• Sonuç bulunamadı

Turing genel müdürü Çelik Gülersoy:İstanbullu kentine sahip çıksın

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Turing genel müdürü Çelik Gülersoy:İstanbullu kentine sahip çıksın"

Copied!
1
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

CUMHURİYET/12

Turing Genel M üdürü Çelik Gülersoy:

PAZAR KONUĞU

25 M A R T 1990

İstanbullu kentine sahip çıksın

İstanbul, büyük kitlelerin gündemine 1980 sonrası girdi.

Özellikle 1984-89 arası Dalan belediyesinin icraatları, kenti ve

kentin gündelik yaşamımızdaki yerini daha tartışılır kıldı. Oysa

Turing Kurumu ve onun yöneticisi Çelik Gülersoy, yıllardır

İstanbul’u, İstanbul’un tarihini ve kentin mimari yapısını

gündeme sokmaya çalışıyor. Bu alanda çalışmalar yürütüyor.

Çelik Gülersoy, gerek Turing yöneticileri gerek İstanbul

üzerine yazdığı ve derlediği kitaplar ve gerekse tarihi İstanbul

yapılarını yeniden hayata kazandırmasıyla tanınıyor.

Yazarımız Ali Sirmen, Çelik Gülersoy’la İstanbul’u,

İstanbulluluğu ve kentin gündelik hayat içindeki yerini konuştu.

SÖYLEŞİ

ALTSİRM EN

Sayın Gülersoy varsayalım ki yurtdışın- dasınız. İstanbul’u görmeyen bir dostunuz “na­ sıl bir yer İstanbul, anlat’’ dedi. Ne anlatırsınız?

Çok açık bir şey söylemem. Çünkü bir tane İs­ tanbul yok. Birincisi tarih içerisinde çeşitlilik arz eden birçok kent var. İkincisi aynı tarih içinde, bu sefer mekân olarak yelpaze gibi açılan deği­ şik şehirler var. Bu bakımdan ben bunu anlatmak­ ta güçlük çekerim. Büyükbabamın İstanbul’u baş­ ka, öğrencilik yıllarımın İstanbul’u başka, içinde şu anda yaşadığımız İstanbul başka. Bu gün de topografyayı ele alalım, hep aynı yerde yaşadığı­ mızdan şüphe ettirecek kadar çeşitlilik gösteren bir topografyanın içinde yaşıyoruz. Bunun kadar tezat bir kent daha yeryüzünde görmedim. O yüz­ den net bir cevap veremem böyle bir soruya.

WtKKKKMBüyükbabamzın İstanbul’u nasıldı?

Onun zamanının İstanbul’unu görmedim. Ba­ bam İstanbul’dan ayrılınca doğmuşum ben. 1933 yılında ailemin İstanbul’a dönüp kesin olarak yer­ leşmesiyle birlikte gözümü açtım, Yıldız semtini gördüm. Abdülhamid, Yıldız Sarayı’m yaptırın­ ca, İstanbul’da ve bütün başkentlerde âdet oldu­ ğu üzere sarayın çevresinde devlet erkânının otur­ duğu konaklarıyla vb. semt oluşmuş 1876’dan sonra. Biz gittiğimizde Abdülhamid yoktu, sem­ tin içi boşalmıştı, ama fiziksel çerçeve duruyor­ du.

Şöyle bir çerçeveydi o efendim: Önce büyük ko­ nutlarımız, bir zamanlar devlet büyüklerinin otur­ duğu, istisnasız tümü ahşap olan büyük konut­ lar vardı. Bunların içerisinde zengin bahçeleri var­ dı. O bahçeler, bugünün bahçeleri değildi, ken­ dilerine göre bir üslupları vardı. Duvarların örü- lüşü farklı, duvarın üstünden fışkıran yeşil doku farklı. Bugün bilinmeyen farklı şeyler vardı, me­ sela menekşeyle ilgisi yok ama, menekşe gülü der­ ler, küçük beyaz bir gül vardı. Sonra orta halli­ nin ve onun bir altının oturduğu konut tipleri var­ dı. Bunlar genellikle birbirlerine bitişiktir ve ön­ de arkada bahçeleri vardır. Önde leylak tipi çi­ çekler, arka bahçede ise sebze vardı ki evin kü­ çük sebze ihtiyaçları oradan karşılanırdı. Her ev­ de bir aile otururdu, öyle oda oda kira diye bir durum yoktu. Sokaklarda sükûnet vardı, öyle ço­ cuk gürültüsü falan yoktu. Hele öğle saatlerinde havada sinek uçsa kanat sesleri duyulacak kadar sessizdi çevre. Kısacası sessiz, alabildiğine sağlıklı, yeşil, mutlu bir çerçeve.

■■■¡^■Sonra ne oldu?

1947 yılında ben lisenin ilk sınıfına gidiyo­ rum. Savaş bitmiş, yokluk dönemi bitmiş, Kara- köy poğaçacısı açılmış, fırınlarda beyaz ekmek gö­ rülmüş, bir mutluluk dönemi yaşıyoruz, midele­ rimiz bayram edecek. Tam o günlerde bugün Yıl- dız’da teknik okulun olduğu yere (o sırada okul yok) garip bir şey kondu. Sanki yerden mantar çıkmış gibi. Kimse bilemedi ne olduğunu. Meğerse gecekonduymuş. Binanın duvarlarının üstünde iki el sıkışıyor. Bu bir yardım malzemesi sandığıymış, adam boyundan biraz yüksek bir şey; vatandaş onu oraya koymuş, içine de tuğla örüyor. Orta sı­ nıfın biraz altında olanlar bile o sırada üç beş oda­ lı evlerinde oturuyorlar. Herkes birbirine “oralar­

da bir şeyler oluyor” dedi. Kimse ev yapılıyor di­

yemedi, çünkü ev değil. O zaman gecekondu kav­ ramı da daha yok. Sonunda vatandaş, içinden du­ varını çekti, üzerinden tahtasını kaldırdı ve kon- dusu ortaya çıktı. Ve 47, 48, 49’dan itibaren de bunlar mantar gibi yerden bitip arttılar. Yıldız Bulvarı yapılırken onlar oradan kaldırıldı, ama başka yerlere gidip orada çoğaldılar. Şimdi İstan­ bul’un çevresi hepsinin adı, kuş, çiçek zarif isim­ leri olan, ama kendilerinin zarafetle uzaktan ya­ kından en ufak ilgisi olmayan yerleşimlerle dol­ du gitti.

Bir özelliğe dikkatinizi çekeyim: İstanbul’un es­ ki halkı bunlardan bir tane bile yapmayı hiçbir zaman aklına getirmedi. Parası olmadığından de­ ğil, bir gecekondu o zaman kaç paraydı ki... İhti­ yacı olmadığından da değil hepsi zaten kirada otu­ ruyor. Bir memurun aylığının yarısı o zaman bi­ le kiraya gidiyordu. O şehir kavramı, toplum ya­ rarı gibi disiplinler içinde olduğundan devlet ara­ zisi gibi yerlerde, başkasının mülkü üzerinde ken­ disine konut yapmayı haysiyetine aykırı buldu. Bazı istisnalar dışında İstanbul’un 1 milyon hal­ kı kesinlikle gecekondu yağmasına katılmamıştır diyebilirim.' Bugün ise biliyorsunuz spekülasyon­ dan gecekondu kesimine pay düşmüştür ve eski ilkel mülkler birer servete dönüşmüştür.

misiniz?

Ï Bugünün İstanbul’unu tarif eder

Efendim bugünün İstanbul’u, evvela, ame­ liyat geçirmiş bir hastadır. Son beş yılda estetik veya organik, vücudu veya yüzü üstüne ameliyat geçirmiş bir hastaya benziyor, ama bünye önceki gibi. Kentin ana bünyesi sürüyor, çevresi de illet yerleşimlerle dolmuş. Artık onlar gecekondu ol­ maktan da çıkmış, arsanın biçimini almış, onun teferruatı olmuş.

■ ■ ■ ■ /¥ & /' bu arada, ameliyatta neler olumlu oldu?

Şimdi aslında yine olumsuz olmakla birlik­ te kimi olumlu sayılabilecek bölümler var. Mese­ la Bakırköy sahil yolu ve Asya kıyısında Küçük­ yalı sahil yolu. Gerçekte onlar da estetik bakım­ dan sakıncalı. Örneğin Sadun Boro doğal doku­ nun, kıyı şeridinin betonla doldurulmasından kahroldu. Aına asıl sorun o iki yolun ardındaki hinterlanttır. 20-30 yılda o yoğunluk teşekkül et­ li mi artık o sahilin bu hali alması kaçınılmazdır. İnsanı deniz kıyısına çıkarmak, kömür depoları­ nı kaldırmak isabetli işlerdir. Ayrıca, mimarisini onaylamaya imkân yok ama, İstanbul’un iyi bir konser salonuna kavuşması da iyidir. Ama bina­ nın mimarisi için Amerikalılara kadar gitmeye ge­

rek yoktu. Burada onu çok daha iyi yapacak ki­ şiler vardı. Neyse ki binanın içi iyi. Böyle üç beş tane yerinde proje vardır. Ama, ötekiler gerek har­ canan para, gerek feda edilen beş yıl, gerekse kul­ lanılan Türk tarihinde şimdiye kadar görülmemiş şiddetteki yetki unsurunu göz önüne alırsanız, ye­ terli ve uygun sayılamaz.

Burada bir noktayı vurgulamak istiyorum. Ben bütün bu olaylara bakarken acaba olumlu bir şey bulabilir miyim diye bakıyorum. Yoksa estetik bi­ çimde ele alırsanız, şehir karakteristiği olarak ba­ karsanız bunların iler tutar tarafı yok. Ben “İs­

tanbul Estetiği” adlı bir kitabın yazarıyım. 83’te

çıktı kitap. Orada savunulanın tamamen tersinin yapıldığını görmekle de mutsuz olan bir insanım. İstanbul’un bir özelliği kumlu çakıllı kıyılarıdır. Sahil kumla çakılla bitmeli. Doğal haliyle bitmeli. Tıpkı Zürih göl kıyısında olduğu gibi, onlar da bilirler beton çekmesini, ama çekmemişlerdir. Ne­ den? Çünkü estetiği bilirler. Biz artık o kadar in­ cesini de aramıyoruz. Geniş kitlelere kabataslak çözüm getirilmesini bir yerde onaylıyoruz. Bakır­ köy ve Küçükyalı’da bu nedenlerle onayladığımız çözümler bazı bölgeler için geçersizdir. Mesela Boğaz’da imkânsızdır. Çünkü Boğaz dokusuyla Küçükyalı dokusu arasında iki ayrı ülke kadar fark vardır. Birisi dünyanın her yerinde bulunu- labilen sahil çakıllığıdır, diğeri ise evvela coğraf­ ya olarak, sonra dünya yerkabuğu üzerinde sadece bir yerde gerçekleşmiş olan bir morfolojidir. Sonra 500 yıllık Osmanlı tarihi medeniyeti onun kena­ rını dantel gibi kendine özgü bir mimariyle süs­ lemiş. Şimdi burada daha fazla özen göstermeli; buraya beton döktünüz mü dantele beton dökme­ ye benziyor.

Trafik sorunu var ise, ona başka alternatifler aramak gerekiyor. Tüneller by-pass yollarla aran­ malıydı çözüm. Sonra 50’li yıllardan beri söyle­ nir hep Boğaz’ı transit geçecek olan trafiğin İcıyı şeridinden geçmesi zorunlu değil, tepeden arka yollardan geçirip, aşağıya inişler vererek çözüm­ ler bulunması mümkündür.

İkinci bir olumsuzluk 80-90 arasının İstanbul^ un yüzüne vurduğu hançer darbesidir ki bu da Boğaz’da boş kalmış tepelerin beton tanklarla dol­ durulmuş olmasıdır. Evet tanklar diyorum,

çün-Çelik Gülersoy 1930’da Hakkâri’de doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini İstanbul’da yaptı. Beyoğlu Erkek Lisesi ni birincilikle, İstanbul Hukuk Fakültesi’ni iyi derece He bitirdi. Öğrenimi sırasında çalışmaya başladığı Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu’nun çeşitli kademelerinden sonra 1961 'de hukuk müşaviri, 1966’da gene! müdür oldu. Bu kuruluşu reorganizasyonundan sonra turizm ve kültür çalışmaları dolayısıyla Kültür Bakanlığı ’nın

“şeref plaketi "ni, İtalya Cumhurbaşkanı tarafından verilen "Cavalier” ve Fransa Cumhurbaşkanı’nca verilen “milli takdir" nişanlarını aldı. I979’da İstanbul’un tarihi korularının bakımı ve içlerindeki köşk ve kasırların restorasyonunu gerçekleştirerek bunların halka açılmasına öncülük etti. "Kapalıçarşı’nın Romanı" adlı eseri ile Simavi Vakfı Sosyal Bilimler ödülünü kazandı. Topkapı, Kapıkule, Yıldız Sarayı’nın bahçesi, Emirgân, Hidiv Kasrı, Yeşil Konak ve Soğukçeşme gibi birçok restorasyon ve düzenlemeler yapan Çelik Gülersoy’un, turizm

ve İstanbul’la ilgili yayımlanmış birçok kitabı da

bulunuyor.

re 9 kat çıkmaya imkân yok. Yanındaki parseli de o fakir evin sahibi alamaz, o zaman da bir hol­ ding çıkar, hepsini toplar, tapuda birleştirir ve adı­ na füzyon dediğimiz olay olur ve bloklar takır ta­ kır dizilir her iki yana da; bunun adına Beyoğlu denmez. O zaman orada yepyeni bir şehir çıkar. Şimdi Tarlabaşı’nda ön tarafa dokuz kat verdi­ niz mi artık durduramazsınız, arka tarafa da 9 kat vereceksiniz ve sonunda Tarlabaşı’nın İstiklal Caddesi’ne doğru çıkan, daha zengin yapılar içe­ ren bölümü de gider, O zaman adına Beyoğlu de­ diğimiz 19. yüzyıldan kalma frenk yerleşimi kal­ kar, yerine dünyanın her tarafında gördüğümüz takır takır betonlar gelir. İşte Beyoğlu yıkılmasın, Dolapdere’yi yapın derken bunu amaçlıyordum.

WKKKKRRŞimdi bir de örneğin Taşkışla olayı var. Taşkışla’nın beş yıldızlı otel yapılması için çok tar­ tışıldı, çok baskı yapıldı, hatta aklı evvelin biri buranın otel yapılmasına karşı çıkanın vatanı sev­ mediğini söyleyecek kadar ileri gitti. Oysa Fran­ sa ’da örneğin, Paris’teki Sorbonne’u beş yıldızlı otel yapalım deseler herhalde millet konuyu tar­ tışmak bir yana söyleyenle alay eder değil mi?

Bu bana, bir olayı anımsattı. 1960’ların bir Tarım Orman Bakanı vardı. Benim de ormancı­ lardan bir dostum var olayı o anlatıyor. Bu ba­ kan, ormancıları Ankara’ya çağırıyor ve diyor ki “Bütün ormanları sökelim. Mevcut ağaç varlığı­ nı odun olarak değerlendirelim. Sonra lâzım ge­ len yerlere yine orman yaparız. Tabii ormancılar hasta oluyorlar bu teklife ve karşı çıkıyorlar. On­ ların karşı duruşuna karşı bakan bağırıyor. “Siz

bana söyler misiniz mevcut ormanlar kaç para edi­ yor?” Dostum da bu çıkış üzerine ona sormuş. “Efendim sizin sağlığınızın parasal tutarı ne ka­ dar hesaplar mısınız?

M ttK K K B izde kentin sorunlarına pek ilgi göste­ rilmiyor.

Efendim o genel bir hastalık. Sade İstan­ bul’a, Türkiye’ye değil, Doğu toplumlarına özgü bir hastalık, Doğu toplumlarına has bir kafa ya­ pısı karşısındayız. Şehrinin, ülkesinin sahibi ol­ duğunun bilincine varamamak. Tabii bunda çe­ şitli faktörler rol oynuyor...

■ H O zaman şunu söyleyebilir miyiz: İstan­ bul’un bugünkü durumundan, burada oturanlar da sorumlu.

Ona ne şüphe efendim. O ünlü formül ge­ çerliliğini koruyor: Her ülke layık olduğu yöne­ time sahiptir.

WKKKtMBir de şimdi yabancıya dönük beş yıl­ dızlı oteller furyası var İstanbul’da.

Bu sadece İstanbul’a has değil, Türkiye ge­ nelinde var 5-10 yıldır. Türist sayısı biraz kıpır­ danma gösterince sanıldı ki tek noksan, ilave ya­ tak kapasitesi. Ve bütün tedbirler bu düşünce doğ­ rultusunda geliştirildi. Şimdi yapılan yanlışlardan ötürü panikler başlamış durumda. İkinci bir yan­ lış da şehir sırf dış turizme yönelik otellerden

bir-niz, denizin üstüne düşen pırıl pırıl güneş pırıltı­ sı nedir, havanın durumuna göre yosundan, ye­ şilden laciverde dönen Boğaz’ın rengi nasıl olur, ben bunları okulda gördüm. Oralarda İstanbul1 un çocukları doğanın keyfini değil yalnız, tadını, yapısını öğrenirler. “Siz buradan çıkın, arkadaki

dağlarda eğitim yapın. Biz buraları turistlere tah­ sis edeceğiz” lafı bana utanç verici geliyor.

■ ■ ■ ■ ■ Topografik konular dışında, mesela ula­ şım sorununa gelirsek...

Ulaşım politikasındaki sakatlıklara gelince: Batı’da şehirler bizden önce oluştuğu için, onlar bu yollardan daha önce geçmişler. Biz de aynı yol­ lardan gitmezsek kendimize mahsus politikalar üretemeyiz. Bilmeliyiz ki nüfusu 1 milyonu geçip de metrosu olmayan şehir yok. Birinci yapılacak iş, trafiğin önemli bir bölümünü, geniş kitleleri toprağın altına almaktır.

W KKK^Kana!izasyon konusuna gelirsek?

En çok reklamı yapılan kanalizasyon siste­ mi içler acısı. “Biz göze görünmeyen yere yatırım

yaptık, apolitik bir tavır aldık, ama şehrin uzun vadeli çıkarına hizmet ettik” iddiası karşısında­

yız. Şimdi bakalım ne yapıldı? Haliç’in atık

sula-D

eniz kenarlarını sırf

yabancılara tahsis etmek kadar

utanç verici politika azdır. Bir

şehirden önce oranın halkı

yararlanır, ekstra olarak da

turistler ona iştirak eder.

Dünyanın bütün medeni

ülkelerinde bu böyle.

İstanbul’daki çocuklara ‘Siz

buradan çıkın/arkadaki

dağlarda eğitim yapın, biz

buraları turistlere vereceğiz’

lafı utanç vericidir.

rını ve muhtevasını ve kentin kanalizasyonunu Marmara’ya ve Boğazlar’a veren bir sistem kurul­ du. Buna karşı da iki itiraz yükseldi. Ama onla­ ra cevap verilmedi. Birinci itiraz resmi ve askeri bir rapor, kimsenin bundan haberi de yok. Oşi­ nografi ve Hidrografi Dairesi’nin raporu. Bu ra­ por kanalizasyonun dayandığı savı çürütüyor. Ka­ nalizasyon sistemi kimyevi arıtma getirmiyor, sa­ dece bir ızgara getiriyor ve muhtevayı olduğu gi­ bi denize döküyor. Nedir bunu dökerken dayan­ dığı gerekçe? Efendim Ege’den bir akıntı gelir, Bo- ğaz’ı geçer ve Karadeniz’e gider, bu akıntı atıkla­ rı da sürükleyecek deniyor. Oşinografi dairesinin sondajları gösterdi ki bu akıntı Karadeniz’e çık­ mıyor. Çok uzaktan geldiği için güçsüz, tuzlu ol­ duğu için ağır ve Boğaz’ın ağzında bir eşik oldu­ ğu için de akıntı oraya vurunca kırılıyor. Boğazlı da bilir zaten akıntı dipten akar ama, pislik üst­ ten, şimdi bu pislik de yüze vuracaktır. Bu konu­ da takır takır makaleler yazıldı. Marmara’nın de­ rinliği 300 metredir ve bunun 250 metresi ölmüş, yalnızca en üstteki elli metresi yaşıyor. Şimdi o kanalizasyon o 50 metreyi de öldürdü öldürecek.

ISayın Gülersoy, bir süre önce sizinle bir söyleşi yapmıştık ve sonradan bir kez daha bir araya gelmeyi tasarlamıştık. Şimdi 1989 26 Mart belediye seçimlerinden bu yana bir yıl geçti. Bel­ ki de bu yılın çok değişik ve güç koşullar altında geçmiş olmasına karşın bir değerlendirme yapma zamanı gelmiştir. Sizce bu bir yıl içinde İstanbul1 da neler yapıldı, neler değişti, nasıl görüyorsunuz durumu?

Çelik Gülersoy, kentlinin kentiyle ilgilenmediğini, ülkesinin sahibi olduğunun kaynaklandığını söylüyor. (Fotoğraf: Uğur Saner)

kü hepsi aynı yöne dönmüş öyle duruyorlar.

“Efendim bekleyin bunlar bitsin çevresine bah­ çeler yapılacak, yeşili olacak" deniyor. Ama olsa

ne olacak? Yine duvar olacak, yine halk gireme­ yecek. Biz Boğaz feda edilmesin derken iki şeyi anlatıyoruz. Bir, bir rekreasyon alanı yaratılsın,

10 milyonluk şehrin nefes alacak bir yeri olsun. İstanbul’un tek kalan akciğeri kıyıda Boğaz’dır. Onu feda etmeye kimsenin hakkı yoktur. Aynı za­ manda Boğaz’ı korurken amaç peyzajı korumak­ tır. Boğaz mimarisinin bir özelliği var. Çok

var-bilincine varamadığını, bunun da Doğu toplumlarına özgü kafa yapısından

«, Tabii. Ne yazık ki doğru. Çocukluğumuzda hayıflanırdık ‘ne diye yabancılara bu kadar yer

vermişler’ derdik. Şimdi neredeyse verildiğine şük­

reder hale geldik. İyi ki verilmiş. Yoksa oralar 1940’lar sonuyla 1980 arasındaki popülist dönem­ de gecekondulara feda edilecekti. Son beş yılda­ ki elitist dönemde de villa sahiplerine kurban edi­ lecekti.

80

F-90 arasının İstanbul’un

yüzüne vurduğu hançer

darbesi, Boğaz’da boş kalmış

tepelerin beton tanklarla

doldurulmasıdır. Evet tanklar

diyorum, çünkü hepsi aynı

yöne dönmüş öyle duruyorlar.

‘Bunlar bitsin, etrafında yeşili

olacak’ deniyor. Olsa ne olur.

Yine duvar olacak, yine halk

giremeyecek.

yasyonlu, deniz kenarı, taş yalı ayrı bir tip, ah­ şap yalı ayrı bir tip mimariye sahip, köy içlerinin evlerinin mimarisi ise ayrı. Oysa şimdi yapılanla­ rın hepsi aynı tip beton bina. Bu Boğaz’a ihanet­ tir.

■ ■■ ■ ■ E V et galiba, çok hazin ama, şimdi Bo­ ğaz’m doğal dokusunun tek korunduğu yerler ya­ bana misyonlara verilmiş olan arazi parçaları.

Boğaz özellikle bu iki dönemi, popülizm ve elitizmi soyut biçimde kaynaştıran Sarıyer’i ile diğer sorunlarıyla bitmez bir konu.

Evet isterseniz Boğaz’dan çıkalım ve topog­ rafya ile ilgili olmayan meselelere gelelim. Ama isterseniz son bir şey daha yapalım ve Beyoğlu1 na girelim. Beyoğlu’nda sorun neydi? Boğaziçi ve Şişli’den gelip Haliç’e akan trafiğin kolaylaştırıl­ ması. Gerçekten de bu anlamda Tarlabaşı rahat­ lama sağlamayan bir kılcal damardı. Peki ama bu iş için başka alternatif neden aranmadı? Bunu so­ ruyorum ve yalnız bugün değil, o ameliyat başla­ dığında açıkça yazmıştım. Eğer amaç sadece tra­ fiği rahatlatmak idiyse, başka çözüm vardı: Do- lapdere. Tarlabaşı da Dolapderede ikisi de aynı yerden gelip aynı yere giderek trafiğin akışını sağ­ layacak imkâna sahip, hatta aşağısı daha da sa­ hip. Bina yok aşağıda, çoğu yer arsa, tarihi bina yok, nüfus dokusu daha az. Bu üç unsura karşın yukarıda daha problemli olan yer tercih edildi.

Şimdi Tarlabaşı’nda trafik akıyor ama, iki ya­ nında da bir şkandal sergileniyor. Tarlabaşı’nın üstündeki binalar değildi önemli olan, önemli olan onların yıkılmasıyla ortaya çıkan boşluğun bundan sonra alacağı görüntüdür. İki dizi evden bir diziyi ortadan kaldırıp bir boşluk yaratırsa­ nız, kalan dizi yaşayamaz. Mecburdur yerini da­ ha yüksek yapılara bırakmaya. Biliyorsunuz Da­

lan gitmeden önce, yeni imar planının resimleri­

ni basma gösterdi. İki tarafa 9 kat veriliyor. 3 katlı eski yapıyı siz 9 kata çıkardınız mı o 6 kata ta- maheıı herkes evini söker. Şimdi küçük

parselle-leşik olamaz efendim. Şehir bir bütün. Evvela o şehrin içinde yaşayan insanların hayatı var. Do- ğu’nun turizmden anlayamadığı taraf budur. Dış turizm yemeğin tuzu biberidir. Ama yemeğin ken­ disini oranın halkı pişirir ve yer, öbürleri iştirak eder sadece. Bir şehir yalnız iüks otellerden bir­ leşik sayılabilir mi? Bunun kültürü var, sağlığı var, eğitimi var..

MKBKKMŞimdi isterseniz, eğitim kurumlanılın otelleştirUmesi konusuna girelim.

B

•ugünün İstanbulu ameliyat

geçirmiş bir hastadır. Son beş

yılda estetik veya organik,

vücudu veya yüzü üstüne

ameliyat geçirmiş bir hastaya

benziyor, ama bünye önceki

gibi. Kentin ana bünyesi

sürüyor, çevresi de illet

yerleşimlerle dolmuş. Artık

gecekondu olmaktan çıkmışlar,

arsanın teferruatı olmuşlar.

Evet, deniz kenarlarını sırf yabancılara tahsis etmek kadar, utanç verici politika azdır. Bir şe­ hirden önce oranın halkı yararlanır, ekstra ola­ rak da turistler ona iştirak eder. Dünyanın her ye­ rinde bu böyle, yani medeni dünyanın demek is­ tiyorum tabii. Şimdi ben Beşiktaş Ortaokulumda okudum. Yoksul kesimin çocuğuydum, bizim de­ niz kıyısında oturmamız mümkün değildi. Ama İstanbul’da Marmara Denizi nedir, yakamız

de-Göz önünde, fiziksel görüntüleri ve sonuçla­ rı olan fazla bir değişikliğin olmadığını herkes biliyor. Ben de herkes gibi aynı manzaraları sey­ rediyorum. Sebepleri ve durumun farklılıklarını gündeme getirecek olursak, bence en önemli so­ runun kaynak yokluğu olduğunu söyleyebiliriz. Geçmiş dönemlerde şehir yönetimi ile siyasi ikti­ dar aynı siyasi partiye aitti. Şimdi ise ikisi ayrı ayrı partilerde ve İstanbul eskinin deyimiyle bunun avakibini yaşıyor. Para olsa bugün görüntü daha farkH olurdu. Bunun tam sebeplerini bilemem ta­ bii. Ama eğer mali kaynaklardaki bu farklılık ol­ masaydı, şehirde bazı şeyler farklı olacaktı diye­ biliriz. Bunların içerisinde bir tanesini özellikle vurgulamak isterim. Burada belirtmeliyim ki de­ ğişikliklerin birinci nedeni mali sıkıntılar ise, İkin­ cisi de iklim bozukluğudur. Her yıl bir öncekin­ den daha farklı olarak, dünya, Türkiye ve özel­ likle Marmara iklimindeki bozuklukları gözlüyo­ ruz. Dünya bilimsel çevreleri bu çizginin başaşa- ğı gittiğini biliyorlar. Şimdi eğer mali sıkıntı da­ ha az olsa bu ikinci faktöre karşı da daha etkili önlemler alınabilir.

Bunun başında ısınmanın doğurduğu kuraklık var. İstanbul’u tarihte bunun kadar tehdit eden bir tehlike düşünemiyorum. İstanbul tarihte de büyük afetler yaşamıştır. Ama bugünkü koşulla­ rın değişikliği, nüfusun çok yoğun olması tehli­ keyi büyütüyor. Onun için tarihte ilk defa olmak üzere, İstanbul bugün yok olmak tehlikesiyle bu­ run burunadır. Bu tehlikeyi elbirliğiyle gideremez­ sek, şehir olarak, parti olarak değil, ülke olarak da giderilemeyecek zararlarla karşı karşıya gele­ ceğiz. Bu durumdan ilk etkilenecek sektör dış tu­ rizm.

Peki efendim yapılabilecekken ya­ pılamamış olan neler var?

Bu dönemde ....Bu konuda objektif olmak güç tabii ama, gözlemlerimi söyleyeyim ki benim tavsiyelerim de odur. Bir sosyal demokrat iktida­ rın iddialı olduğu yahut da mahiyetine daha uy­ gun düşen bazı alanlar var. Kültür ve temizliği bunların başına koyarım ve bu konuda hâlâ ya­ pılacak bazı şeyler olduğunu görüyorum. En başta da temizlik geliyor, caddelerin yıkanmamasını an­ lamak mümkün değildir. Evet su yok, ama deniz suyu düşünülebilir. Hiç değilse, caddelerde, kal­ dırımlarda bırakacağı tuz konusu incelenir. Niye hâlâ Şişli Caddesi’nde, İstiklal Caddesi’nde bir yağmur yağdığında çamur içinde geziyoruz?

Şehrin kenarını pislik götürürken şehrin orta­ sı temiz olsa ne olıır diye düşünmemek lâzım. Ona karşıyım. Çünkü şehrin ortasını herkes kullanır. Buraları ortak yerlerdir. Şimdi bu ilkel durumun sürmesi, hem mevcut yönetime bir eksi getiriyor hem de vatandaşta umutsuzluk doğuruyor. Bu­ nunla birlikte yönetim yerine oturdukça bu ko­ nudaki uyarıların dikkate alınacağına inanıyo­ rum.

Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

“ Bu işin ucunu bırakmayacağım, sonuna kadar gideceğim” diyen tavrı bana bir fotoğrafı anımsatıyor: 1950’- den kalma, sararmış bir fotoğraf: Nâ­ zım Hikmet’in

Öyle bir yer ki Agora, hem zaman dışı, hem de bütün za manian içinde barındırıyor: Narçiçeği renkli fesi nazar bon­ cuklu, ince bıyıkları badem

Daha çok robot güreşlerinde kul- lanmak için geliştirilen Robomaster’ın 499 dolarlık fiyatı biraz pahalı olsa da bu tür ürünlere ilgi duyanlar için uy- gun bir

藥科心得報告 b303097226 張米淇

Bu duygusal vedalaşma / uğurlama anından anlaşılan, Kadı Han ve kraliçenin duygularının karşılıklı olduğudur; ancak aynı Kraliçe, romanın sonunda Tuğ

Acil Servise Başvuran Hastaların Memnuniyet Düzeyleri Level of Satisfaction of Patients Admitting to Emergency Room.. Oya AKPINAR ORUǹ, Hanife

Bu çalışmada, acil servise toraks travması ile başvuran hastaların demografik özellikleri, travma nedenleri, gelişen patolojiler, tedavi yaklaşımları ve

Karın ağrısı şikayeti ile acil servise başvuran hastaların karın ağrısındaki davranışlarının yaş gruplarına göre dağılımı istatistiksel olarak değerlendirildiğinde