CUMHURİYET
ï s
■n
Dil davasında kat’î karara doqru
Umumî bilânço
Şimdiye kadar on sekizi bulan bu seri yazılarla dil dava mızın bellibaşlı cep helerini «objektif
realiteler, halinde,
P
Yazan:
İ s m a il
Habib
olduğu gibi, ortaya koyduk. Yani o ya zılar kendimizi değil dilin kendini ko nuştu. Bu 19 uncu son yazile dil dava sının umumî bir bilânçosunu çizmeğe çalışacağız:
Dilin uzviyet heybeti:
Dil yalnız ses ve söz değil, yalnız ke lime ve cümle de değil. Dil sayısız ne sillerin birbirine devrettiği kopmaz oir yaşayış; zaman içinde tarihin, mekân içinde coğrafyanın, iman içinde dinin hep elele verip birbirini destekliyeıek, çeşidli unsurları yekdiğerinde maya laştıran, milletlere verip milletlerden alarak, yerüstü ve yeraltı suları gibi, görünür ve görünmez kanallarla diller arasında aktarmalar yapa yapa; geniş çaplı bir alışveriş âlemi içinde, başlı - başına, mantık ve ferman dinleme k u zin, kendine mahsus kanunlarile, tabi- atin en karışık uzviyetlerinden daha hacimli, en canlı uzviyetlerinden daha dipdiri bir varlıktır. Dile akıl öğretil mez, akıl ancak dilden ders alır.
Dil ve vatan:
Herşeyin üstünde en mukaddes var lık ki vatandır, fakat vatan yalnız top rak, dağ, tarla değil; yani vatan yahu* coğrafyanın gövdesi değil, vatan ki mil letin yarattığı mefharetler mecmuası dır; gövdeye can gibi vatanı yaşatan milletse, milleti millet yapan da dilidir- Dilin vatandan daha mukaddes olduğu nu anlamak için tarihlere bakmak ye ter. Giden vatanlar dilleri diri kalan milletler tarafından tekrar kurtarıldı fakat dili giden milletlerin ne vatanları kaldı, ne kendileri. Bu bahiste son sö: vatanın mukaddesliği gibi dilin de kut siyetler kutsiyeti olduğunu aklımızdan çıkarmamaktır. Dille oynayanlar neyle oynadıklarım iyi bilmeli.
Bayrak kıta:
İnsan hava teneffüs ettiği için övüne- miyeceği gibi vatanı ve türkçeyi sev mekle de övünemez. Bunları sevmek ciğere hava almak kadar tabiidir de on dan. Yalnız sevmek meziyetin aktif şekli değil. Sevdiğimize yararlı olmakla da mükellefiz. Vatanı sevmekte hepimiz müsaviyiz amma vatana hizmette dere celerimiz ayrılıyor. Rahmetli Ziya Göh- alp Türkü ve türkçeyi yalnız en çok seven değil onlara en çok hizmet eden dir de. İçinde şiir heyecanı olduğu hal de kendini şair sanmazdı. Fikirlerini, hafızalara kolayca yerleşsin diye, naz ma bürüdüğünü söylerdi. Fakat fikir bazon o kadar kuvvetli olur ki nazım kanadlanarak şiire yükseliverir. Onun şu nesir edalı diipdüz kıtasına bakınız, «Türklüğün vicdanı bir - Dini bir, va tanı bir - Fakat hepsi ayrılır - Olmazsa lisanı bir.. İşte taşıdığı hakikati* şü- rnulile hepimizi birleştirecek söz ve böyle sözler de bayrak mazhariyeti olur.
Hilkatin son eseri:
Eskiler insana mahlûkatm eşrefi, derlerdi. Şeyh Galib bunu kâinat kadar genişleterek insana «zubde-i âlem, de di. Bizi bu mertebeye yükselten omuz lar üstünde kafa dediğimiz şu yuvar laktır. Hilkatin son eseri. Ancak kırk yılda kemal haline gelebilen eser. Sala hiyetli âlimler insan kafasının her mil lette ancak ana dille yetiştiğini söyler. Anadilinde kuvvetli olmıyan ne kadar ecnebi dil öğrense kafa sahibi olamaz mış. Ecnebi dil gaye değil vasıta. Ana dille teşekkül eden kafalar, kendi ihti sas sahalarına göre, öğrendikleri ecnebi dilden faydalanırlar, o kadar.
Atatüvkıin nüktesi:
Atatürkün, hele askerlik sahasında su götürmez bir dehâ sahibi olduğunu dünya tasdik etti. İngiliz devletinin Bi rinci Cihan Çengine aid resmî Harb Ta rihi Anafartalardan bahsederken: «Bü tün mukadderatı mavi gözlü bir miıa- lay değiştirdi, der. Atatürk ecnebi dili bilmek bakımından hiç de iyi bir du rumda değildi. Sözünü kıramıyacağı en yakınından biri, ki birkaç ecnebi dili bilirdi, Atatürkteki fransızeamn bile pratik bakımdan çatpatlığma bakarak, bir gün saffetle Atatüı-ke sorar: «Siz hiç ecnebi dil bilmediğiniz halde nasıl dâhi oldunuz?» Atatürk cevab veriyor: «Yav rum. sen dâhiyi ecnebi dil bilenlerde arıyorsan Beyruta git, oranın hamalları en az yedi ecnebi dil biliri»
Korkunç tehlike:
Hilkatin son eseri olan kafa anadille teşekkül ederken, hele bu son yıllarda, ecnebi mekteblerine rağbet neye müt hiş surette arttı? Bu rağbet hiç bir de virde görülmemiş bir hadde varmıştır. Son dil kongresinde de acı acı şikâyet edildi. Doğan çocuklarını, tahsil çağı gelince yer bulunsun diye, daha süt emme zamanından kollejlere kaydetti-' ren aileler varmış. Kendim de ne ka dar çocuk babasından: «Bizim dil kar- makarış oldu, çocuğumu bir ecnebi mektebine göndereyim de bari sağlam bir dil öğrensin» diye derd yandığını dinledim. Bizdeki bazı azınlıklar türk- çeve zaten «kültür ve ilim dili» gözile bakmazlar. Şimdi kendimiz de onlara mı uyuyoruz? «Türkçe bir kültür ve ilim dili değildir» demek türkçe ile ka fa teşekkül etmez demektir. Mekteble oynamanın sonu. İsianbuldaki azınlık mekteblerinin ne kadar kuvvetli bir ana dil bilgisi verdiklerini ibretle inceleme liyiz. Azınlıkların hayat başarıları bu temel bilginin kudretinden çıkıyor.
Mektebi ters anlayış:
Geçen yazıda mektebi nasıl tecrübe tahtası yaptığımız anlatılmıştı. Şimdi de
mektebe karşı ters bir düşüncemizi açıklıyalım. Sanıyoruz ki çocuk mek- tebde öğrendiğini eve götürür. Mektebi ele alınca evi de fethetmiş olacağız. Halbuki hakikat bunun aksine çı Çocuk evden ve sokaktan aldığını mek tebe götürmektedir. Daha doğrusu mek- tebdeki dil hayattaki ve evdeki dile uymadığı için çocuk mekteble ev ara sındaki sokakta ayrı bir dile sahib ol du. Çocuklarımız sokakta yaman bir argo ile konuşup duruyorlar. Mekteble hayat bağlarının kopması; bu, vatan toprağının sallanması gibi bir şeydir.
Katmerli sun’ilik:
Eskiden yazı dili ile konuşma dili ay rıydı. Yani eskilerin biri tabiî, diğeri sun’î olmak üzere iki dili vardı. Onlar o sun’î dille irticalî bir nutuk söyliye- mezlerdi. Meşrutiyet türkçülüğünden son ra bütün zevk sahibi kalemler yazıların da yabancı kaideleri atınca o sun’î dil ortadan kalktı. Bu sayede tek dilli olma nın saadetine ermiştik. Kurumcular bu saadeti görmemezciliğe geldikten başka otuz şu kadar yıl önce ortadan kalkan sun’î dile bedel kendileri yeni bir sun’î dil varattılar. Eski «sağ sun’icilik» ye rine yeni bir «sol sun’icilik». Hem bun daki sun’ilik eskisinden iki kat beter oldu. Eskiden yalnız konuşma ve yazma dili ayrıydı. Şimdi suıı’î dilde de aynı ayrılık var. Şimdiki uydurma türkçe- ciler de yazdıkları gibi konuşamazlar ve konuşamıyorlar. Fakat eski sun’ilikle yazı dilinin okuyucuları vardı. O dev rin aydınları zaten o yazı diline gort yetişiyorlardı. «Sol sun’iciler» işte bu mazhariyetten de mahrumdurlar. Onla- iın sun’iliğinde de çifte kavrulmuşluk bundan geliyor.
iktidara sığınış:
Son sun’icilerin okuyucuları yoktur da o uydurma dille gazetelerde ve mec mualarda nasıl yazı yazabiliyorlar ve gene o dille broşür ve kitab cinsinden nasıl neşriyat yapabiliyorlar? Bu ancak «iktidar» ın kanadına sığınmakla müm kün olmaktadır. Bakınız, onlar sadece beylik gazetelerle mecmualarda yazar lar ve kitabları da ancak ya resmî mü- esseselerin, ya yarıresmî kurulların neşriyatı arasında çıkar. Onların neka- dar zayıf mevkide olduklarına bundan parlak delil olur mu? Kuvvetli olan serbest sahada olandır. Demek ki ce miyet onları tutuyor. İstediğiniz kadar davet ediniz zayıflar oraya çıkamaz. Onların zayıf oldukları için, iktidarın kanadına sığınmakla kârlı hareket et tiklerine akıl erer ama iktidarın onları kanadı altına almakla ne kazandığına nasıl akıl erdirmeli!
Şaht’ın dersi:
Dillere destan Alman iktisadcısı Şaht'ın «Cumhuriyet» te çıkan hatıra larını ibretle okuduk. Hitler, tam kan, yarım kan, dörtte bir. sekizde bir kan diye gülüne bir ırkçılık yaparken Şaht «Alman kanı kendine kan karış maktan korknuyacak kadar kuvvetli dir» dediği için Hitler bile tuttuğu na- zariyeyi tavsattı. Ne büyük ırklar kan karışmasından, ne de büyük diller ke lime karışmasından korkarlar. Türkçe büyük dildir. Irkımıza bu kadar kan karışmasına rağmen bu millet nasıl Türkse dil de şarktan ve gaıbdan alıp kendine malettiği o kadar kelimelere rağmen türkçedir. Dilde hiç yabancı kelime bırakmak istemeyiş dile hizmet değil aksine dile güvenmemek olur. Dile güvenenlerdir ki ona hürmet edi yorlar.
Yeter artık demagogluk:
Irkların ve milletlerin birbirlerine karşı meziyetleri nakiseleıi, üstünlük leri, düşkünlükleri olduğu gibi bu hal dillerde de böyledir. Arabcanm büyük bir dil olduğunu bütün lisaneılar kabul ediyor. Fakat arabca kendi ülkesine mekan edatı bulamadı da «Arabistan» diye bunu Acemlerden aldı. Halbuki biz kendi ülkemize arabca bir edat uy durarak «Türkiye» dedik. Kurumcular «Türkiye» yi atabilirler mi? Bu vatana o Arab kaideli isim ne kadar yakıştaysa bu dile Arabın ııisbet lahikası da o .ra dar yakışmıştı: İlmî, edebî, millî, asa bi... Bunları bırakıp da asabi yerine «sinirsel» demekten daha sinire doku nan ne olabilir? Arkadaşım Hami Da- nişmend 1941 ağustosunda «Cumhuri yet» te «Kur’anda türkçe kelimeler» di ye bir yazı neşretmişti. Aklımda kalan şu: Bizim «küp» «ekvab» diye cemilenip Kur’ana giriyor. Allah bile türkçeden kelime almış da biz arabcadan neye al mayacakmışız? Türkçe hiç bir dilden hiç bir kelimeye muhtaç değildir. . Bıraka lım bu demagojiyi. Bakınız medeniyet âlemi ne diyor?
Müsteşrikin sillesi:
Bu seri yazılarda kendisini bir «aç defa zikrettiğim İngiliz müsteşriki ve türltologu H. C. Hony’ye karşı bizim devrimci yazarlardan biri «Bizi bizden olmıyanlar anlıyamaz» teıanesile baş- lıyarak: «Orta Asyadan gelip Anadolu
yaylasında çadır ku ran büyük dedemin dilinde benim bütün bir geçmişimin mi rası vardır, bunu ya bancı bilemez!» di yen bu muharrire müsteşrik şu cevabı
Bizde 5 inci asırdaki
ataları-]
veriyor:
mız Hengist ve Horsa’nın kullandığı di le dönsek bugünkü İngilizcenin hali ne olur?» Muhterem müsteşrik cevabına şunu da ilâve ediyor: «Medenî insanlar için «öz dil» diye bir şey yoktur. Böyle buş bir hevese kapılarak her millet kendi mazisinin mirasını inkâra kalkar sa hepimiz toptan kabile hayatına dö neriz.» Bu, bir cevab değil bir silledir. Bizi yabancı anlamaz öyle mi? En bü yük Türk gramerini Fransız Jean Deny yarattı. İngiliz müsteşriki Redhouse türkçenin dünya çaplı bir salâhiyetidu. Haddimizi bilelim.
Düşmanı sevindiriyoruz:
Bizim meşrutiyetin ilânından biraz evvel Acem Şahı Mebusan Meclisini to pa tutarak dağıttığı için Mehmed Akif yazdığı şiirde «TJmumen Garbı güldür dün, umumen Şarkı ağlattın» demişti. Dil davamızdaki kargaşalığa bizimle beraber türkçeye hayran Garbillar da üzülüp bunu havsalalarına sığdıramı yorlar. Yalnız büyük düşmanımız sevi nip gülmektedir. Bizim Garb türkçesı kırk elli yıl önce diğer Türk lehçeleri nin de müşterek kültür dili olmağa başlamıştı. Gaspıralı İsmail Beyin Kı rımda çıkardığı «Tercüman» ı biz bu rada çıkan bir gazete gibi kolayca oku yorduk. Büyük düşmanın en korktuğu şey buydu. Şimdi bizim yeni kelimele rimizi en hararetli tehalükle yapmak taymış. Düşmanı bu kadar sevindiren şey bizi derin derin düşündürmelidir elbet.
Deva serbest havadadır:
Falih Rıfkı Atay «Cumhuriyet» m ! ağustos 1948 tarihli nüshasındaki yazı sında: «Araştırma kurumu yalnız aıv malı ve teklif etmeliydi» dedi. 27 eylû tarihli yazısında da kurumun «teklif «deneme», «yoklama» safhalarını bira karak hemen tatbik sahasına geçmesir muahaze etti. Zaten bütün ıstırabla bundan geliyor. Dünyanın her yerind olduğu gibi yeni kelimeler ve yeni ıstı lahlar serbestçe ortaya atılır. Tutanla! tutar; tutmıyanlar için de inad edilme? Herhangi bir sanat ve fikir adamı içi: yeni bir kelime tutturmak, onu sevdi rip umuma maletmek ne şerefli bi zevktir. Fakat «uydurma zorlayıcılık herkesi işte bu şereften mahrum edi yor. Umumî hava o hale geldi ki sevdi ğimiz yeni bir kelimeyi bile kullanama olduk. Adeta herkes «özleştirici», «uy durmacı» gibi bir damga yemekten çe kinir oldu. Herşeyden önce bu kötü ha vayı dağıtmak gerek. Bu antipatik zor layış yüzünden dilin türkçeleşmeğı doğru tabii gelişmesini bile engellediği mizi bilmeliyiz.
Dilde demokrasi:
Cumhur Başkanımız tarihin huzurum en övüneceği eser olarak demokrasiy göstereceğini ilân buyurmuştu. Yerdeı göke haklıdırlar. «Tek ses» ten demok- rasiye geçmek kendindeki sesi meclis teki partilere bırakmaktı. Bundaki rul büyüklüğünü memleketin her temi; aydını idrak ediyor. Vatan ki mukad destir, demokrasiye kavuştu: dil K kutsiyetler kutsiyetidir onun da kavuş ması lâzım. Zaten dilde tutulan sisten: «tek sesli ı-ejim» in icabıydı, ondan vaz geçmek demokrasideki samimiyetsizli ğimizin en özlü burhanı olacak. Milletin kendini kendi idare etmesi, asıl köklü inkılâb budur. Ancak bu sayede mede niyet ailesinin Garblı bir uzvu olacağız. Dilde en büyük hedef de türkçeyi Gaı-blı dillerin mefhum zenginliğine ulaştırmaktır. Dilimiz asıl hakiki inkı lâba bununla erecek. Evet bu güçtür amma devlette «tek ses» de kolaydı, o- nu bırakıp güç olan demokrasiye gi'tik Dilde de «mekteb ve kanun» gibi kes tirme ve kolay olanı bırakıp uzun ve güç olana gideceğiz. Çeyrek asır önce yedi yüz sahifelik «Türk teceddüd ede biyatı tarihi» nin son sahifesinde yaptı ğım duayı şimdi bir daha tekrar ediyo rum: «Türkçeye medenî lisanların ke malini vermek, Rabbim, bu ne muaz zam, ne güzel bir eser olacak.»
İsmail Habib SEVÜK
—SON—