• Sonuç bulunamadı

Bir Beyazıt Meydanı vardı!..

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Bir Beyazıt Meydanı vardı!.."

Copied!
6
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Karşınızda o kırk yıllık sevgili dostun sıcak

ve ta n ıd ık yüzü y e rin e Üçüncü Tepe nin

üzerinde kaygısızca o tu ran kam buru gö ­

receksiniz. Belki de koşarak kaçmaya baş­

layacaksınız, kim bilir?

Bir Beyazıt

SUNUŞ

Kaziıçeşme’nin taşınması, Mithat- paşa'nm çimleri, taksimetre takılsın mı tartışmaları yanında İstanbul gaze­ telerinin 40 yıldır değişmeyen konula­ rından biri de Beyazıt Meydanı düzen­ lemesidir. Güngör Gönültaş da bu ko­ nuda kim b ilir kaç haber yazmıştır. An­ cak bu arada bir şey daha yapmış ve günlük haberle yetinmeyip meydanın 500 yıllık tarihine dalmıştır. Yıllar sü­ ren bir araştırma sonunda bu yaz! di­ zisine kaynak teşkil eden yapıt ortaya çıkmıştır. Bugünden itibaren okuyaca­ ğınız dizide, meydanın sadece imar ve şehircilik yanını değil, insanları ile bir­ likte “başından gelip geçenleride bu­

lacaksınız.

c J i f ı r » ]

ULEMA'NIN GEÇİT RESMİ.

M eydan vardı!..

Y A Z A N : GÜNGÖR GÖNÜLTAŞ

mm

ÇÜNCÜ Tepe’nin

kamburu-U

nu bilmem tanıyor musu­nuz?

Hani duraklarında sevgili beklediğimiz. Hani ulu ıhla­ murların gölgesinde nargi­ le fokurdatan ağabeylerimi­ zi özenle seyrettiğimiz. Ha­ ni yağmurlar altında, renkleri her sonbahar­ da biraz daha küflü yeşile dönen teneke masalarında, demli çaylar yudumladığımız. Hani Sait Faik gibi Havuzbaşı’nda volta atıp, Harbiye-Fatlh tramvaylarını izlediği­ miz. Hani “devrim marşları” söyleyerek coplanıp, kurşunlandığımız o güzelim Be­

yazıt Meydanı var ya! Bilmem anımsıyor

musunuz?

üçüncü Tepe nin ilginç öykülerinden bi­

risi de devleti iflastan kurtaran ihtiyar

imparator Anastadiosun 477 lerde ver­

gilere kızan halk tarafından taşlanıp

yerlerde sürüklenmesi, heykellerinin

parçalanmasıdır

Gel gör ki ne o güzelim.meydandan ve alımlı çalımlı tramvaylardan ne bir eser kal­ mıştır ne de bir şarkı gibi kulaklarımıza gelen

“Dan dini dan dan, çekilin yoldan”. Peki ya

o dillere destan fıskiyeli mermer havuza ne olmuştur? Ya Küllük nerededir Tanrım?! Ve sanki ne kalmıştır o canım Beyazıt Meyda- nı’ndan geriye? Hiç! Belki bir masal, belki de s ...

olur

ı ı u a ı ı y c ı ı y e ; n n * : d ö i m u n illetken, U C I M

şarkıdaki gibi “Dilime dolanan ıstırap ir’. Köşelerine çekilip anıları ile

yaşayan-ların düşlerinde ya da eski fotoğraflarda.. Eğer bir gün yolunuz düşerse ve biraz da gönlünüz acılara dayanıklı ise, kırk yıl­ lık eski dostunuz Beyazıt Meydam’nın or­ tasında, kendinizi bir PolonyalI turist gibi yapayalnız ve aval aval bakınırken bulacak­ sınız. Önce kalbinizin daraldığını, sonra

500 yıllık tarihin izlerini taşıyan Beyazıt Meydanı, şimdilerde PolonyalI ve Roman­ yalI turistlerin (!) otoparkı oldu.

rinde incelemeler yapan zamanın Ayasof- ya Müzesi Müdürü merhum Muzaffer Ra-

mazanoğlu, bunun asırlar öncesi açılmış

olabileceğini söylüyordu. Lahdin yan tara­ fındaki kitabenin sağında bir ziyafet sah­ nesi, solunda ise ağlayan bir kadın vardı. Altı satırdan oluşan kitabesi, Incil lehçesi ile yazılmıştı ve şöyle diyordu:

“Altmış beş yıl yaşamış olan Dion’un oğlu Alexandras. On sekiz yıl yaşamış olan kızı Alexandris”.

ayaklarınızın sizi geri geri götürmeye baş­ ladığını sezeceksiniz. Karşınızda o kırk yıl­ lık sevgili dostun sıcak ve tanıdık yüzü ye­ rine, Üçüncü Tepe’nin üzerinde kaygısızca oturan kamburu göreceksiniz. Belki de ko­ şarak kaçmaya başlayacaksınız, kim bilir?.. Sayısız kez hoyrat ellerin alt üst edip yaz-boz tahtasına dönüştürdüğü o güzelim meydan, şimdi sakat doğmuş ve yıllardır kendi kaderine terk edilmiş çocuğunuz gi­ bidir. Üçüncü Tepe’nin üzerine çöreklen­ miş ve her gün biraz daha çirkinleşen bir kambur gibi.

Oysa, meydanların da öyküleri vardır. Paris’te Concorde ve Etoil, Londra’da Tra­

falgar ve Picadilly, Roma’da Esedra, Mos­

kova’da Kızıl Meydan ve Venedik’te San

Marko ne iseler, İstanbul’da Sultanahmet

ile Beyazıt meydanları Qdurlar.

İnsanoğlunun 16 yüzyıllık yaşam öykü­ sünün sahnelendiği Üçüncü Tepe’de Be­ yazıt Meydanı tarihin güngörmüş ve ölüm­ süz tanıklarından birisidir.

ÖYKÜLER TEPESİ

Şu bizim eski İstanbul’un ünlü yedi te­ pesinden belki de en çilekeşi Beyazıt Mey- danı’nın da üstünde oturduğu Üçüncü Te- pe’dir. İsterseniz hadi gelin bu öyküler te­ pesinin öyküsüne; “bir varmış, bir yokmuş” diyerek birlikte başlayalım. Zira bu öykü, Isa’dan sonra ta 4. yüzyıla kadar uzayıp gi­ diyor. Bu öylesine bir öykü ki masallar, ef­

saneler, olaylar ve anılar dizisi olarak gü­ nümüze dek süregeliyor.

Bir zamanlar İstanbul’un Üçüncü Tepe’- sine “ Forum Tauri” deniliyordu. Meydana verilen bu ad ise bir boğa heykelinden kay­ naklanıyordu. Bergama'dan getirildiği söy­ lenen bu heykel, bakırdan yapılmıştı. Ço­ ğu kaynaklara göre, o zamanlar haydutlar ve caniler, bu bakır boğanın içinde “kebap

edilmek suretiyle” idam ediliyorlardı. Ön­

ce bakır boğanın karnındaki kapak açılıyor, suçlu, buradan boğanın İçine sokuluyordu. Sonra kapak kapatılıyor ve bakır boğanın altındaki odunlar yakılıyordu. Güçlenen ateş bakır boğayı kızdırmaya başlayınca, zavallı mahkûm, yanan etlerinin acısıyla feryat etmeye başlıyordu. Bu sesler, boğa­ nın ağzından kızgın bir hayvanın böğürtü­ leri gibi çevreye korku salarak yayılıyordu. Boğanın karnında giderek kebap olan mah­ kûm, burnundan duman olup çıkmaya baş­ lıyor, bu korkunç sahnenin seyircileri ise boğanın canlılık alametleri gösterdiğine inanıyorlardı. Forum Tauri, o günlerde özel bir cehenneme dönüyor, olay, idam edile­ nin ünü ile eşdeğerde öyküleşiyordu.

Beyazıt Meydanı’nın çok eski adların­ dan birisinin de “Alexandria” olduğu söy­ leniyor. Bir efsaneye göre, Büyük İskender ile kızı, hâlâ Üçüncü Tepe'nin üzerinde ya­ tıyorlar.

İstanbul Üniversitesi’ne ek bazı yapıla­ rın, 1948’lerdeki temel kazıları sırasında, yer yerinden oynamıştı. Sebebi de kazı sı­ rasında bulunan bir lahid idi. Lahdin

üze-Önemli bir arkeolog olan merhum Ra-

mazanoğlu, o yıllarda bu konuyu bir gaze­

teye yazdığı makalade titizlikle işliyor ve özetle şöyle diyordu:

“ Kim bilir belki de İstanbul’un üçüncü tepesine, bu şövalyenin ismine dayanarak Alexandria denilmişti. Tarih, bu tepe üze­ rinde Büyük İskender’e ait bir stelenin de bulunduğunu kaydeder. Tarihin kaydettiği bu stele belki bulunan bu bizim lahiddir.”

MEYDANIN İLK DÜZENLEMESİ

Üçüncü Tepe’nin üzerindeki ilk düzen­ lemenin, Roma devrinde 4. yüzyılda İmpa­ rator Konstantin döneminde yapıldığını söylüyor Prof. Semavi Eyice. Ünlü hocaya göre, esas büyük meydan, sarayın, hipod­ romun ve Ayasofya’nın arasında yer alır.

Meşe Caddesi, işte buradan başlar. Kons­ tantin, şehri yeniden kurarken kendi adına

da bir meydan yaptırır. Bu oval meydanın ortasında da kendi heykeli vardır. Bugün­ kü Çemberlitaş, bundan sonra da cadde 2. bir meydana ulaşır. Bu “Teodosyüs Mey-

dam”dır. Bu büyük meydan ise bugünkü

Beyazıt Meydanı’dır. 1. Teodosyüs tarafın­ dan yaptırılmıştır. Forum Tauri meydanı da denilir. Ortalama 393’de yapımı bitm iştir. Meydanda üzerinde Konstantin’m heykeli olan bir anıt vardır. Çevresinde imparator- run çeşitli savaşlarını yansıtan kabartma­ lar bulunan anıt, Roma’daki benzerleri gi­ bi mermerden yapılmıştır. İçinden merdi­ venle tepesine çıkılmaktadır. Bu anıt 16. yüzyıl başlarında “Korkunç Kıyamet” de­ nilen İstanbul’un görüp geçirdiği en büyük depremlerden birinde yıkılmıştı.

Prof. Semavi Eyice, meydanın süslü ka­ pıları olduğunu, bunların anıtsal nitelikler taşıdıklarını da söyler. “Mesela imparator

atlı heykellerinin de meydanda bulunduğu­ na dair bilgiler var” der, şöyle devam eder:

“ 1- Teodosyüs’ün oğulları Arkelliyus ve Honaryüs’ün de meydanda heykelleri oldu­ ğu söylenir. Nitekim, Arkelliyus’a ait oldu­ ğu sanılan bir heykel başı bulunmuştur. Bil­ diğimiz kadarıyla meydanın kenarlarında, Kapitolyum denilen devlet binası İle Bazi­ lika denilen ticaret binaları vardır. 1946-47 yıllarında üniversite binalarının yapımı sı­ rasındaki kazılarda, bu yapılara ait kalıntı­ lar elde edildi. Meydanın boyutlarının 200 metre kadar olduğunu ama bütün Bi­ zans devrinde yaşadığını sanmıyorum. Anıt girişlerinden birine, ’Zafek Takı’ diyorlar. Leon devrinde yanan Bazlllka’nın, 80 met­ re boyunda, 26 metre eninde sütunları 8 metre yüksekllğlndedlr. Kapitolyum ise 425’lerden altıncı yüzyıla kadar gelmiştir. Bugünkü üniversite bir bakıma bu gelene­ ği sürdürmüş oluyor. Buradan, kentin iki ana caddesi başlıyor. Bunlardan biri Fatih, diğeri Yedlkule’ye gidiyor. Yedikule’ye gi­ den Zafer Caddesi olup mermerli kapı de­ diğimiz tören kapısına ulaşıyor. Bu yol, as­ lında Batı’dan, Roma’dan gelen şehirler­ arası yolun başlangıcı sayılabilir. Bu cad­ de, kapıdan girdikten sonra Meşe Cadde­ si olarak isimleniyor ve Sultanahmet Mey- danı’na kadar uzanıyor. Orada, 'Milion

Anıtı’ dediğimiz o devirdeki kilometretaşı 'başlangıç noktası’na varıyor.”

VERGİLERE KIZAN HALK

Üçüncü Tepe'nin İlginç öykülerinden birisi de devleti iflastan kurtaran ihtiyar imparator Anastadios'un, 477’lerde, vergi­ lere kızan halk tarafından taşlanıp, yerler­ de sürüklenmesi, heykellerinin parçalan­ masıdır.

Bazı tarihçilerde 1204'te imparator Ale-

xios Murtzuphlus'un burada Latinler tara­

fından gözlerinin oyulduğunu ve anıtının üzerinden aşağıya atıldığını yazıyorlar.

Bizim ünlü gezginimiz Evliya Çelebi de Üçüncü Tepe'den bahseder. Kuşlar ve hay

' ibadetle vanlarla birlikte yaşayan, v a k tin i______ geçiren bir havari vardır burada. Havari Şe-

mun, buraya kendi adıyla anılan bir kilise

de yaptırmıştır. Her tarafı ağaçlıklarla çev­ rili kilisesi için, Havari Şemun, bir kuyu da açtırmıştır. Bu suyun, etrafı surlarla çevri­ li eski İstanbul’un, en iyi suyu olduğu söy­ lenir. Hatta Cemil Bey’in ünlü hatıratında,

Fatih Sultan Mehmet'in ömrünün sonuna

dek bu suyu içtiğinden söz edilir.

YARIN:

KENTİN YENİ EFENDİLERİ

(2)

2 OCAK 1991

Y A Z A N : CÜNCÖR GÖNÜLTAŞ

Camiin birer şerefeli iki

minaresi, 120 öğrencili

medresesi, dört fil ayağı

üzerine oturan 20 pence­

reli muhteşem bir orta

kubbesi vardır. Kapıları

ahşap oymalı, sütun baş­

ları birbirinden güzeldir.

Bir sanat şaheseri mihra­

bının üzerindeki ayet-i

kerime, şeyh Hamdul­

lah'a a ittir

m m m Km m m m m m m m m m

% ^ ZERİNDE Roma ve Bizans'ın

U

ünlü fırtınaları esen Üçüncü Tepe’yl, İstanbul’un yeni sa­ h ib i genç padişah Fatih

Sultan Mehmet, terkedilmiş

olarak bulmuştu. Eski senato sarayı, kral anıtları, muhte­ şem giriş kapıları, Bizans'ın 5. yüzyılda kurulmuş Yüksek Hukuk Okulu ­ nun yerinde yeller esiyordu. Forum Taurl

Meydanı, bir sürü ad ve kılık değiştirerek iş­

levini yitirmişti. Yıkıntılar ve ağaçlıklarla kaplı üçüncü tepe hırsızların, uğursuzların barınağı olmuştu.

Kentin yeni efendileri, genç sultan için 3.tepeye ijk kazmayı 1457'de vurdular. Bugün İstanbul Clniversitesi’nin bulunduğu yerde,

Eski Saray ya da bilinen diğer adıyla “8a- ray-ı Atik” bir büyük ahşap yapıydı. Köşkler,

hamamlar ve her türlü hizmet birimlerini içe­ riyordu. Bazı tarihçilere göre, etrafını 1520 metre uzunluğunda sur çevreliyordu. Dört kapısından birisi, harem ağalarının deneti­ minde tutuluyordu. Genç padişah, üçüncü

tepeye halkın ev yapmasını teşvik ediyordu. Eski Saray, Topkapı Sarayı’nın yapımına ka­

dar tüm saltanatını sürdürdü. Padişah, gözde haremleri ve yakınlarıyla burayı terkedene dek. Artık Eski Saray’da akan zamanla, ölen padişahların eşleri, oğulları, kızları, cariye ve gözdeleri yaşar oldular. Eski Saray, salta­ natı bitenler için, yüzyılın en büyük çile evi olmuştu. Artık bu gözden ve gönülden çıkan ünlü kadınlar ve erkekler, çok sayıda harem ağası, hizmetkâr ve baltacılarla bir arada yaşıyorlardı. Bunların tek görevleri, gözden düşmüş olsalar da eski efendilerini korumak­ tı. Yılın b e lirli günleri, padişahlar eski yakınlarını ziyaret ediyor, bayramlaşarak, kendilerine ayrılan bölümde bir süre kalarak, onurlarına düzenlenen eğelencelerle, hiç değilse o günlerde çileli ünlülerin gönlünü almaya çalışıyorlardı.

KÖSEM SULTAM IN ÇilESİ

Saltanattan düşen ve Eski Saray'a yerle­ şen kadınların en güzeli ve ünlüsü Kösem

Suttan’dı. Genç yaşında kocası I. Ahmet ölün­

ce güzel bir dul olarak kapandığı çile evinde

Kösem Suttan’ın da bütün umudu,diğer hase­

ki sultanlar gibi oğlunda idi. Genç ve güzel dul, Eski Saray'da 33 yaşına kadar bekledi. Oğlu 4. Murat tahta çıkınca, Kösem Sultan da “Valide Sultan” olarak Beyazıt'tan Topka- pı Sarayı’na doğru, âlayuvâlâ ile taşınarak muradına erdi.

Eski Saray ise durmadan yanıyor, onarı­ lıyordu. Nihayet, Yeniçeri Ocağı'nın kaldırıl­ masıyla kaderi değişti. Ocağın yerine kurulan ve "AsAklr-l Mansure-I Muhamme-

dlyye” -denilen askerlere verildi. Çile evinin

ünlüleri de Topkapı ve Çlfteearaylar’a yerleş­ tirildi. Yaklaşık yarım asır sonra yıkılıp, yeniden yapılarak Harbiye Nezareti oldu. İn­ şaatı, zamanın Bağdat Valisi Namık Paşa bitirdi. Bir söylentiye göre paşa, topladığı üç yüz bin lira ya da on bin kese hasılatı, kırk katıra yükleyerek İstanbul'a gelmişti. Paşa, bu paraları bahçenin ortasına kurduğu bir çadırda sarf ederek binayı bitirdi. Ama, hiç kimseye bir şey koklatmadığı İçin muhalifle­ rini kızdırmıştı. Bakanlar Kurulu’nda “İşret

vardır, günahtır” İddialarına Yusut Kâmil Paşa, "Allah, Namık Paşa’dan razı olsun. O para sizin elinize düşse emsali gibi altından girer üstünden çıkardınız” diyerek cevap

verdi. Daha sonra Paris'ten dönen Padişah

Sultan Azlz’ln emriyle, şimdiki kapıları yapıl*

t t ı

• •

f j

16. asırda Beyazıt Meydanı, eski saray kapısı ve meydanın salaş hali.

Eski s a ra y s a lta n a tı b ite n ­

le r için y ü z y ılın e n b ü y ü k

çile e v i o lm u ş t u . A r t ı k b u

g ö z d e n v e g ö n ü ld e n çı­

k a n ü n lü k a d ın la r v e e r ­

k e k le r ç o k s a y ıd a h a r e m

a ğ a s ı, h i z m e t k â r v e b a l­

ta c ıla rla b ir a r a d a y a ş ı­

y o r la r d ı

dı. Merhum Ord. Prof. Süheyl Ünver, Eski Saray’ın eski kapılarına,bir makalesinde ya­ na yakıla değinir. Eski kapıyı, BabIali’nin Soğukçeşme Sokağı na açılan şimdiki kapı­ sına benzetir. Ne var ki, Eski Saray’ın da, içindeki yaslı ünlülerin de çilesi bitmiştir. Yeni yapı ise, 1870‘den -koca OsmanlI İmpa­ ratorluğumun tarih sahnesini terk ettiği- 1922'ye kadar Milli Savunma Bakanlığı ola­ rak işlevini sürdürmüştür.

BAYEZİD-İ VELİ VE CAMİİ

Türklerln meydandaki ünlü yapıtlarından biri ise İkinci Bayezkt’in yaptırdığı Beyazıt

Camll’dir. Mimari tarihimizde, klasik devrin

öncüsü sayılan yapıtın, aradan 490 yıl geç­ mesine karşın hâlâ “mimarbaşı" belli değil­ dir. Önce Mimar Kemalettln ve Mimar

Hayrettin sonra Yakup Şah b.Sultan Şah ol­

duğu ileri sürülmektedir.

- Camiin birer şerefeli iki minaresi, 120 öğrencili medresesi, dört fil ayağı üzerine

oturan 20 pencereli muhteşem bir orta kub­ besi vardır. Kapıları ahşap oymalı, sütun başları birbirinden güzeldir. Bir sanat şahe­ seri mihrabının üzerindeki ayet-i kerime,

Şeyh Hamdullah’a aittir. Camiin 24 kubbeli

avlusu, yeşil, gri, pembe ve kırmızı granitler­ den yapılmış 20 sütun üzerindedir. Sağdaki minaresi “Selçuklulardan Oamanlı’ya geçi­

şin İstanbul’daki tek örneği” kabul edilir.

Mihrabın sağında Bayezld-I Vell'nin, solunda ise kızı Selçuk Hatun’un türbeleri görülür. Kaynaklara göre, 1505-1506 yılında biten ca­ miin, o dönemde 600 kese altın yıllık geliri vardır.

ŞU AVAClMA BAS!

Beyazıt Camii'yle ilgili iki güzel öykü vardır. Camiin temeli atıldığı zaman Mimar

Hayrettin, Padişah İkinci Bayezld’e “Sulta­ nım” der, “Bir maruzatım var. Acaba mihrabı nasıl kuralım emredersiniz?” Bayezid-I Veli

mimarına döner, “Şu ayağıma bas!” der. Korkup, tereddüt eden Mimar Hayrettin, pa­ dişahın ısrarı üzerine, dediğini yapar. Yapar ama, şaşkına döner. Padişahın ayağına bas­ tığında, Kâbe'yi görmüştür. Hemen Bayezid-I Vell’nin ayaklarına kapanır.

İLK CUMA ÖYKÜSÜ

Camiin açılışında sorun, ilk cuma nama­ zını kimin kıldıracağıdır. Büyük kalabalık, merakla beklemektedir. Namaz başlamadan

Bayezld-I Veli, cemaate dönerek konuşmaya

başlar. “Ey cemaat” der. “Aranızda, bütün

ömründe, İkindi ve yatsı namazlarının sün­ netlerini hiç kaçırmamış olan kim varsa, gelsin o İmamlık etsin.” Padişah İkinci Baye- zld bekler. Ne bir ses, ne de kıpırdayan biri

vardır. O zaman, yüksek sesle, “Çok şükür”

ÜNLÜ BİR ŞEYHÜLİSLAM

Beyazıt Medresesi'nin ilk müderrisi

iseŞeyhülIslam Ali Cemali Efendi'dir. Kendi­

sinden fetva almaya gelenleri bekletmemek amacıyla zembilini penceresinden sarkıttığı için, Zembllll Ali Efendi olarak ünü günümüze dek gelmiştir. Bayezld-I Veli, öfkeli Yavuz

Suttan Selim ve Kanuni Suttan Süleyman'a

24 yit hizmet veren Ali Cemali Elendi, Yavuz

Sultan Sellm'in hışmından 150 kişinin canını

kurtarmıştır. Bir suiistimal nedeniyle, padi­ şahın katlini emrettiği hazine memurlarının canını kurtarabilmesi için şeyhülislamdan yardım istenmiştir. Zembllll, usul ve yasalara uygun olmamasına rağmen saraya giderek maruzatı olduğunu söyler. Huzura kabul edi­ lir Maruzatını arz ederek “Bu biçarelerin

katileri muvafık değildir” der. Demesiyle de

mütalaasına kızan padişahın öfkesini duyar:

“Sizin bu sözünüz, saltanat umuruna müda­ hale ve taarruz olup padişahlarla bu husus­ larda görüşmek edebe ve terbiyeye aykırıdır.” Ne var ki, azarlanan şeyhülislam

pabucu bırakıp kaçmaz. Şöyle der: “Filhaki­

ka padişahların İşlerinde müstakil olmaları ve müdahaleden âzâde kalmaları lazımdır; fakat İşlerinde müdebbir, tecrübeli, kemal ehil olanlarla müşavere etmeleri zaruridir. Aksi İse memleketin sararmadır. Benim mü­ racaatım, saltanatınız İşine müdahale değil­ dir. Belki umur-ı ahlrettnlze hizmet olup, bunu böyle söylemek bana lazımdır ve benim vazifemdir. Bunların kanından geçerseniz ne âlâ, geçmezseniz Allah indinde mesulsü­ nüz”

öfkesi ile olduğu kadar akl-ı selimi ile de ünlü Yavuz, şeyhülislamına hak verir,

“Peki” der. “Affettim.” Şeyhülislamın gide­

rayak “ İşlerine İadeleri” yolundaki zarif iması ise hoşgörülmez. Yeniden azarlanan şeyhülislam da uzatmaz “Orası size aittir.

Bizim muvaffak olduğumuz nesne bize ye­ ter” deyip huzurdan çıkar.

PADİŞAHIN YOLUNU ÇEVİRDİ

Yine Yavuz devrinde, padişahı Edirne'ye yolcu edip dönen şeyhülislam, elleri bağlı 400 kişinin götürüldüğünü görür. Bunlar, pa­ dişahın men etmesine rağmen aldıkları ipeği yurt dışına götürmek isteyenlerdir. Hemen geri dönen Ali Cemali Elendi, Padişah ın yo­ lunu keser “ Bu halin zulüm olduğunu” söyleyip. “Memurun bunlara İpek vermesi

hükümdarın rızası olduğuna delildir” diyerek

itiraz eder, padişahı selamlamadan geri dö­ ner. Karşı çıkışa canı sıkılan Yavuz, atı üzerinde uzun uzun düşünür. Şeyhülislamın cesaretine hayret eden vezirler korku içinde­ dir. Yavuz, bu hal içinde Edirne'ye kadar gider.

Dört yüz kişi affedilmiştir.

Y U H : ARABADAN ATLADIM

SABİ

KIZI SAKLADIM

Beyazıt Camii avlusunda b ir zamanlar...

der. “Gerek barış, gerekse savaş alanların­

da olsun, sünnetlerimizi bırakmadık.”

Mihraba doğru ağır ağır yürür Bayezld-I

Veli kendi yaptırdığı camii'in imamı olarak,

ilk cuma namazını kıldırır. B J lf lf ! »J

UlEMA'NIN GEÇİT RESMİ,..

FATİH SULTAN MEHMET, İSTANBUL'U ALDIĞINDA,

2 l

BUGÜN İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ’NİN BULUNDUĞU

YERDEKİ AHŞAP SARAYA YERLEŞTİ

(3)

V A Z A N : GÜNGÖR GÖNÜLTAŞ

'HIM GEÇİT RESMİ..

BİR İDDİAYA GÖRE, THEODOSİUSUN ANITI YIKILIP

TAŞLARINDAN H A M A M YAPILINCA BÜYÜ BOZULMUŞ

VE VEBA SALGINI BAŞGÖSTERMİŞTİ

“ Arabadan adadım

sankızı

sakladım ”

O

NBEŞİNCİ asrın Beyazıt Meydanı’nda yazma kitap satıp, fal açan Divan edebi­ yatımızın ünlü şairi Zati’nin küçük bir dükkânı vardı. Ulu Çınar’ın altındaki bu dükkâ­

na “Zati’nln Remllhanesi” deniliyordu. İh­ tiyar şairin dükkânı genç şairlerin uğrağıy­

dı. Baki ve Âşık Çelebi bunlardan ikisiydi.

Âşık Çelebi, bir gün elinde asası ile

dükkândan çıkmakta olan ihtiyar şaire rast­ lamıştı. Elleri, dudakları titriyordu. Çelebl- nin yüreği burkulmuştu. Dayanamamış,

“Bu ne haldir?” gibilerden hal hatır sora­

cak olmuştu. Koca şairin yanıtı ise iki mısra idi:

“Yiğitlik cevherin elden yitirdim kani Eğilip ararım şimdi bulmam neyleyim anı.”

BalIkesirli, eski çizmeci, koca şair, re- milhanesinde devrin büyüklerine kasideler yazar, genç şairlerden Baki’yl severdi. Bir gün onun getirdiği bir şiiri çok beğenmiş, ama onun yazdığına zor inanmıştı. İhtiyar şair işte bu küçük remilhanesinde, kitap sa­ tıp, fal açarak geçinip gitm iş ve bu dünya­ dan göçmüştü.

KU KU Lİ BAHAR

O yıllar, Beyazıt Camii avlusu rengâ­ renk, zengin Ramazan sergileriyle de ünlü idi. Sergilerde, eski dünyanın dört tarafın­ dan gelmiş, çeşit çeşit yiyecekten her tür­ lü mala kadar her şey bulunurdu. Camie Kuran ya da vaaz dinlemeye veya namaz kıl­ maya gelenler, ağzına kadar sebze, meyve, tatlı, her çeşitten baharat, Hereke halı ve seccadelerinden bağa kutu, billur kâse, gü­ müş tabaka, nargile ve kehribar tespihler­ le, ağızlıkla dolu sergileri gezemeden ede­ mezlerdi. Bayrama doğru görülmemiş bir kalabalık olurdu. 1923lere kadar yaşayan sergiler için Muammer Zekâ! Tunçman,

“Çok renkli olurdu. Kapıdaki Hintli satıcı­ ları hiç unutamam. Bahar satar ama koku­ lu diyemedikleri için ‘ku ku İP diye bağı­ rırlardı” der.

ARABACI CAMLI

ALACAHAMAMLI

Eski İstanbul yaşamını yansıtan yazıla­ rıyla ünlü yazar Sermet Muhtar Alus, mey­ dandaki bayramları öyle güzel yansıtır ki,

“Nerede o eski bayramlar?” dersiniz. İşte: “Hele öğle saatleri yaklaştı mı, Beya­ zıt Meydanı bir misli daha yükünü alır, hal­ kın çoğu yükünü alır, halkın çoğu parmak­ lığın önünde balık İstifine dönerdi. Gür gür atılacak bayram toplarını bekleyen bekle­

yene: ’düşman bağrına’ diye bağırmaya ha- ztr’r »zırlanana. O zamanlar, Haydar Bey '•iCvuzu etrafındaki tattılar falan yok. Ya-ır., r ız toprak birbirine karışıyor; kışın, çnmur dlzkapaklarını aşıyor. Beyazıt’ın dü­ rt! ve uğrak yeri olduğunu söyledik. On binlerce çocuk ağzından bir yaygara, gü­ rültü, uğultu gidiyor. İstanbul’da ne kadar sırık arabası varsa, alayı orada, üstlerine renkli astarlardan bir tente, içlerine de kı­ tık veya şilte konmuş, beygirlerin boyun­ larına çıngıraklar takılmış. Hepinin içi de pıtrak mı pıtrak. Atlara, kamçının sapıyla veriştirir veriştirmez, elebaşı arabacıda türkü hazır ‘Arabadan atiadım ben / Sarı-

kızı sakladım ben" ya da ’Arabanm üstü ha­ sır / içindeki hanım kısır / Arabacı öpme ısır." Daha eskileri ise, ‘Arabacı camlı / Ala- cahamamlı / Donini dola boynu, donini vay’

diye tuttururlarmış...”

KEKEMELERE ŞİFA DUTLAR

Beyazid-ı V eli’nin meydandaki dut ağaçları da ünlüydü. Üstat merhum Reşat

Ekrem Koçu, “ Binbirdirek Batakhanesi”

adlı eserinde, meydanın XVII. yüzyıldaki gö­ rünümünü ve ağaçlarını çok güzel anlatır

“ Beyazıt Meydanı’nın dutları, üç-dört yaşına bastığı halde konuşamayan, dili bağlı çocuklara, korkudan dili tutulmuş hastalara, kekemelere, şifa niyetine yedi- rllirdi. Bunlar kırk kadar ağaçtı. Her yıl dut

Kule yıllardır ayakta...

revüleri, kırmızı ceketli, tokalı palaska ta­ kınmış olup ellerinde kısa bir mızrak taşır, koşa koşa karakol ve tulumba sandıkları­ na yangını haber verirlerdi. Sonraları bu iş, flamalarla yapıldı. Şimdi, ışıklarıyla hava­ nın nasıl olacağını haber veriyor.

HEY CİPİ FİRAVUNLAR HEY!

Beyazıt Meydanı’nda, bugün yerinde yeller esen ünlü yapılardan birisi Zeynep

Hanım Konağı idi. Darülfünun ve Vezneci­

ler caddelerinin birleştiği noktada ünlü Mı­ sır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın 3. kızı Zeynep Hanım ve eşi Yusuf Kâmil Pa­

şa tarafından yaptırılmıştı. Paşa, kızını baş-

göz ederken damadına, söylenceye göre, yüz bin altın ve 18 ç iftlik vermişti. Onlar da İstanbul’a gelmiş ve bu konağı yaptırmış­ lardı. O zamanki parayla, konak için 90 bin altın, içinin döşemesi için ise 35 bin altın sarf edilm işti. Halk arasında konağa “ Pa­

muk Saray” deniliyordu. Bunun da nede­

ni, Mısır’da, pamuğun çok para ettiği bir dö­ nemde satılan pamuktan kazanılan para ile yapılmış olduğu yolundaki söylencelerdi.

Bir akşam üstü Yusuf Kâmil Paşa, ya­ pım çalışmalarını izlemek için konağa g it­ mişti. O sırada arkasında beliren zembilll, yaşlı bir yoksul, bir paşaya bir konağa bak­ tı. T‘Hey gidi firavunlar hey!” dedi. “Sanki

dünyaya kazık kakacaklar, bu ne biçim bi­ nadır böyle!” Paşa dayanamadı, “Evet” de­

di. “ Doğru söylersin, elbette dünyaya ka­

zık kakacak değiliz. Ama, biz bu binayı se­ nin gibi açgözlülerin gözü doysun diye yap­ tırıyoruz.”

!

YAKIN: Orti. M .

SÜHEYL ÖNYER, İLK

KIRAATHANE, SAHAFLAR.,,

Beyazıt Meydanı'nda müşteri bekleyen arabalar, arabacının dudaklarında bir türkü,

"Arabadan atladım ban, sarıkızı sakladım ban". Arkada görülen Beyazıt kulesi.

OsmanlI mimarisinin

Beyazıt'taki sivil

örneklerinden biri

Slmkeşhane idL Kentin İlk

darphanesi olan yapıda,

Fatih ilk sikkeyi

bastırmıştı

Beyazıt Yangın Kulesi olarak bildiğimiz yapıtın bir adı da “Serasker Kulesi” idi. II.

Sultan Mahmut, yeniçeri ocağının kaldırıl­

masından sonra Serasker Hüseyin Paşa- ya, Eski Saray’ın bahçesine bir yangın ku­ lesi yapılmasını emretmişti. Önce ahşap bir kule yapıldı (1828). Köşklü dehilen 25 acemi oğlan yerleştirildi. Yeniçeri kalıntı­ ları, kuleyi kasten yaktı, ilk mimarı Krikor

Amira Balyan Efendi idi. Bu kez aynı aile­

den Senekerim Balyan Efendi küfeki taşın­ dan bugünkü kuleyi yaptı. Kulede Keçeci-

zade izzet Molla’nın tarihi koşuk bir k ita ­

besi ile üstte çerçeve içinde, padişahın tuğrası ile ünlü hattat Yeserizade Musta­

fa İzzet Efendinin, ta’lik yazı ile bir man­

zumesi yer alıyordu. Mimarı, kuleyi dolma bir Osmanlı topu biçim inde çizmişti. Bu­ nu kesik piramit bir tabana oturtmuş, üs­ tüne çepeçevre pencereleri olan ahşap sa­ çaklı, kurşun kaplı, sivri külah çatılı bir kâ- gir köşk yapmıştı. Ancak bu da yirmi yıl sonra 1849’da değiştirildi. Bunun yerine üç kagir kat eklenerek, bir de demir parmak­ lıklı teras ilave edildi. 1894’te depremden zarar gördüğü için onarıldı. 256 merdiven­ le çıkılan 85 metre yüksekliğindeki kulenin, dört katı vardır. Bunlar “ Nöbet Katı”, “İşa­

ret Katı”, “Sepet Katı” , “Sancak K atl’dır.

Gündüzleri sepet, geceleri fenerle yangın İşareti verilirdi. Yangın Köşklü denilen

gö-mevsimi çarşının çıraklanndan 15’er, 16’şar yaşında ve yüzlerinde güzelliğin nuru, şim­ şek gibi 40 nafız-ı Kuran oğlan dutçu seçi­ lirdi. Küçük hafızlar her sabah Sultan Beyazid-ı Velinin hamamına girerler, yıka­ nıp boy aptesi alırlar, sabah namazından sonra da kollan sıvalı, çıplak ayaklarında takunyalar, ilahi okuyup meydanı üç defa döner, dolaşırlardı. Sonra yerlere serilmiş temiz çarşaflara dallan silkelerlerdl. Ve her çocuk, kendi silktiği dutları, ‘Sultan

Beyazid-ı Veli’nin ruhu için ’ diyerek gümüş

kepçelerle İstanbul halkına dağıtırdı.”

Küçük hafızların yıkandığı hamam, halk arasında Patrona Halil Hamamı olarak ün­ lenen yapıydı. Kesme taştan yapılmış haç biçimi eyvanlı, köşe hücreliydi. Büyük kub­ beli orta bölümü, sıcaklığı, kubbeli kare so­ ğukluğu vardı. Hamam yapılırken Theodo­

sius anıtının kalıntılarından da yararlanıl­

mıştı. Bir söylenceye göre İse, anıt ayakta durduğu sürece kentte veba çıkmazdı. Ev­

liya Çelebi, sütun kaldırıldıktan sonra İkinci Beyazıt’ın oğullarından birisinin vebaya ya­

kalanarak öldüğünü, kentte sık sık bu has­ talığın görüldüğünü yazmıştı.

XVI. yüzyılda Beyazıt Meydanı.

şumları, kemer ve eyerlere işlenen bütün sırmalar burada üretilirdi. Önce 1920’lerde

Zafer Takı’nın kalıntılarını bulmak için ya­

pılan araştırmalarda harap oldu. 1956-1960 yıllarında, Beyazıt-Aksaray yolu yapım ça­ lışmalarında yarısı yıkıldı. Ne içindeki mes­ citten ne de sebil ve okuldan eser kaldı. 1970’te Prof. Bedii Şehsuvaroğlu’nun bü­ yük gayretleriyle yeniden onarıldı.

YANCIN KULESİ

ALTIN SIRMA ÇEKENLER

Osmanlı mimarisinin Beyazıt’taki sivil örneklerinden biri Simkeşhane idi. Kentin ilk darphanesi olan yapıda, Fatih ilk sikkeyi bastırmıştı. Üç katlı Simkeşhane devletin yönetimi ve denetimindeydi. Evliya Çele­ biye göre, 161 oda ve 21 dükkânı vardı. Ayrı bölümlerde altın ve gümüş sırma çekilirdi. Bu işi yapanlara simkeş deniliyordu. Bina deprem ve yangınlarla harap olmuştu. III.

Ahmet’in Başkadını Ümmetullah Sultan ta­

rafından onarılmış, bir mescit ve zengin süslemeli sebil eklenmişti (1707). Resmi el­ biseler, sancaklar, önemli eşyalar, at

(4)

4 OCAK 1991

n * n r » ]

D U M A 'N IN EEÇII RESMİ

Y A Z A N : GÜNGÖR CONULTAŞ

Ö

LMEDEN çok önce, Beyazıt Meydanı ile ilg ili görüşleri­ ni ve anılarını öğrenmek için Ord.Prof.Süheyl Ünver’i ziyarete gitmiştim. Üniversi­ tedeki odasında ne istediği­

mi öğrenince, genç bir gazetecinin bu tür merakı hoşuna gitmiş olacak, beni ilgi ve

sevgiyle karşılamıştı. Özel kütüphane ve ar­ şivinin de önüme açılmasıyla, bu ünlü ho­ canın kültür zenginliği, beni, iki hafta ken­ disine gönüllü esir etm işti. Araştırdığım her konu, öylesine bilmediğim yanlarıyla, belgeleriyle, fotoğraflarıyla sunuluyordu ki...

Onlardan biri, eskilerin deyimi ile

“çürüklük” yenilerin deyimi ile “küllük”, bir

başkası meydanın ilk kültür yuvası olan Sa- rafim Kıraathanesi ve niceleriydi.

Hocamız Süheyl Unver de, Beyazıt Mey­ danındaki Küllük Kahvesl’nin “müdavimi” idi. O günleri anımsarken, tatlı tatlı gülmüş: Darülfünun hocaları o zaman orada topla­ nırdı. Hamit devrini konuşurduk. Hatırladı­ ğım kadarı ile kahve 20 paraydı. Bir gün Be­ yazıt’ta bir pilavcıya rastladım. Adam ba­ ğırıyordu: “Ey ahali, bugün bunu taze İken

yiyin, yann size bunu dolma, öbür gün köf­ te diye yediririm. Küllük’te o zamanki kah­ veden baktığınızda gökyüzünü göremezdi­ niz. Yemekten sonra oturulur sohbet edilirdi” demişti. Merhum ve değerli hoca­

mız, o günlerde Küllük’te Ağaoğlu Ahmet

Bey’i, Köprülüzade Fuat Bey’i, Şair Hama-

mizade İhsan, Süleyman Nazif, Fatfn Efen­

di ve ibnül Emin Mahmut Bey’i görür gibiy­

di. “Beyazıt Meydanı, eski saray, Seraflm

Kütüphanesi kıraathane’, Beyazıt Camii’n- den oluşuyordu. Camil’in avlusu hep ön planda gelmişti. Canlı, hareketli bir çarşıy­ dı. Orada her şeyi rahatlıkla bulabilirdiniz. Esnaf, tek tek halkı aldatmasın diyerek bu­ rada bir araya getirilmişti” diyordu.

MÜREKKEP VE TÜKÜRÜK VAKFI

Merhum hoca İki ilginç vakfı ise şöy­ le anlatmıştı: “Adamın biri bir zamanlar ol­

dukça fakirmiş. O zamanlarda İstanbul’da Is mürekkebi satılırmış. Adamcağız ihtiyacı olduğu halde parasızlıktan alamazmış. Sonra zengin olmuş. Bir vakıf kurmuş. Bir­ kaç dükkan vermiş vakfa ve de bir şartı ol­ muş, ‘Bunun geliri ile bir adam tutunuz. Va­

kıf en iyisinden is mürekkepleri satın alsın. Ve bu adam cuma namazlarından sonra imaret hayırı önünde beklesin. Hokkasını getirene mürekkep koysun. PTT bu vakfı yansıtan bir pul çıkartmıştır.’

Bir de tükürük vakfı var. Yere tüküren­ lere çok kızan zengin bir başka adam bu. Bu da bir vakıf kuruyor ve o da bu vakfa dükkân veriyor. Bir adam tutuluyor. Bu adam kül torbaları elinde sokakta dolaşı­ yor ve nerede tükürük görürse onu külle ör- tüyormuş.”

GERÇEK BİR FORUM

Beyazıt’ta Reşit Paşa Türbesi karşı­ sında bir zamanlar “Uzun Kahve” de dedik­ leri Sarafim Kıraathanesi, yaşadığı döne­ min canlı bir kültür merkeziydi. O günlerin gazeteleri olan Ceride-I Havadis ile Tak­ vim-! Vekayi, sonraları ise Tercüman-ı Ahval, Rûzname, Tasvir-i Efkâr, Mecmua-i Fünun, M ir’at gibi günlük gazete ve mecmualar, burada müşterilerin okuması için sunulur­ du. Naşlrlik de yaptığı söylenen sahibinin adı, Sarafim Efendi idi.

Ünlü tanığımız merhum Süheyl ünver 1968’de yazdığı bir makalesinde şöyle anlatır:

“Bilhassa Ramazan geceleri, cidden bir bezm-i şiir (şiir meclisi) ve edeb olur. Na­ mık Kemal, Sadullah, Halet, Ayetullah, Arif Hikmet, Haşan Subhi, Ali, Refik, Yusuf, Aziz beylerle, Vldinli Tevflk Paşa, Süleyman Paşa Cerlde-l Askeriyye muharriri kol ağa­ sı Hacı Raşit Efendi, Said Efendi, Kınmi de­ nen Dr.Aziz Bey, Gazi Ahmet Paşa, Maliye ve Maarif Nazırı olan Yusuf Paşa ekseriya orada toplanır, edebiyat, riyaziyat, şiir ve hülyadan siyasiyata ve içtimaiyata kadar her şeyden bahsolunur, konuşulur. Herkes yeni duyulan hadiseler, fenler ve yeni bil- ^ i î ___________________________

[4 ]

YOKSULLUK GÜNLERİNDE MÜREKKEP ALAMAYAN

BİR SANATSEVER, ZENGİN BİR KİŞİ OLUNCA

VAKIF KURUP HER CUMA NAM AZINDAN SONRA

İSTEYENE BEDAVA MÜREKKEP DAĞITMIŞTI

Edebiyat ve siyaset

"Kahveye sarhoş gelmek,

sesle konuşmak, masaya çat

vurarak bana bir kahve' diye ba

yan oturmak ayıp sayılırdı”

çat

gırmak

yüksek

gilerden duyduklarını söylerler.

1283 (1866)Ramazan’ı bu kıraathane en parlak bir devrini yaşamıştı. O sene bura­ sı, adeta bir siyasi ve içtimai kulüp haline dönmüştü. Herkesçe yeni ve işitilmemiş, medeni ve İçtimai hususlar üzerine, hazır olanların zevk ve istifadesi artardı.

O senenin Ramazan gecelerinden birin­ de, Vldinli Tevflk Paşa, Amerika’da bir sa­ kim (pek gerçek olmayan) mes’ele üzerine koşulmuş. Namık Kemal, Ayetullah ve Hik­ met Bey’den buna birer reddiye (karşılık) yazmayı üzerlerine almışlar. Ertesi akşam teraviden sonra her üçü de okunmuş Na­ mık Kemal’lnkl beğenilerek ‘Tasvir-i Efkar’- da neşri kararlaştırılmış.

KIRK PARAYA KAHVE

Burada bir fincan kahveden kırk para, yani bir kuruş alınırmış. Bu zaruri İmiş. Çünkü müdavimler esasen sayılı kişiler­ miş. Ve de gelince saatlerce oturup gaze­ teleri mütalaa ile vakit geçirirlermiş.

Sonraları Tuna, Bosna, Fırat, Envar-ı Şarkiye (Şark’ın nuru) ve Suriye gazeteleri, burada tevzi olunduğundan, vilayetlerden haber almaya susamış olanlar toplanırlar­ mış. Sarafim Kıraathanesi’ni İdare edenler, giderek taşrada bulunanlara İstanbul gaze­ telerini ve yeni yayınlan siparişler üzerine yollarlar. Bu vaziyet Sultan İkinci Abdülha- mid’in İstibdadı başlangıcına kadar devam etmiştir.

Meşrutiyet yıllarından sonra bu kahve­ ler açık kalmıştır. Ben oradan geçerken mahdut (sınırlı) sayıda müşterilerin gaze­ te koleksiyonlannı karıştırdıklarını görmü- şümdür.”

EDEBİ VE ADABI DA VARDI

Ama elbette kıraathanenin ilm-i ebedi (edebiyat konularında konuşmalar) kadar adabı da (gözönûnde bulundurulması ge- reklj kurallar) meşhurdu.

Ünlü yazarlarımızdan Salah Birsel,

Ahmet Rasim, tin tin tin kahveden İçeri adı­ mını atacaktır. Sonra iki kez ayağını hava­ ya kaldıracak, -kahveye iki basamaklı mer­ divenle çıkılır- ve uzunca bir holü geçme­ ye savaşırken, başını, birkaç kez sağa ve sola döndürecektir. Çünkü, holün iki yanı­ na dizilmiş yuvarlak masalardan hangisine oturacağını kestirmesi gerekmektedir.

SARAFİM EFENDİ DE KİM?

Oturur oturmaz da karşısına, uzun de­ nilecek kadar boylu, az lop etli, güleryüz- lü, kıranta bir adam dikilecektir. Bu Sara­ fim Efendi’nin ta kendisidir. Ahmet Rasim onun selamına gülerek karşılık verir.”

Sarafim Efendi işini bilen adamdır. Ra­

mazanlarda, kırk paralık kahveyi iki katına çıkarır. Ama, Karagöz ve meddahtan ince saza, sabaha dek eğlenebileceğiniz bir dü­ zen kurmuştur.

SAHAFLAR ÇARŞISI

Meydanın kültür merkezi olmasında rol alan kurumlardan biri, kuşkusuz Sahaf­ lar Çarşısı’ydı. Eski çarşı, Kapalıçarşı’nın içinde yorgancılardaydı. Burası, değerli yazma ve minyatürlü kitapların pazarıydı. Mahkeme kararıyla satılan terekede, (öle­ nin bıraktığı malların tümü) bulunan kitap­ lar, çarşıdaki Sahaflar Kâhyası’nın dükkanı­ na getirilir, salı ve cuma günleri mezadı ya­ pılırdı. Son kâhyası Sağır Kâhya adıyla ma­ ruf, bir oturuşta bir kuzu yediği söylenen, iri yarı bir adamdı. Çarşıya gelen değerli ki­ taplar, elden ele dolaşır, mezatlara, işten anlayan kitapseverler katılırdı. Bunların en ünlüsü, felçli olduğundan, Bostankapısı’- ndaki dükkânına arabasıyla getirilen, Kü­ tahyalı İsmail Efendi idi. Değerli kitapları, iyi para veren alıcıların konaklarına götü­ rüp satan kişilere de “Bohçacı” denilirdi. Bunlara, “ayaklarını kesmesinler” diye pa­ ranın hepsi verilmez, taksit taksit ödenirdi.

Şu bizim Marco Polo’muz Evliya Çele­ bi bu çarşı için kendi lisanı ile: “Dükkân

el-2. BEYAZIT HAMAMI ■ Kadirşinas yöne­ ticilerim iz taş duvarlarda bile ağaçlar bü­ yüttüler!

“Kahveler” adlı kitabında o kuralları ve o

dönemin ünlü İstanbul çocuğu, yazar ve ga­ zeteci Ahmet Rasim’i öylesine güzel anla­ tır ki: t

“Kahveye sarhoş gelmek, orada yüksek sesle konuşmak, masaya çat çat vurarak,

’Bana bir kahve’ diye bağırmak, yan otur­

mak, kavuğunu pencere kenarına dayayıp bacaklar çekik mızganmak... Bu gibi şey­ lere rastlanmaz burada. Coşkulu ozanlar da sırasını bilir. Bu yüzden şiir okumaktan do­ ğan patırtı ve şamataya da rastlanmaz.

XIX. yüzyılın sonlarında buraya Ande- llp, Müstecabizade İsmet gibi, eski şiirin havasını sürdüren ozanlar da gelmeye baş­ lar. O çağ, Ahmet Rasim’in de buraya sık sık geldiği yıllardır. İşte biraz sonra kapı

açılacak, pos bıyığı, kelebek gözlüğü ile Ahmet Rasim

Ord. Prof.

Süheyl Ünver

II, neferat 300, bunlar ulema zinde, ulema hüddamlan almakla kadıasker alayında tah­ tırevanlar üzerinde dükkanlarında nice bir kitapları bulunur” der.

Kapalıçarşı, 1894’te depremden büyük zarar görmüştü. 1908’den sonra sahaflar da yavaş yavaş, eskiden mühür kazdıkları için adı !fHakkâklar Çarşısı” diye bilinen, bu­ günkü yerine taşındılar. Zamanla, kitabın önemi ile birlikte Sahaflar Çarşısı da geliş­ ti. Kitap basma ve dağıtma amacıyla kuru­ lan “Şirket-i Sahafiye-i Osmaniye” ve rakibi

“Şirket-i Sahafiye-i Iraniye” kitaplarını bu­

rada satar ve Anadolu’ya gönderir oldular. O dönemde, Mısır’da “Bulak MatbaasT’nda basıldığı anlaşilan kitaplar da sahaflarda boy göstermeye başladı. Eski “ Hakkâklar

Çarşısı” artık sahaflar tarafından istila edil­

mişti. Ama “Sağır Kâhya’’nın damadı so­ nuna dek direndi. Abdürrahman Efendi, 1950’li yılların başına dek bir tarafında kı­ lıcı, öbür tarafında kitapları olan dükkânın­ da, hatıralarıyla baş başa oturdu.

Sahaflar Çarşısı, uzun bir dönem kitap­ severlere hizmet etti. Sonra o da şimdiki eczanelere döndü. “ Hakkâklar Çarşısı” da ünlü son mühür kazıcısı Yümnü, oğlu İs­

mail, Danâ, Fehmi ve Hüsnü’sü ile birlikte

tarihe gömüldü.

Toprağı bol olsun, hocamız Süheyl Ün­

ver, “Ünlü kitapsever ve kitap toplayanlar’’-

ın başında padişahlardan Fatih, İkinci Ba-

yezld “rlcal’den” (mevki sahibi kimseler)

t

irvanlı Acem Bekir Efendi, daha sonra ise hmed Vefik Paşa, Halis Efendi, Rıza Pa- şa’yı sayardı. Kuşkusuz Ali Emiri Efendi ve Ali Kemal Bey gibi nicelerini de eklemek

gerekir. Hoca, bu arada esnafı da gözardı etmez. “Onlardan kitapçı Raif Bey, Rizeli

Hulusi Efendi, meşhur Pahacı’ Rıza, Şakir Efendi, Mahmud-u Merdud ve diğerlerini. Yenilerden Nizameddin, Türkmenoğlu, Elif, Yeşil Hoca ve Muzaffer” derdi.

YARIN: KÜTÜPHANELER

MEYDANI, KEDİCİ HAFIZ-I

(5)

Ü nlü m e d re s e s in d e ş e y h ü lis la m la r h u k u k

o k u tu r, kış o d a la rın d a v eli v e s o file r k o n u k e d ilir

Tim dye’de ilk

üniversite

Beyazıt Devlet Kütüphanesi asıl

ününü, bu altı kubbenin

altında tam 39 yıl yaşayan

Kütüphane Müdürü İsmail Saip

Efendi ye borçludur

O

SMANLI imparatorluğu’nun Beyazıt Meydam’ndaki gör­ kem li Harbiye Nezareti, 1933’te artık İstanbul Üni­ versitesidir. Ve kimi tarih­ çilere göre M.S. Üçüncü

Yüzyıl’da 3. Tepe’de bulunan Roma’nın Yüksek Hukuk Okulu’nun bir devamı, o ge­

leneğin bir tem silcisidir.

Büyük Konstantinus tarafından kurulan bu okul, M.S. 425’te Theodosius Anayasa­ sı ile İlkçağ üniversitesine dönüşmüştür. Yunan ve Latince gramer, hitabet, felsefe ve hukuk dersleri veren 31 öğretim üyesi vardı. İlk İstanbul Üniversitesi’nin anası da 2. Theodoslus’un ablası ve putperest bir kâtibin kızı olan Pulkheria adlı bir kadındı. Kimi araştırmacılar, bu üniversitenin 1453’e kadar Bizans’ta da yaşadığını, kimi “yerin­

de yeller estiğini” söyler.

Prof.Yılmaz öztuna, İstanbul Üniversi­ tesinin kurucusunun Fatih Sultan Mehmet olduğunu öne sürer: “Onun kurduğu Sahn-ı

Semân (sekiz fakülte) devrinin en büyük kültür müessesesi idi. Muntazaman geliş­ ti. Fatih Külliyesl’nln (Darülfünun ya da üni­

versite) fakültelerinden birisi tıbba ayrılmış

olup, 70 yataklı bir tatbikat hastananesi vardı” der.

Türkiye’de ilk üniversite ise 14 Ocak 1863’te Darülfünun adı ile İstanbul’da ku­ ruldu. Bunun, meydana teşrifi ise 21 Eylül 1908’de oldu. Beyazıt’ta şimdi Edebiyat, Fen ve Kimya fakültelerinin bulunduğu yer­ deki Zeynep Hanım Konağı'na taşındı. An­ cak, konak ihtiyaca yetmediği için pek çok fakülte başka başka yerlerde öğretime de­ vam edebildi. 28 Şubat 1942'de Fen ve Ede­ biyat fakültelerinin bulunduğu Zeynep Ha­ nım Konağı yandı, b itti, kül oldu.

rlhi binayı, üniversiteye, cumhuriyetin ilk yıllarında verdirmiş olması, güzel bir sem­ bolik anlam taşır.

"ATATÜRK DERSLERİ İZLERDİ"

Bizzat Atatürk, üniversite reformundan hem evvel hem sonra üniversiteye gelmiş, hatta o zaman basında geniş şekilde yan­ kılandığı gibi 1932-1933 yıllarında dersleri takip etmiş ve üniversite sorunu ile ne ka­ dar alakalı olduğunu belirtmiştir.”

Gerçekten de Atatürk Türkiyesi, yeni­ lenen ve özlenen bir kültür yuvasına kavuş­ tuğu o dönemde, 2 Temmuz 1933 günü sa­ bah gazetelere göz atanlar, bir gün önce

Mustafa Kemal’in, pazar günü üniversite­

ye dönüş halindeki Darülfünun’u ziyaret et­ tiğini öğreneceklerdi. Atatürk, çalışmalar hakkında bilgi almış, Hukuk Fakültesi im ­ tihanlarında uzun süre kalarak, öğrencile­ re, özellikle Türk devrimi ile ilgili sorular yö­ neltmiş ve memnun olarak ayrılmıştır.

LİSE HOCALARI VE ÜNİVERSİTE

Prof.Kazancıgil’e göre, o yılların önemli olaylarından birisi de lise hocası üniversi­ te mafsallaşmasıdır. Meydanın bir özelliği

‘Yüksek Muallim Mektebinin burada olma­

sıdır. Bir bakıma cumhuriyetin İlk yılların­ dan 1950’lere kadar eğitim sisteminin de­ vamlılığı prensibi ısrarla aranmış ve daha sonra sıkıntılarını çektiğimiz kopukluğun olmaması için gayret sarfedllmiştir. Bun­ lar içinde, bugün önemi açıkça görülenler­ den biri İlse hocalarının üniversitede oku­ maları zorunluluğudur. Bunun İçin, Beya­ zıt Meydanı’na çıkan küçük yolda talebe­ nin yatılı olarak İçinde kaldığı bir binanın

ATATÜRK VE BEYAZIT MEYDANI

3 Temmuz 1927 Pazar günü, Atatürk saat 11.00'de beraberinde bulunanlarla birlikte otomobille Dolmabahçe Sarayı’ndan çıkmış, Beşiktaş, Fındıklı, Kabataş, Karaköy, Ba­ bIali yoluyla Edirnekapı şehitliğine gitmiş, burasını ziyaret ettikten sonra Beyazıt Mey­ danı’ha gelmiştir. Atatürk, Beyazıt havuzunu birkaç dakika seyrettikten sonra Beyoğ- lu ’na gitm iştir.

hocasının sonradan üniversiteye yönelme­ sine olanak hazırlayan bir İlinti kurul­ maktadır.

Bu bina 1950’den sonraki yıllarda boş kalmış, bir süre ilkokul olmuş, sonradan üniversiteye verilm iştir. Halen yabancı dil­ ler okuludur.

KÜTÜPHANELER MEYDANI

KEDİCİ HAFIZ-I KÜTÜB

Beyazıt Meydanı’nın ikinci kültür yaşa­ mı, bir bakıma Bayezid-I Veli'nin külliyesi İle başlar. Ünlü medresesinde şeyhülislam­ la r hukuk okutur, kış odalarında veli ve so­ filer konuk edilirler. Maarif Nezaretl’ne bağ­ lı Kütüphane-i Umumi Osman!, Beyazıt Kül- liyesi’nin imaret bölümünde hizmete girer.

İLK REKTÖR BALTACIOÖLU

mevcut olmasıdır. Bu suretle İlse hocası ünlversite talebesi arasında bir bağ, lise nı'nın bir özelliği de kütüphaneler meyda-Cumhuriyet döneminde Beyazıt Meyda-

■A

I • \ \

Prof.Dr.Aykut Kazancıgil, Birinci Dün­

ya Savaşı'ndan önce Edebiyat ve Fen fa­ kültelerinin Zeynep Hanım Konağı’nda öğ­ retime başladığını belirterek, “İstanbul ünl-

versitesl’nin Beyazıt Meydanı’na yerleşme­ sini cumhuriyetten önceki döneme alt oluşum” sayar. Şöyle der:

“Ancak, cumhuriyet İle birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nun en mühim binası diye kabul edebileceğimiz Harbiye Nezareti bi­ nası, bütün etrafı He birlikte, hükümet ta­ rafından İstanbul Üniversitesine verilmiş­ tir. O zamanki rektör Ismayıl Hakkı Baita- cıoğlu, üniversiteyi derhal şimdi merkez bi­ na diye isimlendirilen tarihi binaya taşı­ mıştır.

Aslında bu başlangıç, sembolik bir adım sayılabilir. Atatürk’ün, kendi rütbe ge­ lişimini heyecanla takip ettiği, kendisi gi­ bi milli mücadeleyi yapan bütün subayla­ rın sicillerinin, hatta bir devre istikballeri­ nin tozlu dosyalar içinde saklı kaldığı, An­ kara’ya giderken son defa uğradığı bu

ta-1927: Atatürk Darülfünun’da verilen b ir dersi takip ediyor.

Ulu önder Darülfünun’da gençlerle birlik­ te...

nı haline gelmesidir. Belediye, meydanın düzenlenmesinden sonra, Osmanlı mima­ risinin bir incisi olan küçük medreseyi, Be­ lediye Kütüphanesi haline getirm işti. Ay­ nı zamanda Yıldız Sarayı’nda Sultan ikinci Abdülhamid'in yazma ve nadir kitapların­ dan meydana aelen büyük koleksiyon, dev­ let tarafındanlstanbul Ü niversitesine ve­ rilm iş ve rektörlük binası, şimdiki Eczacı Mektebi arasındaki sokaktan girilince gö­ rülen İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüp­ hanesine nakledilmişti. Gene meydanda, M illi Eğitim Bakanlığı Beyazıt Umumi Kü­ tüphanesi yerini almış, son senelerde, 1960 fırtınasında yıkılmış olan Slmkeşhane bi­ nası Prof.Bedii Şehsuvaroğlu’nun gayretiy­ le kütüphane olurken, ikinci Beyazıt Hama- mı'nın yanındaki İstanbul Üniversitesi Kü­ tüphanesi bu seriyi tamamlamıştır.

Gerek memleketimizde, gerekse dün­ yada, bu tip bir kütüphaneler meydanı na­ dir bulunur.

Sadrazam Said Paşa (Şapur Çelebi) sa­ rayın iznini aldıktan sonra, camiin yanında bakımsızlıktan çürümeye başlayan ve bir ara, bir bölümü ahır olarak da kullanılan külliyenin, altı kubbelik bölümünü onarma­ sı için Ohannes Usta’yı görevlendirir. Ön­ ce pencereler açılır, ön cephe duvarı baş­ tan sona sarkıttı mermerle kaplanır, Fran­ sa'dan getirilen özel bir parke ile salon dö­ şemesi yapılır. İç süslemeleri de bittikten sonra 1884’te raflarına konan bir takım Na-

ima Tarihi İle hizmete açılır. Kitap sayısı İle

birlikte müdavimleri de çoğalır. Bunların arasında sadrazam, nazırlar ve hanedana mensup kişiler de vardır.

Arna, Beyazıt Devlet Kütüphanesi asıl ününü, bu “altı kubbe”nin altında, tam 39 yıl, beş vaktini kitapları ve kedileriyle bir­ likte yaşayarak geçiren bir ‘plr-i fani’ye borçludur. Bu pek yaşlı ve zayıf adam, kü­ tüphanenin üçüncü Hafız-ı Kütübü, yani kü­ tüphane müdürü İsmail Saip Efendi’dir. Bi­ rinci Hafız-ı KütüOTT^TrmesrpatJnÇlu, şal­ varlı, yeşil sarıklı, tfafızAhmet ftpştü Eten­

di, İkinci Hafız-ı Kütüb de Hacı Tahsin Efen­

d i’dir.

İsmail Saip Efendi’nin sohbetleri bir tür

seminer gibidir. Yazar Abdurrahman Adil

Eren’e göre: “Her kitabın münderecatı, bü­ tün dekaikiyle malûmu, meczumu, mahfu­ zudur. Herhangi bir ilimden sual edilse, ce­ vabı hazır bulunur. Yalnız cevabı değil, ki­ tabı da hazır bulunur.”

Oskar Rescher adlı bir Alman şarkiyat­

çısı, bir gün İsmail Saip Efendi’nin bu ün­ lü sohbetlerinden birisine katılır. Sohbetin tadına doyamaz. İsmail Saip Efendi’nin meclisinin, hakikatli müdavimlerinden bi­ risi olur. Daha sonra, adını da değiştirerek

Osman Reşat Efendi olup çıkar ve İstan­

bul’da yaşamını sürdürür.

Kimi yazara göre, İsmail Saip Efendi’ nin bu sohbetleri, eski metinleri ezbere bi len bir kuşak tarihçi ve edebiyat tarihçisi nin yetişmesine çok değerli katkılar sağ lamıştır.

TABIN: DUT â t Ü Ü t t

ASİ

LAN

(6)

■ 6 OCAK 1991

¡D İZİ Y A ZILA R !

6

T

ARİHİN ihtiyar tanığı Beya­zıt Meydanı, 19. yüzyılın ikin­ ci yarısında bir gece saba­ ha karşı, bir saltanat araba­ sının içinde, ölüm korkusuy­ la tir-tir titreyen Beşinci Mu­

rat’ı hiç unutamamıştır.

O yıllar, Osmanlı Imparatortuğu’nun yö­ netiminden, özellikle asker ve bürokratlar, hiç hoşnut değillerdir. Padişah Abdülaziz’i tahttan indirmeye karar vermişlerdir. X Ma­ yıs 1876'da gece sabaha karşı 04.30 sırala­ rında 5. Murat’ı kaldığı yenden alarak bir ara­ ba İle yola çıkarmışlardır. Araba, o zaman­ lar Beyazıt Meydam’ndaki M illi Savunma Bakanlığı binası olan, şimdiki İstanbul Üni- versitesi'ne doğru yol almaktadır. Her şey, bir bir kendisine anlatılmasına rağmen ara­

banın içindeki S. Murat ölüm korkusunu ye-

nememekte, bütün bu düzenlemenin Padi­

şah Abdülaziz’in bir oyunu olduğunu san­

maktadır. Oysa, sonunda, koca Osmanlı ta­ rihinde İstanbul'un fethinden o yana ilk de­ fa bir biat merasimi (tahta çıkma) Topkapı Sarayı’nın dışında yapılmaktadır. Buruk me­ rasime, meydanda toplanan beş yûz-altı yüz kadar insan tanıklık etmektedir. O dönemi ve o günlerin anısını ise: “93’fe 93 gün

Padlşah-ı dehr olup/Göçtü uzletgâhına Sul­ tan Murat-ı nâ murat” mısraları yansıtmak­ tadır.

DUT AĞACINA ASILAN BİNBAŞI

Güngörmüş Beyazıt Meydam’nın kade­ rinde, bu olaydan on beş gün sonra, talih­ siz bir başka olaya da tanık olmak vardır. Bu kez de şimdiki deyimle Bakanlar Kuru­ lu toplantısı basılacak ve devrin ünlü İki pa­ şası vurulacaktır.

Günlerden 15 Haziran 1876 ve saat 22.30’dur. Bakanlar Kurulu, Mithat Paşa’nın Beyazıt’taki konağında, toplantı halindedir. Birden, Haşan Bey, hışımla içeri dalar, üst katta toplantının yapıldığı salona yönelir. Üzerinde, dolu dört tabanca vardır. Kabine toplantısının yapıldığı salona yıldırım gibi girer. Doğru Hüseyin Avni Paşa’nın üzeri­ ne yü rü r “Davranma Serasker” diyerek ta­ bancasını boşaltır. Kurşun yağmurundan, sırasıyla Hariciye Vekili, bir bahriye yüzba­ şısı, bl r asker ve bir uşak da nasipleri ne dü­ şeni almışlardır.

BU BİR İNTİKAMDIR

Şeyhülmuharririn merhum Burhan Fe­

lek, yıllar sonra, bu olayı baskının canlı ta­

nığı Kayserili Ahmet Paştfnın sözlerine da­ yanarak anlatır

“Sultan Abdülazlz, tahttan İndirildikten sonra İntihar etmiştir. Padişaha yakınlığı bulunan Yüzbaşı Haşan Bey, bunun intika­ mını almak için Bakanlar Kurulu’nu basmış ve İki paşayı öldürmüştür. O sıralarda Bah­ riye Nazırı olan Kayserili Ahmet Paşaca bir süre geçtikten sonra yakınlan, bu olayı sor­ muşlardır. Paşa, Ne olacak canım' demiş,

‘Geldi, sövdü, seylrtti, İki el rüvel attı, sittı- di gitti."

Çeıkez Hasarfın sonunu İse Cemil Bey*

İn hatıratından izlemek olasıdır:

“İstanbul’da, kötü anı taşıyan ağaçlar­ dan birisi de Beyazifta üniversite binası­ nın kapısının yanındaki dut ağacı İdi. Bu ağacın dalına Hüseyin Avnl, Reşat Paşaf tarla bir yaver ve hademenin katili olan Çer­ kez Haşan Bey asılmıştı.”

SADRAZAM ÖLDÜRÜLÜYOR

Beyazıt Meydam'nın tanık olduğu kan­

lı olaylardan birisi de Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesidir. O günleri

yaşayan ve infazlara tanık olan Ora. Prof,

merhum Ali Nihat Tartan, ölümünden üç yıl

kadar önce, olayları şöyle anımsıyordu:

“Yıl 1909 İdi. Babamla Manastırdan İs­ tanbul’a gelmiştik. O zamanlar liseye gidi­ yordum. Paşanın katillerinin asılacağını duymuştum. Okuldan dönerken Beyazıt Meydam’na uğramıştım. O zaman Topal Tevfik, Nazml ve bilhassa TUnuslu Salih Pa- şahın pek feci hallerini gördüm. İnfaz yeri,

İSTANBUL'DA KÖTÜ ANI TAŞIYAN AĞAÇLARDAN BİRİSİ DE

BEYAZIT'TA ÜNİVERSİTE BİNASININ KAPISININ YANINDAKİ DUT

AĞACI İDİ. BU AĞACIN DALLARINA PEK ÇOK PAŞA ASILMIŞTIR

Dut ağacına I

asılan binbaşı

Sabah M ahm ut Şevket Pasa

I

sabah, Mahmut şevket Paşa

Harblye den çıkar ve

otomobili İle BabIali'ye

doğru gitmek İster, önüne

bir cenaze çıkar. 8 suikastçı,

tabancalarını çekerek çapraz

ateşe başlar. Beş kurşun

yiyen paşa bir saat sonra ölür

Beyazıt Meydanı'ntn tam ortasında İdi. Seh­ palar yapılmıştı. Hatta, Salih Paşa’nın ga­ yet ütülü pantolonunun altında getr vardı. Boğazlıyan Kaymakamı merhum Kemal Bey de orada asılmıştı. Rektörlük binası­ nın önünde İdi. Bunlar Nemrut Mustafa Mahkemesfnce İdama mahkûm edilmişler­ di.”

SULTAN REŞAT

Olayın bir başka görgü tanığı olan Mu­

ammer Zekâi Tunçman ise, o günü şöyle an­

latın “Darağaçları kurulmuştu. Beyaz göm­

lekler giydirilmiş ve Üzerlerine yaftalan asıl­ mış kişiler arasında bize sanşın, güzel bir adamı gösterdiler; işte Salih Paşa şu!’ di­ ye. 'Sultan Reşat bile onu kurtaramadı' de­ diler. Ben o zamanlar arkadaşım Fahri Ece-

vit İle (Bülent Ecevit'in babası) Tıbbiye’ye

gidiyorduk. Mahmut Şevket Paşa’nın katil­ leri asılmıştı.”

HASIL ÖLDÜRÜLMÜŞTÜ?

Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’nın öl­ dürülmesi çok iyi planlanmıştı. Olayın ay­ rıntılarım, isterseniz gelin Yılmaz öztun# nın Türkiye Tarihi adlı yapıtını aralayarak anımsayalım.

“Sabah, Mahmut Şevket Paşa, Harbiye* den çıkar ve otomobili ile BabIali'ye doğru gitmek ister, önüne bir cenaze çıkar. 8 sui­ kastçı, tabancalarını çekerek ateş ederler. Beş kurşun yiyen Paşa, bir saat sonra ölür. Olay sırasında, yaveri de vurulmuş ve öl­ müştür. Beyazıt Meydam’na darağaçlan

ku-Sadrazam Mahmut Şevket Paşa'nın suikasta kurban g ittiğ i gün bindiği otom obil müzede rulmuştur. Asılanlar arasında Damat Salih

Paşa da bulunmaktadır. Asılanların tümü İse 29 kişidir.”_______________________

KADINLAR NÜMAYİŞİ

İstanbul’da “kadınların başkaldırısına da yine bizim ihtiyar Beyazıt Meydanı tanık­ lık ediyor. Tarih kitaplarını iki asır öncesi­ ne çevirip 1808 yılına vardığımızda, 1 Ma- yıs’ta biraz durun. Göreceksiniz ki, kadın­ larımız, ellerinde sırıklarla, öğle saatlerin­ de İstanbul Efendlsi’nin konağına doğru kızgınlıkla yürümektedirler. Toplu yürüyüş konağın önünde tam bir gösteriye dönüş­ müştür. Sırıkların ucuna sahanlarını takan kadınlar, bir yandan bunları çangır çangır sallarken, bir yandan da hep birlikte, “Pa­

paz herif, sen böyle mükellef taam eyler­ ken biz açlıktan ölüyor, bir ciğeri yirmi beş

ni Milli Şavunma Bakanlığı olan şimdiki İs­ tanbul Ü niversitesinin bahçesinde, silah çatmış avcı taburları arasında, günlerdir

sû-Balkan Savaşı İlan edildikten birkaç gün sonra Sultan Reşat, Beyazıt Meydanı'nda kİ Harbiye Nezarett'ne (S*«>y Bekarlığı) ge­ lerek, "en büyük kumandm olarak" askeri­ ni teftiş etmiş, saraya dönüyor.

T A R İH İ B İR F O T O Ğ R A F:

Biat ser o mo­ nist için S. Sultan Mahmud, Harbiye Neza­ reti'ne (Savaş Bakanlığı) geliyor.

paraya yiyoruz” diyerek bağırmaya başla­

mışlardır. Gerçekten de konağında yemek yemekte olan Efendi, ürküp, sofrayı bıraka­ rak Harem Dairesine kaçmış ve kadınların elinden kurtulmuştur. Öfkeleri dinmeyen kadınlar, daha sonra, cuma namazı İçin Be­ yazıt Camii Selam ltğina giden padişaha ulaşmak istemişler, uçlarına ciğer taktıkları sırıkları sallayarak meydanda, “Efendimiz

uyan ve bizi düşün. Pahalılığa dayanamıyo­ ruz, aç kalıyoruz” diye bağırmışlardır. İstan­

bul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nin, 1702 sayılı Georg Oğulukyan'ın ruznamesi- ne bakılırsa, bu kadınlardan kocalarının hış­ mına uğrayanlarının dışında başına bir hal gelen olmadığı anlaşılmaktadır.

Beyazıt Meydam’nın kara günlerinden birisi de 31 Mart olayıdır. Bab-ı Seraskeri,

ya-regelen tahrik artık önlenemez bir yangına dönüşmüştür. Aralarındaki sarıklı, cüppe­ li kişilerin kışkırttıkları masum askerler, İs­ tanbul sokaklarına yayılmış, kurşun sık­ makta, genç subaylarını yerlerde sürükle­ yip, boğazlamaktadır. O salı sabahı Beya­ zıt Meydanı, ‘ İttihatçılar ülkeye gftvuriuğu

getirdi”, “Oruç tutmayan, namaz kılmayan adam İstemeyiz”, “Şeriat isteriz” diyen as­

kerler ve on binlerce insanla dolmuştu. Bu öfkeli kalabalık, dükkânların kepenklerlni kırıyor, etrafa saldırıyor, Meclis’in istifası­ nı, milletvekillerinin dağıtılmasını, “ahkâmı

şerilyenin uygulanmasını” ve başlarına

alaylı subaylarının getirilm esini istiyordu.

ÜNİVERSİTE GENÇLİĞİ

0 1921 yazında, imparatorluğun başken­ tinde ve özellikle de Darülfünun (Üniversi­ te) gençliği arasında heyecan. Sakarya Za­ feri yle artık doruğa çıkmıştı. Öğrencilerin çok büyük bir bölümü, Kuva-yı M illiye saf­ larında vuruşuyordu. Yükseköğrenim genç­ liği, M illi Mücadele’ye karşı çıkan hocaları Ali Kemal, Cenap Şahabettin, Hüseyin Da- niş, Rıza Tevfik ve Barsamyan Efendi’nin gö­ revden alınmasını istiyorlardı. Bu hocaları boykot edeceklarini bağırarak protesto edi­ yorlardı. Edebiyat Fakültesi Profesörler Ku­ rulu soruşturma açmış, Rıza Tevfik ve Hü­ seyin Daniş çekilmişlerdi. Peyam-ı Sabah gazetesinin başyazarı ve Itilafçıların sözcü­ sü Ali Kemal ise yangına körükle gidiyor­ du. “Ne pahasına olursa olsun derslere

gireceğini” söylüyor, olayı Itilafçı-lttihatçı

çatışmasına dönüştürüyordu. Ali Kemal’in derse gireceğini duyurduğu 12 Nisan 1922: de Beyazıt Meydanı’nda gerilim patlamak üzereydi. Ali Kemal, topladığı eli sopalı ta­ raftarlarını çevredeki kahvelere yerleştir­ miş, öğrenciler de okulun bütün kapılarını kapatarak, Ali Kemal’in gelmesini bekliyor­ lardı. Çatışma her an patlayabilirdi. İşte o sırada BabIali'nin kararı açıklandı: Darülfü­ nun kapatılmıştı.

Ne var ki, öğrenciler de kararlıydılar. Is tanbu! Darülfünun ve Mekâtib-i Aliye Cemi yeti'ni kurarak örgütlenmiş, hükümet ve pa dişah katında girişimlerde bulunuyorlardı Ve nihayet 29 Temmuz’da öğrencilerin boy­ kot ettikleri hocalar, başta Ali Kemal olmak üzere, üniversiteden uzaklaştırıldılar.

Padişaha sadece kararı onamak kal­ mıştı.

O da onadı.

NOT:

Yol-tş Sendikası Genel Başkanı Bayram Meral’ın Sakıp Satm a'nın "C crtt pazarlığı mı koyun pa­ zarlığı m ı?" yazısına cevabı 12. sayfada.

Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Ta h a To ros Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

Endometrioma grubunda kist duvarıyla birlikte eksize edilen folikül sayısı, bu foliküllerin morfolojik özellikleri, kist duvarı kalınlığı, kist duvarı iç yüzeyini

, olumlu dini başa çıkma alt boyutlarından olan; Allah’a yönelme, hayra yorma/dini yalvarma, dini dönüşüm, dini istikamet arayışı, dini yakınlaşma yaşam doyumu

Yapılan işlerin en mü­ himlerinden biri de eski devirlerde­ ki askerî sınıfların tesbit edilen ü- niforma şekil ve motiflerine bakı­ larak aynı kıyafetlerle

Je lui rappelais avec plaisir qui déjà en 1906, nous étions tous deux collabora­ teurs du «LE V A N T HERALD» la fameuse. Par Willy

Buna rağmen do­ kuz yaşında eslenen Hazreti Ay şe­ nin ilk evlilik senelerinde bebekler­ le oynadığı, evini insan, kanatlı at, kara kartal resimlerle süslü

Şu ana değin hiç kimse tek belir- tisi yayılan acılar olan aşırı kullanma sendromundan şikâyetçi olan hasta- ların beyin haritalarını incelemedi. “Bu haritalamalar

Kalustyan toprağa yerildi H ÜRKİYE Ermenileri, ge­ İSTİHBARAT SERVİSİ İstanbul Büyükşeliİr Belediyet. çen hafta Ermenistan'da geçirdiği bir beyin

îşte böyleleri için yeni edebiyat, yeni şiir, yeni felsefe, yeni ruhiyat, ye­ ni cemiyet, yeni moda yoktur. Şeyh Galibi, Nedimi topyekûn ve adetâ (Voyvooo) ya