır, sağaltır. Böylece kimliğinin en güçlü yanını kurtarır. Acı bir yan-dan bedene zarar verirken bir yanyan-dan kişiyi güçlendirir. Beden kendine adeta acıyan-dan bir kabuk oluşturur ve çektiği acının ona daha fazla zarar vermesine müsaade etmez. Çünkü gerçekler onun için “zehir”dir. Daha fazla zehirlenmemek için hastanın bedenini ondan uzak tutması gerekir.

“İktirab” (1895) şiirinde Tevfik Fikret, sebebi belli olmayan bir kederden bahseder. Bu öylesine etkili bir kederdir ki hastalıktan, ölümden bile beterdir.9 Ölümden beterdir çünkü ölünce hem ruhun hem bedenin acıları son bulacaktır fakat bu keder, bu sıkıntı onu öldürmemekte, süründürmektedir. Ruhun içinde bulunduğu buhran, bedeni de olumsuz etkiler. Bedenin bütün algı mekanizmaları bu acıyı içselleştirmiştir ve onu merkeze alarak çalışmaktadır. Kargaların sesleri kulağa ağlayış gibi gelir. Ruhun acısı bedeni de zayıf düşürmüş, harap etmiştir. Gökyüzüne bakan göz, ışıl ışıl yıldızlarda bile mezar karanlığı arar. Bulutlardan bile toprak kokusu gelir. Ciğerler bitkindir. Beden, bu işkenceye daha fazla dayanamaz gibi durmakta, ölümü bir kurtuluş olarak görmekte ve arzulamaktadır. Ciğerlerin bitkin olması, acı çeken bedenin sonunun verem hastalığına yakalanmak olacağını düşündürmektedir. Şairin özellikle ciğerleri seçmesi ve onlar-dan bahsetmesi dönemin “popüler” hastalığı vereme gönderme yapmak istemesiyle açıklanabilir. Çünkü oluşturulan yanlış bir algıya göre verem, ince ruhlu insanların hastalığıdır. Şiirdeki özne adeta ölüm şeklini seçer. İstediği ölüm, veremden olmalıdır.

Tevfik Fikret, acıyı öylesine içselleştirmiştir ki, bu bakış onun, “Perde-i Teselli” (1900) adlı şiirde anlattığı kör dilenciye bile özenmesine sebep olur.10 Ölüme razı olmadığı için seksen yaşına kadar yaşamış, hayata tutunmayı başarmış bir dilenciden bahsedilir. Saçlarına üzüntü akları düşmüştür. Onun dikkat çeken özelliği, gözlerinin kör olmasıdır. Tevfik Fikret, onun körlüğünü, karanlığın görünüşlerinin toplanması olarak yorumlar. Göz, dünyadaki kötülükleri gördükçe ruh kirlenir, bu karanlık onun ışığını bir perde gibi keser. Bu nedenle aslında bu dünyayı görmektense görmemek daha iyidir. Çünkü görmek, tüm bu kötülüklere şahit olmak ve onlarla kirlenmektir. Dünyanın gerçekliklerine karşı acı dolu tecrübeleri olan şair, çareyi acıdan kaçmakta bulur. Bedeninin tepkisini de gözün görme işlevini yitirmesiyle göstermesini ister.

Hastalık kaynaklı çekilen acılara vereceğimiz bir diğer örnek de Cenap Şahabettin’e aittir. “İnkisâr-ı Bâzîçe” (1896) adlı bu şiirde acı çeken bir kızın bedeni şöyle anlatılır:

8 Breton, Acının Antropolojisi, s. 189. 9 Tevfik Fikret, age., s. 268-269. 10 Age., s. 141.

(6)

Yatağa düştü bu illetle kızcağız; encâm: O mübtelâsına rahmetmeyen maraz, etti Onun güzel başını ferş-i bister-i âlâm! İhâta etmiş iken bir harâbe-i şeb-reng Küçük, güzel bir oyuncak gibi olan dilini Lebinde vardı yine bir tebessüm ü âheng! Guruba yaklaşan eyyâm-ı nevbahâr gibi O neş’eli sarışın kızcağız sararmış iken Tebessümâta yine iltifât ederdi lebi!11

Beş bölümden oluşan bu şiirin, bizi daha çok ilgilendiren dördüncü bölümünün bir kısmını buraya aktardık. Şiirde hayat dolu, küçük bir kız çocuğunun on altı ya-şına gelince âşık olması, aşk acısıyla hastalanıp yatağa düşmesi ve sonunda ölmesi anlatılır. Şiirin ilk bölümünde bu küçük kızın ne kadar neşeli olduğundan bahsedilir. Özellikle bu küçük kızın dili, dudakları sürekli hareket hâlindedir. İkinci bölümde on altı yaşına bastığında bu kızda meydana gelen değişimler anlatılır. Bu yaşta onun neşesi gider. Çünkü âşık olmak ister. Bu kızın dili ve dudakları da başka bir hâl alır. Farklı bir heyecan içerisindedir, gülüşü bile değişir. Aşk, onun uykularını da böler hatta geç kız uykusuz geceler geçirmeye başlar, hayaller kurar. Üçüncü bölümde kızın bu hissî dalgalanmalarının zamanla ona zarar vermeye başladığından bahsedilir. Aşk acısı çeken bu kızın o küçük, sevimli dili, dudakları, gözleri zamanla değişir. Kızın yaşam enerjisi düşer, gözlerinin ışığı yok olur, kız sararıp solar. Dördüncü bölüm, kızın hastalığının netlik kazandığı bölümdür. Kız, sonunda yatağa düşer. Onun güzel başına sonbahar gölgeleri düşer. Büyük sıkıntılar içindedir. Dudaklarında acı bir tebessüm görülür, dili ise karanlık bir harabeye dönmüştür. Kızın ten rengi de değişir. Zamanla sararıp solar. Yüzünde yorgun bir ifade vardır. Ne yazık ki sonunda bu genç kız hayata gözlerini yumar. Şairin ismini vermemesine rağmen verem olduğunu tahmin ettiğimiz bu hastalığın beden üzerinde yarattığı değişim bu şiirde daha detaylı anlatılır.

Bu dönem şairleri, şiirlerinde ele aldıkları hasta genç kızları, onlara acımak için değil, onların güzelliklerini göstermek için anlatırlar. Batı’nın etkisiyle şiirlerde güzellik algısının başkalaşıma uğradığını görürüz. Bu dönemden önceki dönemlerde yazılmış şiirlerde kalıplaşmış bir güzellik algısı vardır. Bu algıda güzelin sağlıklı ol-duğunu görürüz. Yani hastalık, “çirkinlik” olarak değerlendirilirdi ve hasta insanlara, estetik bakış açısıyla yazılmış şiirlerde yer verilmezdi. Genellikle yoksul insanlara dikkat çekilecek, toplumsal eleştiri yapılacaksa, çeşitli hastalıklardan ölen insanların ardından yas tutulacaksa hasta bedenden bahsedilir ve bu durumda da bedenle ilgili detaylı tasvirlere girilmezdi. Hatta böyle bir tasvir yapılsa bile, şairin şiirde o hastaya

(7)

acıdığı sezilirdi. Bu şiirde de şair, hasta düşen genç kıza üzülür fakat onun bedenini “güzel” olarak tasvir eder. Hastalığın bu genç kızın bedeninde meydana getirdiği değişimler, onda bambaşka bir güzellik yaratır. Şair, böyle hasta genç kızları güzel bulur. Bu, bambaşka bir güzelliktir. Ölmek üzere olan bir bedenin ruhani güzelliğidir. Ele alacağımız diğer şiirin adı, “Hasta”dır (1916). Cenap Şahabettin, hastalığın bedende yarattığı değişimleri şöyle anlatır:

Her yere bezl-i ömr ederken yaz Sende reng-i hayat azalmıştı; Hüsnünün yâdigâr-ı şi’ri biraz Yalınız saçlarında kalmıştı. Saçların bir gurûb eden kamerin Solgun envâr-ı mevce-dârıydı; Bir remâd-ı nazardı her nazarın, Gözünün sanki sonbaharıydı.12

Şair, bu şiirinde hasta bir kadının bedenindeki değişimi tasvir eder. Bu değişim detaylıca anlatılır. Hastanın teni solgundur. Hasta, suskun ve mutsuzdur. Hastalık, saçları da değiştirir. Saçlar da canlılığını yitirir yani onların da hayat ışığı söner. O dalga dalga olan ışıklı saçlar solar. Bu hasta kadının gözlerinde gençliğin ateşi, can-lılığı, ışığı söner. Gözleri adeta gençliğin külüne benzer. Gözü, sonbahar gibi solar. İlacı olmayan bu illet, kadını her geçen gün çökertmeye devam eder. Yaz mevsimi bile herkesin ömrüne ömür katarken onun yüzünde hayat ışığının daha da azaldığını net olarak gösterir. Yaşam enerjisi denen o ışık, az da olsa, onun sadece saçlarında kalır. Algıdaki bu değişim, daha önce de bahsettiğimiz gibi, hastalığın bedendeki değişiminin “güzel” olarak algılanmasından kaynaklanır. Çünkü aslında bu belirtiler, hastalığın ilerlediğine işaret olan, kaygı verici görüntüler içerir. Şair, bu hasta kadının naif güzelliğini detaylıca anlatır. Acı çeken bu beden, kutsal bir güzelliğe sahiptir. Dolayısıyla acı, güzellikle harmanlanır. Şair, gözlerinin önünde solup giden bu hasta kadına üzülürken bir yandan ondaki hüzünlü güzelliğe hayran kalır. Bedenin bu hâlini detaylıca tasvir etmekten çekinmez.

Acının kaynaklarından biri olan hastalığın bedene yansımaları şiirlerde anlatılırken genellikle ten rengindeki değişim ile eller, yüz, gözler ve saçlar üzerinde durulur. Hep-sinde yaşam enerjisinin sönmeye başladığı, renklerin solduğu dikkati çeker. Tasvirler bir tablo gibi canlıdır. Her uzuv çoğunlukla detaylıca anlatılır. Bu anlatımda genellikle acıma ya da iğrenme görülmez. Bu acı, bedene hüzünlü bir güzellik olarak yansır. Hastalığın bedende yarattığı değişim, şairane tasvirlerle detaylıca anlatılır. Bedenin bu hâli şair tarafından hayranlıkla karşılanır, güzel bulunur.

(8)

İnsanın tüm hayatını etkileyen, geri dönüşü olmayan, insana acı veren başka ra-hatsızlıklara da bu dönem şiirlerinde rastlarız. Ali Ekrem, “Beethoven” (1900) şiirinde, sağır olan ünlü sanatçıya değinir. Sanatkâr, sonradan sağır olur ve bu durum onu çok üzer. Şair, onun üzüntüsünü şu dizelerle dile getirir:

Yazdı bir şanlı eser, bir mütevâlî feryâd Bunu dinletmek için sahne-i sanatta o gün Korkarak geldi fakat çehresi hem-reng-i mezar, Nesi var? Elleri titrek, gözü sönmüş... Nâçâr Başladı, çalgıya birkaç işaret verdi... Gitmiyor, anlamıyorlar... Bu büyük sanatkâr Bilmiyorlar yaptığını; kudreti aciz! Ne için? Cism-i ma’lûlüne gelmişti o dem ruhu ağır... Nazar-gâhında ufûl etti hayâl-i ebedi! Değneği attı elinden gidiyor... Müstağrak, Gidiyor revnâk-ı mazisine kan ağlayarak; Çünkü: Sağır!13

Ali Ekrem’in, Beethoven’in üzüntüsünü canlı tasvirlerle anlattığını fark ederiz. Sanatçı ne yazık ki sağır olmuştur. Bedendeki bu aksaklığın sanatçının tüm hayatını, özellikle de sanatsal yaşamını olumsuz etkilemesi söz konusudur. Sanatçı bu nedenle hem çok üzgün hem de çok kaygılıdır. Çekilen acı yine yüzün renginin solmasına se-bep olmuştur. Bu öylesine soluk bir renktir ki şair bu yüzün mezar taşıyla aynı renkte olduğunu söyleyerek durumun vahametini ifade eder. Eller titremektedir ve gözlerin ışığı sönmüştür. Bunlar, bedeninde meydana gelen bu değişim dolayısıyla çektiği acıyı kaldırmakta zorlanan bir insanla karşı karşıya olduğumuzun işaretçisidir.

Acının bir diğer kaynağı da aşktır. Bu, bizim kültürümüzde oldukça eski bir kay-naktır. Divan şiirinde âşığın acısının temel kaynağı aşktır. Yani aşk, onda karşılığını “acı” olarak bulur. Bu acı zamanla bedene yansır. Bedeni güçsüz ve sağlıksız bir hâle dönüştürür. Birçok hastalığa sebep olur. Servet-i Fünun döneminde de görülen bu acı kaynağının bedende yarattığı değişimleri göstereceğimiz ilk şiir, Cenap Şahabettin’e aittir. Şairin, hem hastalık hem de aşk olmak üzere iki farklı acı kaynağı olduğu için hastalıkla ilgili bölümde de ele aldığımız “İnkisâr-ı Bâzîçe” (1896) adlı şiirinde beden, hastalık kadar aşk yüzünden de zayıf düşmüştür.14 Beş bölümden oluşan bu şiirde hayat dolu, küçük bir kız çocuğunun on altı yaşına gelince âşık olması ve aşk acısıyla hastalanıp yatağa düşmesi ve sonunda ölmesi anlatılır. Şiirin ikinci bölümünde on altı yaşına bastığında bu kızda meydana gelen değişimler anlatılır. Bu yaşta onun neşesi gider çünkü o, âşık olmak ister. Kızın dili ve dudakları da başka bir hâl alır. Farklı bir

13 (Bolayır), Zılâl-i İlham, s. 251. 14 Cenap Şahabettin, age., s. 99-100.

(9)

heyecan içerisindedir, gülüşü bile değişir. Aşk, onun uykularını da böler hatta genç kız, uykusuz geceler geçirmeye başlar, hayaller kurar. Üçüncü bölümde kızın bu hissî dalgalanmalarının zamanla ona zarar vermeye başladığından söz edilir. Aşk acısı çeken bu kızın o küçük, sevimli dili, dudakları, gözleri zamanla değişir. Kızın yaşam enerjisi söner, gözlerinin ışığı yok olur, kız sararıp solar. Dördüncü bölümde, kızın hastalığı netlik kazanır. Kız, sonunda yatağa düşer. Onun güzel başına sonbahar gölgeleri düşer, büyük sıkıntılar içindedir. Dudaklarında acı bir tebessüm görülür, dili ise karanlık bir harabeye dönmüştür. Kızın ten rengi de değişir. Zamanla sararıp solar. Yüzü, bedenin güçsüzlüğünü yansıtır. Yorgun bir ifadesi vardır. Ne yazık ki sonunda bu genç kız hayata gözlerini yumar. İsmi verilmemekle birlikte verem olduğunu tahmin ettiğimiz bu hastalığın beden üzerinde yarattığı değişim bu şiirde biraz daha detaylı anlatılır. Burada aşırı duygusal ve içine kapanık bir genç kızdan bahsedilir. Böyle bir kızın âşık olması onun için büyük bir tehlike olmuştur çünkü bu kız, derdini içine atar ve fazla duygusaldır, karamsardır, güçsüzdür. Bu nedenle aşkın verdiği acılarla başa çıkamaz. Sonunda bu hastalıklı düşünceler bedeni de etkiler ve kızın bedeni zayıf düşer. İçine kapanık, aşırı duygusal genç kızların böyle bir aşka tutulması ve bunun sonucunda hasta olması hatta bu hastalık dolayısıyla ölmesi gibi konular Batı şiirinin etkisiyle şiirimize girmiştir. Şairler, şiirlerinde ele aldıkları genellikle aşk acısı dolayısıyla hasta olan genç kızları, onlara acımak için değil, onların güzelliklerini göstermek için anlatırlar. Aşk dolayısıyla yakalanılan hastalık ve bu etkenlerin genç kızın bedeninde meydana getirdiği değişimler onda bambaşka bir güzellik yaratır. Şair, böyle hasta genç kızları da güzel bulur, acının değiştirdiği bu bedenlere duyduğu hayranlığı açıkça dile getirir. Bu, romantizmin etkisiyle dile getirilen, bambaşka bir güzelliktir. Aşktan ölmek üzere olan bir bedenin ilahi güzelliğidir.

“Nekâhet-i Kalbiyye” (1898) adlı şiirinde de Cenap Şahabettin, aşk dolayısıyla çekilen acıyı anlatır. Şiirde geçen şu dörtlükte şair, aşkla acı arasındaki ilişkiyi sorgular:

Maraz-ı dil midir aceb sevmek, Yoksa ben şimdi mi alil oldum? Derd-i aşkından iftirâk ederek Ne için bilmem an-be-an soldum?15

Bu şiirde şairin, aşk acısına farklı bir tanım getirdiğini görürüz. Şair, ilk dörtlükte, sevgiliye duyduğu hastalıklı aşktan kurtulduğu için kendini sağlıklı hissettiğini söyler. İkinci dörtlükte ise sevmenin, gönlün bir marazı olup olmadığını sorgular. Yani şimdi aşkın derdinden kurtularak hasta mı olmuştur? Neden aşksız geçen her dakika sararıp solmuştur? Şair sonunda onun kurtuluş dediğinin bir nekahet dönemi olduğuna kanaat getirir. Yani o, aşk acısını tekrar çekmeyi, o yaranın kalbinde bir kez daha açılmasını ister. Burada acı çeken bedenle ilgili pek fazla tasvir yapılmaz fakat şairin aşk acısını

(10)

bedene zarar veren bir hastalık olarak nitelemesi önemlidir. Aşk, gerçekten de şairin bedenine zarar vermiştir. En büyük hasar da kalptedir.

Ali Ekrem’in 1900’de kaleme aldığı “Son Buse” ve “İki Dost” şiirleri de acı çeken bedenleri anlatan iki örnektir. İlk şiirde, “Dökülür gonce-i bi-tâb-ı feminden nâçâr” dizesi, ayrılık acısının bedende yarattığı değişimi yansıtır.16 Burada, çektiği acı dola-yısıyla ağlamakta olan bir beden anlatılır. Dudaklar yine “gonca” benzetmesiyle yâd edilir fakat bu kez bu goncanın ışığı sönmüş, tazeliği gitmiştir. Şiirlerde çoğunlukla ışığıyla methedilen ya da ışığının sönmüş olmasıyla kaygı uyandıran organ, gözdür. Burada ise ışığı sönmüş dudaklardan bahsedilir. Acı çeken kişi, çektiği acıya tepki olarak, konuşmak yerine ağlamayı seçmiştir. Çünkü acının tarifi yapılamamaktadır. Beden de dil dışında farklı yollarla bir nebze olsun onu anlatmaya çalışır. “Acı, dilin radikal başarısızlığıdır” diyen Breton, bedenin o sırada neler yaşadığını, devamında sıraladığı şu cümlelerle tarif etmeye çalışır:

Bedeni, kendi içindeki halesinde özümser ya da içine çöreklenmiş yırtıcı bir hayvan gibi kemirir ama işkence eden bu mahremiyeti adlandırmaya olanak tanımaz. İfade edilemez, en gözü pek kâşiflerin somut bir coğrafyasını çizebilecekleri bir kıta değildir. Bıçağı altında, yaşamın birliğinin paramparça olması dilin de parçalanmasına yol açar. Çığlıklar, sızlan-malar, inlemeler, ağlamalar ya da sessizlik yani sözün ve düşüncenin yetersizlikleri...; acı sesi kısar ve tanınmaz hâle getirir. Yüze acılı ve kırışmış bir hava verir. Karakteristik ve sosyal açıdan tanınması mümkün olmayan mimikler, kırışma... Bunlar acıların şiddetinin ve dünyaya kapanmanın gelgitleridir. (...) Acı hiçbir şeyin ulaşamayacağı bir dünya içine dalmış olduğundan bir mesafe yaratır. Öteki gibi acı çekmek mesafeyi yok etmek ve bir kader birliği yapmak için yeterli değildir çünkü acı insanı yalnızlaştırır ve özelleşmiş kişiliğinin sınırları içinde tutar.17

Bu alıntı gösterir ki, bedenin verdiği bu ufak tepki (ağlama) içeride kopan fırtı-naların küçük bir görünümüdür. Çünkü kelimeler bedenin çektiği böylesine yoğun bir acıyı anlatmada yetersiz kalır.

“Elvah-ı Tabiatten” serisinin 16. şiiri olan “İki Dost” (1900) da acı çeken bir be-deni konu edinir. Bu kez, birbirinden ayrılan iki dosttan yani bir kuzu ve bir çocuktan bahsedilir. Bu çocuğun çektiği acı da bedenine şöyle yansır:

Çocuğun rengi uçuk, gözleri fersiz, baygın Yaslanıp bir ağacın altına yorgun argın (...)

Gözünden dökülen lem’a-i h’ab-ı bî-ferdir.18

16 (Bolayır), Zılâl-i İlham, s. 163. 17 Breton, age., s. 34.

(11)

Şair burada da ten rengine ve gözlere yoğunlaşarak bu çocuğun çektiği acıyı tarif etmeye çalışır. Beden, tüm yaşam enerjisini kaybetmiş, ağlamaktan yorgun düşmüştür. Bu yorgunluk, gözlerin baygın bakışından da anlaşılır. Divan şiirinin âşığına baygın bakışlar atan sevgilisinin aksine burada, aynı tasvir, farklı bir işlev için yapılır. Gözlerin rengi gitmiştir, ışığı sönmüştür. Bireyin çektiği acı, bedeni harap eder. Breton, “acıyla mahrem ilişki, acının bireyi etkilediği anda içerdiği anlama bağlıdır”, der.19 Dünyada çekilen birçok büyük acıyı düşünecek olursak bu, onlara göre daha hafif bir acı çekme sebebi olarak görülebilir. Fakat buradaki birey oldukça duygusaldır ve bireyin hassasiyet düzeyi yüksektir. Bu nedenle bu çocuk, acının bedenini bu derecede harap etmesine müsaade eder. İçinde bulunduğu duruma yüklediği anlam, acının şiddetini arttırır ve çocuk, bu acının onun bedenini bu derecede yıkıma uğratmasına göz yumar. Görülen odur ki bu dönem, küçük hassasiyetlerin bedene büyük acılar çektirdiği bir dönemdir.

Hastalık ve aşk dışında bedenin acı çekmesine sebep olan üzüntü, kaygı, yoksulluk gibi unsurlar da şiirlerde dikkatimizi çeker. Bunlar da bedeni olumsuz yönde etkileyen acı kaynaklarıdır. Ele alacağımız ilk örnek olan “Küfeci Çocuk”ta (1895) Ali Ekrem, geçim kaygısı dolayısıyla yük taşıyıcılığı yapan bir çocuğu anlatır. Bu, çocuğun yaşına göre oldukça ağır bir iştir. Çocuk mutsuzdur, yorgundur. Hayat ışığı sönmüştür. Çocuk hem psikolojik hem de fizyolojik olarak acılar içerisindedir. Psikolojik olarak kendini güçsüz hisseder, mutsuzdur, umutsuzdur. Bunlar onun bedeninde zayıflık, yorgunluk gibi gözle görülür değişikliklere sebep olur. Şair, çocuktaki bu değişimi detaylıca anlatır. Çocuğun boyu iki büklüm durmaktan kırılmış gibidir. Vücudu incedir ve kemikleri yok denecek kadar zayıf düşmüştür. Gözlerinin ışığı yorgunluktan ve mutsuzluktan sönmüştür. Sürekli güneş altında çalışmaktan yüzü yanmıştır. Şair, “Güneş yemiş yüzünün rengini; hava yutmuş/ Yanık teneffüsünü...” diyerek çocuğun içinde bulunduğu üzücü durumu dile getirir.20 Bunca yorgunluğa, yıpranan bedenine rağmen bu çocuğun pek fazla para kazanmadığını da şiirin sonunda öğreniriz. Ayrıca bazen çocuğa şiddet uygulandığı, çocuğun tekmelendiğinden bahseden şair tarafından ifade edilir. Başrolünde acı çeken bir çocuk bedeninin olduğu Ali Ekrem’e ait bir diğer şiir de “Hamal”dır (1900). Burada çocuğun bedeni bir şair edasıyla tasvir edilir. Bazen yük taşırken bacakları titrer. Çünkü yük, onun taşıyabileceğinden ağırdır fakat bir şekilde para kazanmak zorundadır. Bu nedenle, ağır da olsa yük taşımaya mecburdur. Bu çocuğun yüzü güneşten yanmış, gözleri çukurlaşmıştır ve yorgundur.21 Gözlerin çukurlaşmasını hem zayıflık hem de sağlıksızlık belirtisi olarak yorumlamak mümkündür. Gül Mete Yuva, Servet-i Fünun döneminde sefalet temasının çok ilgi çektiğini ve bu temanın şiirlerde ele alınışında çocuğun özel bir yeri olduğunu söyler. Çünkü onun masumluğu, saflığı, çaresizliği, şiirde hedeflenen

19 Breton, age., s. 9-10. 20 (Bolayır), age., s. 160. 21 (Bolayır), Zılâl-ı İlham, s. 150.

(12)

duygusallığı arttırır.22 Görüldüğü üzere çocuk ve yoksulluk teması birleşince ortaya daha hüzünlü şiirler çıkar. Başta Tevfik Fikret olmak üzere birçok şair böyle şiirler yazar. Ele aldığımız bu iki şiir, Ali Ekrem’in de bu tarzda şiirler yazdığını gösterir. Çocuğun acı çeken bedeninin anlatımında diğerlerinden farklı yönler pek yoktur. Sadece çocuk daha masumdur, daha zayıf ve acizdir. Bu nedenle onların bedenlerinin çektiği acıyı anlatmak, şiiri duygusal açıdan daha yoğun hâle getirir.

Tevfik Fikret’in “Balıkçılar” (1898) adlı şiirinde acının yoksulluk, korku, kaygı ve hüzün gibi birden çok kaynağı vardır.23 Bu şiirde, yoksulluğun ve çaresizliğin yaş-lılıkta nasıl bir felakete dönüştüğü anlatılır. Kolcu, bu şiirin, Tevfik Fikret’in her gün penceresinden baktığı boğazın sularında gördüğü manzaralardan birinin öyküsünü anlattığını söyler. Bu, geçimini balıkçılıkla sağlayan bir ailenin sıkıntılarını dile getiren bir şiirdir.24 Şiirde yoksul bir balıkçı ailesinden bahsedilir. Bu aile üç kişiliktir: Yaşlı ve hasta bir “nine” (anne), baba ve oğul. Aile fertlerinin karınları açtır fakat deniz dalgalıdır ve bu dalgalar durulmadan denize açılamazlar. Cesur ve özverili çocuk, fırtınalı havaya rağmen denize açılır. Ama boğularak ölür.

Şiirde üç kişiden bahsedilir: Anne, baba ve çocuk. Bu bedenlerle ilgili detaylı tasvirler yapılmaz. Çocuk gençtir, henüz hasta değildir fakat yemek yemeden geçen her dakika onun hasta olma ihtimalini de arttırır. Şiirde o anların tasviri yapılmaz fakat balık tutmak için denize açılan ve ne yazık ki geri dönemeyen bu çocuk, muhtemelen boğulmuştur yani bu küçük beden, acı çekerek can vermiştir. Baba artık yaşlanma-ya başlamıştır. Bedenin yorgunluğu her gün, bir önceki güne göre daha da artmayaşlanma-ya devam eder. Adam bu nedenle kendini ve annesini “zavallı” olarak niteler. Oğlu üç gün olmasına rağmen dönmeyen adamın açlığına, yorgunluğuna, geçim derdine bir de evlat acısı eklenir. Şiirin sonunda adamın, denize açılıp da dönmeyen çocuğuna ağladığını görürüz. Gözleri yaşlıdır, içindeki karamsarlık yüzüne yansımıştır. Anne, günlerdir hem aç hem de hastadır. Daha doğrusu, açlık, bedeni zayıf düşürmekte ve hastalığı tetiklemektedir. Bunu şairin, kadının dudaklarını “soluk” ve “titrek” olarak tarif etmesinden anlayabiliriz. Kadının bedeni öylesine güçsüz düşmüştür ki, çocuk balıktan dönmeden ölmekten korkmaktadır.

Tevfik Fikret, bu şiirde imkânsızlıkların bedene nasıl yansıdığını görmemizi sağlar. Balıkçılık zor bir iştir. Beden gücü gerektirdiği için kişiyi daha çok yıpratır. Ayrıca bu işte gelir de sabit değildir. Para kazanamazlarsa yiyecek almakta zorlanırlar. Bu da bedenin sağlıksızlaşmasına sebep olur. Şair bu şiirde bedene acı veren iki unsurdan bahseder: geçim sıkıntısı ve hastalık. Buna bir de gidip de dönmeyen evladın kaygısı, korkusu ve ne yazık ki sonunda acısı eklenir.

22 Yuva, Modern Türk Edebiyatının Fransız Kaynakları, s. 210. 23 Tevfik Fikret, age., s. 36-37.

(13)

“Tarik-i İşret”te (1900) ise başlangıçta zevk gibi gelen fakat zamanla etkisini gösteren alkol bağımlılığı nedeniyle çekilen acı konu edinilir. Burada içki bağımlılı-ğından kurtulmaya çalışan bir adam vardır. Şair, bu adamın bedeninin içki tarafından ne hâle getirildiğini şöyle anlatır:

Geliyor işte bî-mecâl, zayıf Yürümekten ziyâde sallanarak Nazra-gâhında bir redâ’-ı keşif Basışından çöker gibi toprak! Yüzü solgun, dudakları titrek, Burnu kıpkırmızı, gözü bî-fer.25

Görüldüğü üzere bu adam sarhoştur. Bunu, yürümekte zorlanmasından, sallanıyor gibi yürümesinden anlarız. Bedeni zayıftır ve güçsüz düşmüştür. Ayakları yere basar-ken zorlanır. Yüzü solmuştur. Dudakları titrektir. Burnu kıpkırmızıdır ve gözlerinin feri yoktur. Tevfik Fikret’in de “Sarhoş” (1896) adlı şiirinde ele aldığı bu konu, hem ufak da olsa bir eleştiri barındırır hem de bu döneme özgü bir hüzünlü tablo daha bu tarz şiirlerle çizilmiş olur.26 Bedenin acı çektiğine dair işaretler burada da benzer şekillerde karşımıza çıkar. Burnun kırmızılığından bahsedilmesi, farklı bir tasvirdir. Ayrıca buradaki adamın bilinç düzeyi de farklı bir yöndür. Çünkü adam sarhoştur, kendinden geçmiştir. Bu da bir insanın bedenine verebileceği önemli zararlardan bi-ridir. Ne yaptığını, ne yapacağını, nerede olduğunu bilemez hâldedir. Bu sarhoş adam, bedenine verdiği zararı şu durumdayken anlayamaz. Ancak ayıldığında durumun ne kadar vahim olduğunu fark edebilir. Bu, bedene bilinçli ve kalıcı olarak çektirilen acılardandır. İnsan ne yazık ki bunu kendisine bile bile yapar. Ayrıca burada içkinin verdiği keyiften bahsetmek yerine içkinin bedende bıraktığı kötü izleri ele almak da gelenekten farklı bir yöndür. Çünkü divan şiirinde, içki meclislerinde içki içmenin ve sarhoş olmanın pek de kötü bir yönü olmadığı sonucuna varılabilecek bir bakış açısıyla karşılaşılır. İçkinin kötülendiği şiirler pek yoktur. Burada ise aksi söz konusudur. Hatta içkinin bedene verdiği zararlar detaylıca anlatılır. Ayrıca sarhoş olmanın pek de iyi bir şey olmadığı gösterilir.

“Vagonda” (1896) adlı şiirde de acı çeken bir bedenle karşılaşırız. Bu kez çekilen acı, hayat karşısında zayıf düşen melankolik bir karakterin kırgınlığı ve küskünlüğü sonucunda ortaya çıkmıştır.27 Şair, gözlemci konumundadır. Onun bulunduğu vagonun bir kenarına gelip çöken birini fark eder ve onu incelemeye başlar. Bu kişi için beden bir “bar-ı cism”dir. Yani bir yüktür. Şair, onun “aşk hastası” olduğunu tahmin eder. Öznenin çektiği acı, bedenine de yansımıştır. Yüzü solgundur. Yanakları çöküktür ve

25 (Bolayır), Zılâl-ı İlham, s. 158. 26 Tevfik Fikret, age., s. 104. 27 Age., s. 76.

(14)

teni sapsarıdır. Sapsarı dudaklarında dalgın bir gülümseme dikkati çeker. Giyiminden şiire ve sanata hevesli olduğu anlaşılır. Fakat bedeninin kötü görüntüsü, bu sanatkâr ruhlu öznenin hevesinin söndüğünü düşündürür. Hastalıklı bir titreyişi vardır. Gözle-rinin feri sönmüştür. Ağlamaktadır. Bakışları solgundur. Geniş alnında çizgiler vardır ve bu çizgiler öznenin içinde bulunduğu hâl dolayısıyla daha da belirginleşmiştir. Şair, bunları küskünlük çizgileri olarak yorumlar. Dışarıda bin bir umutla gelen ilkbahara inat bu genç adeta sonbaharı yaşamaktadır. Bedeni zayıftır ve donmuş gibidir. Üşüdüğü her hâlinden bellidir.

Tevfik Fikret’te acının ve hastalığın rengi, bu şiirde görüldüğü üzere, “sarı”dır. Verem hastalığının şiirde sıkça işlenmeye başladığı bu dönemde, acının ve hastalığın bu derecede benzer şekilde tasvir edilmesi manidardır. Bunu, veremin oluşma ve gelişme safhalarını göz önünde bulundurarak anlamlandırmak mümkündür. Verem genellikle büyük sıkıntıların güçsüz düşürdüğü bir bedende ortaya çıkar ve bu acılar ortadan kalkmadığı sürece o bedende kalmaya, her geçen gün ilerlemeye devam eder. Bu bilgiye vakıf olduğunu düşündüğümüz şair, delikanlıya bu hastalığı yakıştırmış olmalıdır. Sürekli olarak sarı ve solgun bir ten vurgusu yapmasını buna bağlayabili-riz. Nikiforuk, Batı’da başlayan bir ekol sebebiyle şairlik ve verem arasında sıkı bir bağlantı kurulduğundan bahseder. Hatta bir süre sonra başarılı bir şair olmak için verem hastalığı tarafından çarmığa gerilmek gerektiğini yani sağlıktan vazgeçilmesi gerektiğini ileri sürenlerin bile olduğu bilgisini verir.28 Tevfik Fikret’in böyle hastalıklı bir özneyi sadece “hasta” olarak anlatmak yerine neden “şair” olarak nitelendirdiğini, bu bağın nasıl kurulduğunu böylece anlamış oluruz. Şiirin geneline baktığımızda şa-irin, bu öznenin acısının birden fazla kaynağı olduğunu tahmin ettiğini görürüz. Aşk acısı çekmesi, hasta olması, şair tabiatlı olduğu için melankolik olmasını bu sebepler arasında sayabiliriz. Fakat hepsinin vardığı temel acı kaynağı, bu öznenin melankolik bir yapıya sahip olmasıdır. Yani en ufak bir sıkıntıda derin üzüntülere dalması, en kü-çük bir terslikte gereğinden fazla kaygı duyma eğiliminde olması, bu öznenin çektiği acının temel kaynağıdır.

Ele alacağımız bir diğer örnek de Cenap Şahabettin’in “Ağlasam” (1896) adlı şiiridir. Burada anlatılan melankolik durum, şimdiye kadar karşılaşmadığımız ve dolayısıyla pek de alışkın olmadığımız türdendir. Şu dizeler özellikle dikkat çeker:

Giryem o rütbe kesb-i samimiyet etse kim; Bir mübtelâ gönüldeki rikkatle ağlasam; Sen zülf-i târümârımı destinle okşasan Cebhem dizinde, ben de sükûnetle ağlasam;

(15)

Atsam bütün vücudumu âgûş-ı pâkine, Bir bî-nevâ çocuk gibi, minnetle ağlasam; (...)

Âh, ağlasam, senin ile leb-ber-leb ağlasam, Bir kerecik de bunda meserretle ağlasam!29

Geneline baktığımızda şair, bu şiirde ağlama isteğini dile getirir. Hem bağışlanma hem de sevgilisine kavuşabilme sebebiyle ağlamak ister. İlk beyitte, sevgilinin önünde diz çöküp onun ayaklarını öperek ağlamak ister. Acı çeken bedenin aldığı bu şekil, ona duyduğu sevgi ve saygının yanında ondan ayrı kalmama isteğini de barındırır. Ayrıca bedenin bu duruşu, karşısındaki kişinin üstünlüğünü kabul etme ve kendini aciz gör-me olarak da yorumlanabilir. Ağlamayı o kadar çok ister ki, ağlamanın tiryakisi gibi sürekli ve çok ağlamayı arzular. Bu, kendini harap edercesine bir ağlamadır. Ağlarken dağılan saçlar, bize bunu gösterir. Sevgilisinin dizlerinde sessizce ağlarken, bir anne gibi şefkatle onun saçlarını okşamasını ister. Bir aşk sarhoşu gibi, sevgilinin gözlerinin içine bakarak, onun ellerini tutarak ağlamak ister. Herkes ayrılığın insanda yarattığı yıkımı anlatırken o, kavuşmanın verdiği rahatlıkla ağlamak ister. Yani gözyaşları sadece hüzünlenince akmaz, mutlu olunca da akar. Şair için kavuşmanın verdiği mutluluk bile bir ağlama vesilesidir. Küçük bir çocuğun annesine sığınması gibi o da sevgiliye sığınarak, onunla dudak dudağa iken de ağlamak ister.

Bir erkeğin bu derecede ağlamak istemesi hem de sevgilisinin yanında mutluluktan ağlamak istemesi, ağlamak eyleminin bu derecede vurgulanması bizim toplumumuzun çizdiği erkek profiline biraz terstir. Edebiyatta ise durum biraz farklıdır. Divan şiiri ağlayan âşıklarla dolu olmasına rağmen toplumun, bunun tam tersi bir algıya sahip olması dikkat çekici bir noktadır. Şairin, bedenini bu derecede telef edercesine ağlama isteği içinde olması, aslında içinde yaşanılan dönemin buhranının yansıması olarak değerlendirilebilir. Bu dönemin erkek şairlerinde, bu psikoloji dolayısıyla, bir kadın duyarlılığı, duygusallığı görülür. Böyle düşününce bedenin çok önemli bir sebep ol-madan bu derecede yıpratılması isteği daha anlamlı bir hâl alır.

Tevfik Fikret’in 1896 yılına ait, “Heykel-i Giryân” ve “Perî-i Hazân” adlı şiirleri ise insan bedeninin çektiği acının başka varlıklara ya da nesnelere yansıtılarak anla-tımına verebileceğimiz dikkat çekici ve farklı örneklerdendir. Bunlardan “Heykel-i Giryân”da Tevfik Fikret, mermerden yapılmış bir heykelde adeta kendi bedenini ve o bedenin çektiği acıyı görür ve bunu anlatır. “Dış dünyanın gerçeği karşısında Tevfik Fikret’in ezilen ben’i, bir durgunluk evresine girer ve bedeni zamanın akışında donuk bir et yığınına dönüşür”.30 Şair, acının tarifine önce yüzden başlar:

29 Cenap Şahabettin, age., s. 102-103.

(16)

Bu bir mermerdi: Câmid bir beşâşet vech-i sâfında Gülümser; sonra siz nasb-ı nigâh ettikçe dikkatle, Bütün evvelki aks-i hande-i şevkın hilâfında Samîmî bir merâret gösterir, ağlardı rikkatle.31

Heykele bakan özne, onun temiz yüzünde önce gülümsemeyi görür. Daha dikkatli baktığında ise bu heykelde samimi bir hüzün, incelikli bir ağlayış olduğunu fark eder. Şairin yüze yüklediği bu ifadeleri birkaç farklı şekilde yorumlamak mümkündür. Ön-celikle gerçekten de bu heykele hem mutlu hem hüzünlü olarak yorumlanabilecek bir yüz ifadesi verilmiş olabilir. Yani öznenin, bu heykel hakkında yaptığı yorum gerçek olabilir. Bir başka ihtimal ise, özne, içinde bulunduğu psikolojik durum dolayısıyla onu öyle algılamış olabilir. Melankolik bir yönü olduğunu bildiğimiz Tevfik Fikret’in gülümseyen bir yüzde bile hüzün bulması ihtimali de yüksektir. Her iki durumda da karşımızda acı çeken bir bedenin yansıması vardır. Şair, bu genel tasvirin ardından bakışını daha da derinleştirir ve heykelin olmayan gözyaşlarını görür:

Düşen her dem’a-i mevhûme ecfân-ı sefîdinden İnerken, pür-harâret, ârız-ı sengîni titrerdi, Güzâr eylerdi bir sis cephe-i sevdâ-bedîdinden;

Bu mermer sanki bir zî-rûh idi, zî-rûh-ı muğberdi (s. 100).

Şair, bu dörtlükte artık heykeli olduğu gibi değil; görmek istediği gibi algılar. Bu heykel, bir canlıya ait bir beden gibi anlatılır. Hatta bu beden kendi bedeni, bu acı onun acısı da olabilir. Acının ilk belirtisi, gözyaşıdır. Şair, bu heykele dikkatle bakar ve onun beyaz kirpiklerinden dökülen görünmez gözyaşlarını fark eder. Bu gözyaşları sıcacıktır ve aşağı inerken bu heykelin taştan yanaklarının titremesine sebep olur. Bir sis, heykelin sevda beliren yüzünden geçer. Heykel sanki küskün bir canlıdır. Heykelin yüzü adeta küskün ve ağlayan bir insanın yüzüdür. Şairin yaptığı tasvir, onu bu derecede canlı kılar. Bu, acı çeken bir bedenin tasviridir. Şair, acının yüze yansımasına odaklanmıştır. Beden, öznenin bakışına göre yorumlanır. Burada bakan kişinin gözü, algıyı etkileyen en önemli faktördür. Hatta görme duyusu neredeyse dokunma duyusunun yerine geçer. Özellikle yanağın sıcaklığının algılanması, bize bunu düşündürür. Son iki üçlükte şair, sanatın gayesini sorgular: Aşkın en donuk, en ölü, boş şekli nasıl olur da umutsuzluk anlarında insan zihnini şiirle doldurur? Ona göre ruha kazınan aşk, sanat eserine de yansır. İşte tam da burada Tevfik Fikret, sanat eseri ile özdeşleyim (Einfühlung)32 kurar. Bu heykelde kendisini bulur, kendisini görür. Başlangıçta sadece heykeli tasvir eden

31 Tevfik Fikret, age., s. 100.

32 Sanatçının, doğa ve sanatın ortak katkıları ile oluşan özdeşleşmenin oluşturduğu estetik yaşantı,

Al-mancada “sezi yoluyla algılayış ve estetik duyarlılık” anlamına gelen Einfühlung terimi ile karşılan-maktadır (Altar, Sanat Felsefesi Üzerine, s. 22).

(17)

şair, zamanla onunla öylesine özdeşleşir ki heykelden mi kendinden mi bahsettiğini anlamakta zorlanırız. Dolayısıyla anlatılan acılı beden aslında şairindir, denilebilir.

“Perî-i Hazân” ise Tevfik Fikret’in acıyı insan bedeni yerine bir periye yansıtarak dile getirdiği farklı bir şiiridir. Bu kez mermere oranla daha farklı, “canlı” olarak nite-leyebileceğimiz bir varlıkla karşı karşıya kalırız. Bu, sonbaharın perisidir. Hüznü, yok oluşu, ölümü çağrıştıran bu mevsimin seçimi bile acıyla ilgili çağrışımlara sebep olur. Sonbaharın perisi, yosundan yumuşak bir yatak içinde örtülüdür, naz uykusundadır. Fakat duyduğu balta sesiyle birden uyanır ve kaygılı bir şekilde bu sesi dinlemeye başlar. Her yer sessizdir. Sadece uzaktan ağlama sesine benzer boğuk bir ses gelir. O da bu sesten etkilenir ve ağlamaya başlar. Böylece acı da, bedeni değiştirmeye başlar:

Ağlar o da giryesiz, figânsız; Eyler yüzü ân-be-ân tagayyür33

Şair, bu kez gözyaşlarına değil; acının bedende genel olarak yarattığı değişime odaklanır. Öyle bir ağlayıştır ki bu, gözyaşı yoktur, çığlık yoktur. Bu perinin bedeni, daha içli bir üzüntüyle sarsılır:

Veçhindeki zehr-i iğbirârı Masseyleyerek olur nümâyân Her şeyde alil bir teessür (s. 95).

Kırgınlığı dolayısıyla çektiği acı, bu perinin bedenine bir zehir gibi yayılır. Onun tüm vücudu, hastalıklı bir hüzünle kaplanır. Yani bu hüzün, kırgınlık onun sararıp solmasına sebep olur. Onun acılı bedeniyle birlikte doğa da değişmeye başlar:

Düştükçe nigâh-ı jâle-dârı Yerlerde, nizâr u zerd ü üryân, Bir hüsn-i melül eder tezehhür (s. 95).

Beden gibi doğa da değişime uğrar. Yapraklar sararıp solar, dökülür. Doğayı örten tüm yeşilliklerin solup dökülmesiyle doğa çıplak kalır. Bu dönemde insan bedeniyle tabiat arasında kurulan ilgilere yer yer rastladığımız olmuştur. Etrafı seyreden özne, doğayı, içinde bulunduğu psikolojiye göre algılar ve öyle anlatır. Yani melankolik bir bakış açısına sahip bir özne için doğa her zaman sonbahar mevsimindeki gibidir. Servet-i Fünun dönemi şairleri, bedeni de bu marazî bakış açısıyla algılar ve şiirle-rinde öyle anlatırlar. Bu nedenle şiirde yapılan tasvirlerde doğa ile peri iç içe geçmiş durumdadır. Burada varlığına dair tereddütlerimiz olan doğaüstü bir varlık, insan bedenine büründürülmüş hâlde karşımıza çıkar. Şair, burada içindeki hüznü, sıkıntıyı insan bedenine büründürmüştür. Bu acı, bir beden hâlinde karşımızda durur. “Heykel-i Giryân”da olduğu gibi bu şiirde de, bedenin çektiği acı, diğer organlardan ziyade “yüz”e

(18)

odaklanılarak anlatılır. Bu perinin hayalî yüzünde, heykelde olduğu gibi, ağlamaklı bir ifade vardır. Fakat bu kez acı, gözyaşı olarak dışarı atılmaz. Bedenin içinde kalır ve bir zehir gibi, yayılmaya başlar. Bu peride şair, hüzünlü bir güzellik görür. Yani şair, bu hüznü güzel bulur. Bu, isyan edilen, kurtulmak istenilen bir acı değildir. Adeta acının bedende yarattığı değişimden memnuniyet söz konusudur. Bu dönemin marazi bakış açısı, acıya bakışı da değiştirmiştir.

Acının bir diğer kaynağı da kadının düştüğü “kötü yol”dur. Bu yolun kadın bede-nini nasıl harap ettiğini şiirlerdeki tasvirlerden anlarız. Bu kadınlar hem vicdani açıdan kendilerini huzursuz hissederler hem de beden olarak tükenirler. Şairler de bu kadınlara şiirlerinde acıyarak yaklaşırlar, onları yargılamazlar. Vereceğimiz örnek, Tevfik Fikret’e aittir. Şairin “Nesrin” (1896) adlı şiirinde kötü yola düşmüş bir kızın hem kendisini hem de aynı yola düşmekte olan bir kız çocuğunu kurtarmasından bahsedilir. Yani şiir, pişmanlığın, ahlaki olarak iyi yola dönüşün hikâyesini anlatır. Bu kez beden, bu kötü yolda hırpalandığı için acı çekmektedir. Şiir, Nesrin’in, içine düştüğü hayattan vicdanen rahatsızlık duymaya başladığını gösteren bir diyalogla başlar. Bedeninin acı çektiğinin ve her geçen gün daha da tükendiğinin farkına varmıştır. O, bunları bir âşığının kollarındayken düşünür ve bu farkındalık onun keyfini kaçırır. Çareyi, âşığına kendini vermekte arasa da bedenin çektiği acı ortadadır:

Kız bu son âşıkının kaç gecedir en coşkun Bir muhabbetle alevler saçan âgûşunda Hep bu şekvâ-yı nedametle muazzep, solgun, İnlemiş; sonra –bunun neşve-i bî-hûşunda Bir teselli bulurum belki...– hayaliyle bütün Cism-i bî-tâbını bezl etmiş idi34

Cinselliğin ön plana çıktığı bu sahne yüzeysel olarak anlatılır, bundan ziyade Nesrin’in acı çeken bedenine yoğunlaşılır. Bedeni “bitkin” ve “solgun”dur. Kadın, bede-nini “kirlenmiş” hisseder. Bu his onda bir aşağılanma duygusu yaratır. İçinden ağlamak gelir fakat bu basit bedensel tepkiyi bile veremez çünkü kendini masum görmez. Hepsi onun tercihlerinin sonucudur, onun suçudur. Masum değildir, bu nedenle ağlayamaz. Ağlamak, acı çeken bedenin bu acıyı dindirmek ve bedeni bu kirden arındırabilmek için tek çözümü olarak verilir. Bu, bir nevi arınmadır. Yaşı genç olmasına rağmen, bu kadının bedeni yıpranmış, eskitilmiş ve kadın, bu acıyla erkenden yaşlanmıştır. Nesrin’in kendini “gonca iken solmuş gül”e benzetmesi bize bu tür bir yorum yapma imkânı tanımıştır. Nesrin, çocukluğunda sığındığı masumiyet kucağından bahseder. Bununla annesinin kucağını kast ettiğini düşünmekteyiz. Hayat karşısında kırılan, yara alan Nesrin’in, çocukluğun masum ve korunaklı günlerine kaçma isteği içinde olduğunu görmekteyiz. Beden, anne kucağında en korunaklı hâlindedir. Anne kucağı,

(19)

beden için önemli bir sığınaktır. Acı çeken bedeniyle Nesrin de o günlere dönerek adeta kendini sağaltmak, geçmişten güç alarak geleceğe yönelmek isteğindedir. Bunun için, bedenini arındırması, dinlendirmesi, çektiği acıların onda açtığı yaraları tamir etmesi gerekmektedir. O yüzden bir anne kucağını, o bedenin koruyuculuğunu arzulamaktadır. Onun eskiden bir zevk olarak gördüğü bu yolun artık onu zehirlediğinin ve bedenini acılar içinde kıvrandırarak onu yavaş yavaş öldürdüğünün farkına varmıştır. Çünkü her gecenin sabahı gücü tükenmiş, bezgin, ezilmiş ve gamlı olarak uyanmaktadır. Kapısına gelen kimsesiz ve çaresiz bir genç kızı bu kötü hayata düşmekten kurtararak kendini de kurtarmış olduğunu fark edecektir. Böylece hem ruhu hem de bedeni acıdan kurtulacak, huzur bulacaktır. Bu dönemde kötü yola düşen ya da düşürülen kadınlar sadece şiirlerde anlatılmaz. Dönemin öykü ve roman yazarları içerisinde önemli bir yere sahip olan Halit Ziya da eserlerinde bu temaya değinir.35

Bedenin çektiği acıların bir sebebi de geçim sıkıntısıdır. Kişiyi psikolojik olarak rahatsız eden, onda yoksunluk hissinin oluşmasına sebep olan bu acı kaynağı zamanla bedene de zarar verir. Bu etkiler de şiirlere yansır. Bu dönem şairlerinden özellikle Tevfik Fikret’in, yoksul kesimi anlattığı şiirleri vardır. Hatta özellikle dilencilerden, seyyar satıcılardan bahseder. Bu şairin dışında da bu konuları işleyen isimler vardır fakat onların şiirlerinde bedenle ilgili fazla bilgi verilmez. Tevfik Fikret’in “Valide” (1901) adlı şiiri, geçim sıkıntısının bedene yansıma-larına örnekler barındırması yönüyle önemlidir.36 Bu şiirinde şair, sokakta dilenen bir kadın ve onun kucağındaki çocukla ilgili gözlemlerini aktarır. Acı çeken iki beden vardır: Kadın ve çocuk. Kadın, yoksuldur ve dilenerek üç beş kuruş olsun para toplamaya çalışmaktadır. Duldur. Bu nedenle çektiği sıkıntı daha da artmaktadır. Çünkü onları koruyup kollayacak bir eşi yoktur. Çocuk neredeyse çıplaktır. Isınmasını sağlayacak kadar kalın kıyafetleri olmadığı için üşümektedir. Ayrıca açtır. Bu sıkıntılarını dile getirmek için ağlar ve çevresine hüzünlü hüzünlü bakar. Derdini bu “zavallı bakışları” ile anlatır. Kadının çektiği sıkıntının gölgesi yüzünde görülür. Ayrıca hastadır. Açlık, soğuk ve hastalık “soluk dudakları”ndan anlaşılır. Bedeni güçsüz düşmüştür, yorgundur. Yoksulluk, imkânsızlık gönlünü yakar. Çocuğunun üşüdüğünü, acıktığını ve ağladığını gördükçe kadının kederi daha da artar. Çocuğunu öperek avutmaya çalışır. Tevfik Fikret’in şiirlerinde toplumun yoksul kesimine dikkat çekmesi, Kaplan’a göre, onlara acıma şeklinde tezahür eden basit merhamet manzumeleridir. Bunların ilham kaynağı kendisi değildir. Okuduğu Batılı şairlerdir. Hatta bu şiirleri, bireysel acılarını anlattığı şiirlerine göre daha zayıftır.37 Dolayısıyla bu şiirler adeta birer tablo niteliği taşır. 35 Halit Ziya’nın “Sefile” adlı eserinde de benzer bir konuyu işlediğini görürüz. Yapılan tasvirlerde

vurgulanan noktalar bile az önce ele aldığımız şiire benzerliğiyle dikkat çekicidir. Burada, “kötü yol”a düşen Mazlume isimli bir kadından bahsedilir. Bu kadın da kendini vicdanen rahatsız hisseder. Vücudunu kirli, kendini günahkâr görür. İçinde bulunduğu durumdan memnun değildir (Uşaklıgil, Sefile, s. 164).

36 Tevfik Fikret, age., s. 60. 37 Kaplan, age., s. 96.

(20)

Duygusal olarak mesafelidir fakat görüntü canlı ve parlaktır. Belki de bu nedenle acı çeken beden duygusal ifadelerle, imgelerle değil; tasvirlerle dile getirilir.

Acı çeken bedenler ayrıca toplumsal eleştiri yapmak için de kullanılır. Bunun dikkat çekici bir örneğini Cenap’ın “Belde-i Mâzî” (1921) adlı, Servet-i Fünun dö-neminden sonra yayımlanmış bir şiirinde görürüz. Cenap Şahabettin, Servet-i Fünun dönemi şairi olduğu için onun bu şiirine de yer vermenin uygun olacağı düşünülmüştür. Şiirde dikkat çekenler şunlardır:

Dalgın düşünür hep kapının taş eşiğinde Gül yüzleri tül örtülü bedbaht kadınlar. Bir fırtına saklar gibi şehrin yüreğinde Her yerde sükûtun o hazîn tınneti çınlar. (...)

Güller kurumuş, son kuş uzaklaşmış ufuktan, Sönmüş hep ocaklar ve hep ölmüş kelebekler. Sorsam şu uçuk yüzlü ve yaş gözlü çocuktan Âtîden aceb elleri böğründe ne bekler... Hâlin yed-i gadrinde birer hasta esîriz, Vîrâne-i mâzîyi gelin seyr edelim biz38

Şairin bütün vatandaşlarına ithafen yazdığı bu şiir, toplumsal eleştiri yapmak adına kaleme alınır. Bu kez acının kaynağı, toplumun içinde bulunduğu kötü durumdur. Şair, şimdiki zamanın vefasız ellerinde birer hasta esir olduklarını söyleyerek şiire başlar. Mazi, viranedir. Gül yüzleri tülle örtülü bedbaht kadınlar, kapıların taş eşiklerinde durmuş, dalgın dalgın düşünür. Şairin bu imgeyle, Batılı kadınlara oranla çok geride kalmış, toplumun dışında bırakılmış olan kadınların hüznünü yansıttığını düşünmek-teyiz. Toplumda aklen ve bedenen yer edinememiş olan bu kadınların hâli haraptır. Özellikle yüzlerinin örtülü olmasına dikkat çekmesi, onların bedenen toplum içinde hiç olmadıklarının işaretidir. Bedenleri öylesine örtülüdür ki bu kadınlar adeta yoktur, bedensiz gibidir. Ayrıca kapının eşiğinde dururlar çünkü dışarı çıkmak isterler ama çıkamazlar. Eşikte durmak, arada kalmaktır. Şair, bu kadınların dışarı çıkmak, aklen ve bedenen topluma karışmak istediklerini fakat gelenekle yenilik arasında ikilemde kaldıklarını düşündüğünü gösteren bir tablo çizer. Bu kadınlar, yaşadıkları ikilemi, çektikleri acıyı susarak dile getirir. Bu suskunluk, fırtına öncesi sessizliğine benzer. Aynı hüzün ve durgunluk çocuklarda da görülür. Geleceğin ışığı, güvencesi olan bu çocukların yaşam enerjisi, ışığı solmuştur. Yüzlerinin rengi uçuktur, gözleri yaşlıdır. Çünkü mutsuzdurlar. Şair, acı çeken bedenlerden oluşan bu toplumsal tabloyu şiiri aracılığıyla bize gösterir. Bunun böyle devam etmesi onu rahatsız eder.

(21)

Acının bir diğer kaynağı da savaşlardır. Savaşlar dolayısıyla birçok sevdiğini kaybetmiş olan insanlarımızın dramı, şairlerin şiirlerine de konu olur. Bu acı tek taraflı değildir. Savaşta yaralanan askerler can çekişerek hayatlarını kaybederken, cephe gerisinde onları bekleyen anneler, babalar, çocuklar ve eşler de ölüm haberinin gelme ihtimali dolayısıyla korku ve kaygıyla yaşarlar. Hiç istenmeyen o haber geldiğinde hem ruh hem de beden acı çeker. Servet-i Fünun dönemi hakkında bilgi edinmek için ele aldığımız şairlerin bu döneme ait şiirlerinde bu konuya pek rastlamayız fakat bu şairlerin ilerleyen dönemlerde bu konuda daha fazla şiir kaleme aldığını görürüz. Bu konuda yazılan şiirlerin de var olduğunu göstermek için, dönemin bitiminde de yazılmış olsa, bu şiirlere birkaç örnek vermeyi uygun gördük. Ali Ekrem’in, “Osmanlı Askerine” (1908) adlı şiiri ele alacağımız ilk örnektir. Burada, düşman işgali altındaki halkın çektiği sıkıntılardan ve ordunun düşmanları yenerek bu sıkıntılara son vermesinden bahsedilir. Halkın esaretten çektiği sıkıntıları şair, şu dizelerle ifade eder: “Görüp bünyân-ı mülkü münkarız zulm ü denâ’etten/Büyük bir nevha koptu kalb-i âteş-bâr-ı milletten.”39 Şair burada, ülkemizde yaşayan tüm insanları “millet” kelimesi altında toplayıp bir bütün olarak görür ve gösterir. Milleti tek bir vücut olarak değerlendirir. Bu vücuttaki kalp, vatanın işgal altında olması nedeniyle acılar içerisindedir. Bir süre sonra acı o kadar büyür ki kalp daha fazla dayanamaz, feryat eder. Sonunda bu inlemelere, acı çeken bu bedenlere bir cevap gelir ve ordu, imdada yetişir. Namık Kemal’de gördüğümüz vatan-beden ilişkisini burada da görürüz ve Ali Ekrem de “Vatan... mecruh u giryân!” diyerek aynı bakış açısını devam ettirir. Burada da vatan toprağı bir insan bedeni gibi hatta onları büyütüp yetiştiren bir anne gibi ele alınır. Toprak, bir beden hatta bir kadın bedeni gibi ele alınır. Vatan-anne yaralıdır, ağlayıp inlemektedir. Ordu, sonunda ona zarar veren/vermeye çalışan kişileri öldürür ve vatan-anneyi kurtarır. Şair, bu uğurda can veren askerlerin mayalarında şehadet kanı olduğunu söyleyerek onların bu uğurda bedenlerini çekinmeden feda edişlerini büyük bir gururla anlatır. Dolayısıyla büyük bedenin (vatan-anne) çektiği acı uğruna küçük bedenlerin (askerler) feda edildiğini ve onların çektiği acıların çok kıymetli olduğunu görürüz. Burada büyük beden, vatan toprağıdır. Önemli olan odur. Onu savunmak ve kurtarmak için askerler yani küçük bedenler birçok sıkıntı çeker, acılar içinde can verirler. Fakat bu kutsal bir görevdir. Bu görevi başarıyla yerine getiren küçük bedenler, büyük ve kutsanmış bedenlere dönüşür. Burada çekilen acı yüceltilmiştir. “Orduya Hitap” (1918) adlı şiirinde de Ali Ekrem, benzer bir algıyla bedenlerin çektiği acıyı dile getirir. Bu kez, vatan toprağında yaşayan halka yapılan zulümler detaylıca anlatılır ve kendisine hitap edilen ordunun bunları karşılıksız bırakmaması gerektiği, halkı bu zulümden kurtarması gerektiği vurgulanır. Halka yapılan zulüm, şu vahim tabloyla sunulur:

(22)

Irz düşmanı, can düşmanı, hak düşmanı alçak Bir kelb-i akur ordusu, bir tâife-i hûn, Masum ezerek, dul urarak elleri mel’un, Vicdanları mel’un, ebediyyen bizi boğmak, Mahv eylemek ister; bütün İslâmı bitirmek Azmiyle gelir: Maksadı İstanbul’a girmek! (...)

Enhâ-yı vatan zulm ile yangın yeri olmuş, Etrafına fışkırmadadır kanlı alevler; Binlerce kadın, karnı deşilmiş yatar, inler: Dağlar, ovalar, na’ş-ı yetîman ile dolmuş40

Burada özellikle dikkat çekici nokta, çocuklara ve kadınlara düşman tarafından yapılan işkencelerdir. Özellikle tecavüz, Kütükçü’den edindiğimiz bilgiler ışığında değerlendirecek olursak, kadın dünyasında başlı başına travmatik bir olaydır. Kadın bedenine yönelen baskı ve şiddet ögeleri içinde en yıkıcısıdır. En arkaik dönemlerden, günümüze kadar uzanan, eril otoritenin kadın bedeni üzerindeki yaptırım araçlarından biridir. Bir yandan kadının ruh dünyasında kendine güvensizlik, kişiliksizlik ve kimlik-sizlik, endişe ve korkular, stres, suça eğilim, fuhşa yatkınlık, toplum dışılık gibi pek çok travmatik bozukluğa yol açarak bireyin öz varlığını yok eden, parçalayan ve onu sistemin çok edilgin bir nesnesi hâline getiren bir baskı ve şiddet ögesidir. Bu bakımdan tecavüz, yalnız kadın bedenini ihlal eden ve kadının cinsel yaşamını körelten, hasara uğratan bir olgu değildir. Ayrıca bireyi maruz bıraktığı sosyo-psikolojik yaptırımlarla iyice öz var-lığından koparan, nesneleştiren, ötekileştiren, silen, yok eden bir olgu hâline gelir.41 Bir ülkenin toprağını fethetmekle, bir kadına tecavüz etmek arasında nasıl bir ilgi vardır? Bu ilgi, nasıl bir psikoloji sonucunda kurulmuştur? Bu acı kaynağını yani “zorlanan be-dene karşı gösterilen tutumları çevredeki şiddet evreni içinde değerlendirmezsek doğru yorumlayamayız. Kıyımın ve farklı kıyım türlerinin yinelenişi, bir acı gösterisinin olası sahneye konuşu, savaş sırasındaki tecavüzlerin sıklığı, hoyratlık gösterileri, antik yazına uygun olarak kadını ganimetle özdeşleştiren imgelem anlayışlı bir bakış açısı benimse-mek istendiğinde hesaba katılması gereken bir duyarlılık düzeni oluşturur.”42 Görülüyor ki, kadın bedeni ile ganimet arasında kurulan bağlantı, kadın bedenine çektirilen acının kaynağıdır. Bunu ayrıca bir işkence türü olarak da değerlendirmek mümkündür. Buradaki temel mantık, özellikle cinsiyeti üzerinden acı çektirerek kadının, düşman olanın, erkeğin üstünlüğünü kabul etmesini sağlamaktır. Kadın, bu erkek bedeninin üstünlüğünü kabul etmediği müddetçe tam olarak bir zafer elde edilmiş sayılmaz.

40 (Bolayır), Ordunun Defteri, s. 61-62.

41 Kütükçü, Türk Kadın Yazınında Kadın Bedeni ve Cinselliğinin Temsili, s. 91. 42 Corbin vd., Bedenin Tarihi II, s. 188.

(23)

Hedef; kurbanın bedenen değil ruhen çökmesi, iradesinden, özgürlüğünden, kişiliğinden tamamen vazgeçmesidir. Dolayısıyla işkencenin hangi zalimane fiillerle akraba olduğu sorulacak olursa kadına tecavüzle ilişkilendirilmesi yerinde olur, zira işkencede cinsellik hem somut hem sembolik anlamda temeldir. İşkenceci şiddet uygulayarak, “ötekine sahip olan”, “bedenlerin mücadelesinden” galip çıkandır. Nitekim kadın bedenine yönelik saldı-rılar da 20. yüzyıl savaşlarının değişmezleri arasındadır. (...) Değişmeyen korkunç gerçek ise şudur: Düşman cephesindeki kadınların bedenine zorla sahip olmakla düşmanın kendi-sine sahip olmak adeta bir görülmüştür. Fakat tecavüz aynı zamanda katıksız gaddarlığın dışavurumudur: Küçük kızların, yaşlı kadınların ayrı tutulmaması, evli kadınlara, annelere kocalarının, çocuklarının gözü önünde tecavüz edilmesi tecavüzcülerin nesebe saldırmaya ne kadar istekli olduklarını ortaya koyar; bu ise gaddarlıktan başka bir şey değildir.43

Görüldüğü üzere tecavüz, özellikle savaş sırasında kadın bedenine uygulanabilecek en uç, en travmatik şiddet türüdür. Kadın bedenine çektirilebilecek acının doruk nokta-sıdır. Diğer yandan da düşman tarafından, o ülkeyi fethetmek ve o ülkenin askerlerinin hepsini öldürmek kadar büyük bir haz veren bir imgedir. Hayatla sıkı bir bağı olan şiir de bireyleri böyle derinden etkileyen bir olayı konu olarak işler. Bu, vatan toprağının bütün-lüğünü ve özgürbütün-lüğünü kaybetmekle burun buruna gelen bireylere, başlarına geleceklere dair bir uyarıdır. Şiirde “tecavüz” kelimesi açıkça ifade edilmez fakat “ırz düşmanı”, karnı deşilmiş kadınlar gibi ifadeler ve tasvirler bu çağrışımı yaratmak için kullanılır. Bu kelimenin açıkça kullanılmaması bile tecavüzün hem buna maruz kalan kişi hem de onun yakınları tarafından ne derecede büyük bir tabuya dönüştürüldüğünün kanıtıdır.

“Hereke Fatihi Ali Bey” (1918) bir kahramanlık hikâyesidir. Savaş sırasında hi-sardan atılan bir ok, Ali Bey’in gözüne isabet eder. Tarifi imkânsız bir acı duymasına rağmen Ali Bey, oku gözünden çıkarır. Aslında bunun üzerine acının daha da çok artması gerekir fakat bu güçlük Ali Bey’i yıldırmaz. Ali Bey, ne olursa olsun savaşa devam edeceğini söyler. Bir gözünden kanlar akar, diğer gözü ise duyduğu acı dolayısıyla şimşek şimşek çakarken o yine de tüm bunları umursamaz ve mücadeleyi sürdürür.44 Görüldüğü üzere, söz konusu savaş olunca acı arka planda kalır. Normalde bu, bir insanın dayanabileceği bir acı değildir. Ama Ali Bey’de ne sızlanma ne de korku var-dır. Burada şu mesaj veriliyor askere: Bizim ecdadımız böyle acılara rağmen savaştan kaçmazdı, yılmazdı. Sen de öyle yap. Ali Ekrem, askerler için hazırladığı, “Ordunun Defteri” adını verdiği kitabında bunun gibi birçok şiirle onlara cesaret vermeyi hedef-ler. Çünkü savaş sırasında bedenen çekilen acılardan sızlanmak bir zayıflık göstergesi olarak algılanır. Askerden, tüm acılara dayanması, gerekirse vatanı uğruna bedenini bile feda etmesi beklenir. Bu nedenle Ali Bey’in çektiği acı çok kıymetlidir ve onun bu acıya dayanması onu büyük bir kahramana dönüştürür.

43 Corbin vd., Bedenin Tarihi III. Bakıştaki Değişim: 20 Yüzyıl, s. 256 44 (Bolayır), Ordunun Defteri, s. 82.

(24)

Servet-i Fünun döneminde bedenin çektiği acıların şiirlere nasıl yansıdığı, nasıl geliştiği, değiştiği ve bu acının kaynaklarının neler olduğuna dair, seçtiğimiz şairler üzerinden incelemeler yaptık. Savaşlar, ülkenin içine düştüğü sosyal ve siyasal buna-lım, şairlerin marazi karakterleriyle birleşince ortaya böyle karamsarlık dozu yüksek şiirler çıkmıştır. Bu dönemde çoğunlukla bireysel kökenli acıların bedeni tahrip ettiğini söylemek mümkündür. Bu dönemde acının kaynağının çoğunlukla hastalık ve aşk oldu-ğunu gördük. Hastalıkların şiirlere bu derecede yoğun girmesinde Batı şiirinden gelen değişimin etkisinin olduğunu tespit ettik. Bu değişimin özellikle hasta bedene bakışı etkilediğini fark ettik. Çünkü normalde acıma ya da iğrenme duygusuyla yaklaşılan hasta beden, bu dönemde ölüme yakınlığı dolayısıyla ayrı bir güzelliğe sahip olarak tasvir edilir. Bu solgunluk ve güçsüzlük bedene ayrı, ruhani bir güzellik katar. Şairler bunu, sanatsal dozu yüksek, parlak tasvirlerle dile getirir. Aşk, bizim geleneğimizde de var olan bir acı kaynağıdır. Bu, gönüllü olarak çekilen bir acıdır. Divan şiirinden Servet-i Fünun dönemine doğru geldiğimizde âşık tipinin sahip olduğu bedenin anla-tımında pek de değişiklik yaşanmadığı görülür. Hatta âşık ve hasta bedenler arasında yakın ilgiler kurulduğu dikkatlerden kaçmaz. Hasta bedenin anlatımında öne çıkan organlara, âşık tipinin anlatımında bir de kanlı gözler eklenir. Gözler, yaşlıdır, ağla-maktan kızarmıştır. Kanlı yaşlar döker. Dönemin şiirlerinde anlatılan karakterlerin birçoğunun üzüntülü, sıkıntılı, kaygılı olduğu dikkatlerden kaçmaz. Acının kaynağı bir de nereden geldiği her zaman tam olarak anlaşılamayan bu kederdendir. Şair bunun için çeşitli sebepler gösterse de şiirlerdeki aşırı duygusal karakterlerin doğasının da bu marazi bakış açısını, bu iç sıkıntısını ortaya çıkardığını düşünmeden edemeyiz. Geçim sıkıntısı, dilencilik, kötü yola düşme, savaşta yaralanma, şehit olma gibi sebepler de çekilen acıların diğer kaynaklarıdır. Bunların hepsi önce insan psikolojisini sonra da insan bedenini derinden etkileyen faktörlerdir. Sadece bunlara maruz kalanlar değil, bu kişileri tanıyanlar, bu olaylara şahit olanlar da bu acıdan nasibini alır. Bu örnekler Servet-i Fünun döneminden sonrasına kadar uzanır. Bu dönemde gelenekten farklı olarak, meyhanenin, alkolün ve onu tüketen insanların olumsuz bir algıyla ele alındığı görülür. Divan şiirinde sıkça ve olumlu olarak anlatımı yapılan içki ve meyhaneyle ilgili bu algının bu dönemde yıkıldığı dikkati çeker. Sarhoş bireylerin hem maddi hem manevi olarak kirlenmiş, acı çekmekte olan hastalar gibi anlatıldığı görülür. Ayrıca bu dönem şiirlerinde anlatılan erkek karakterler oldukça duygusal, içli, her an ağlaya-bilecek durumda, hayat karşısında güçsüz ve kırılgan yani aşırı derecede melankolik olarak tasvir edildiği görülür. Böyle bireylerin çektiği acılar ise onların bedenlerine normalden daha fazla zarar verir.

Referanslar

Benzer Belgeler

T vuran Garip Akımı'nı Orhan Ü R K Şiiri'ne damgasını Veli Kanık ve Oktay Rifat ile birlikte kuran Edebiyat duayeni Melih Cevdet Anday dün akşam 87 yaşında M arm

Kişinin, savunma seçeneklerini değerlendirebilmesi için, öncelikle kendisine yönelik suçlamanın varlığını, hakkında bir ceza davası açıldığı- nı bilmesi

(1) Bu çehre ķıyāfetinde šoġrılıķ ve ŝāf-derūnlıķ meˇmūl olamaz (2) çeñe azıcıķ söbü ve küçük olması ol kimsede (3) ŝadāķat olmadıġına ve aġız

Amaç: Bu çal ış mada faktör analizi temel al ı narak maninin fenomenolojik alt tipleri incelenmi ş tir.. Anahtar kelimeler: Temperament, mizaç özellikleri, maninin fenomenolipik

regions: the internal region (with radius r c ), where nuclear forces are important, and the external region, where the interaction between the nuclei is governed by the

3 yıl süreyle, randomize, plasebo kontrollü yapılan bir çalışmada 594 diyabetik nöropatili hastaya günlük 150 mg epalrestat uygulanmasıyla mediyan motor sinir ileti

İşte o gün bugün Abdülhamid Han’ın di­ linde Canan Kadmefendi’nin adı Nona idi; ve karşılaştığı bütün güçlüklerin çözümünü Nona’sm- dan

Sonuç olarak; bacak ağrısı şikayetiyle hastaneye baş- vuran hastalarda ayırıcı tanıda vasküler patolojiler düşünülmeli ve günümüzün tüm ileri teknolojik tanı