• Sonuç bulunamadı

İkinci kapıdan çıkalı otuz yıl oldu:Aşık Veysel

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "İkinci kapıdan çıkalı otuz yıl oldu:Aşık Veysel"

Copied!
6
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

□ Yazın Sanatı’nda ‘İmza Toplayan

Adam’ inceleniyor bu hafta...3. sayfada

□G ültekin Emre’den ‘Okuma Mara­

tonu’ ...-...

10. sayfada

□ ‘Masallar ve Eğitimsel İşlevleri’

M.H. Yavuz’un kitabını Firdevs

Gü-mÜŞOğlU İn c e le d i... 16. sayfada

□S.Aslankara,Sabahattin Ali’nin Bi­

linmeyen öykülerini yazdı....

ıs.sayfada

Cumhuriyet

f )

_____

____

' ’

w'ip zm l®

llmJL IL /m lr

İkinci kapıdan çıkM

H alk Şiirimizin güçlü sesi Âşık Veysel

türküleri ve şiirleriyle yirminci yüzyıla

damgasını vurmuş bir halk ozanıydı.

Yokluğunu her gün biraz daha fazla

d u y arak anıyoruz onu.

ŞÜKRÜ GÜNBULUT

ocukken çiçekleri çok severmiş. Bir dağda çiğdem çiçeğin yanında uyuyı mış. Çiğdem çiçek gözlerine değmiş. Uyan­ dığında görmüyormuş.

Çiğdem çiçek dolu dağlar Yârim gurbet elde ağlar

Şu dağın ötesinde yaşıyor. Dağın dibinde bir su (Kı­ zılırmak). Suyun kıyısında türküler söyler. Bütün ülke tanır. Herkes sever onu. Aha şu dağın, Şeme’nin arka­ sında. Bu Şeme Dağı’nda çok sarı çiçek, çok yeşil ot bi­ ter...”

1949 yıllarındaydı. Anam böyle anlatırdı Âşık Veysel’i bana. Âşık Veysel, benim gibi küçük bir çocuk muydu, yoksa kocaman bir adam mı, bilemezdim. Ama o, da­ na çok, Şeme D ağının yamacında, sarı çiçeğin, yeşil ça­ yırın arasında oynayan çocuktu.

Şeme, Şarkışla Ovası’nın dibinde, başı sonu belli, ma­ vi bir dağdı. Ova, en uçta Şeme’yle mavileşerek göğe karışır, güneş dağın bir ucundan batardı. “İşte, tam gü­ neşin battığı yerde yaşıyor” derdi anam. Yaşıyor muy­ du, çok eski bir zamanda mı yaşamıştı, hiç mi yaşama­ mıştı, bilemezdim.

Anam da bir halk ozanıydı. Anlatırdı kış boyu, güne- ı battığı yerdekini, mavi dağın ardındakini.

şm

Şeme Dağı duman olmuş puslanmış

“Şeme Dağı duman olmuş puslanmış” sözü blaşırdı anamın diline? Daba çocukken bili Bu

den do!

Bir güzel söz olduğu belliydi.

Âşık Veysel, Dir sı anamda. Şeme Dağı gibi, dumanlı, puslu...

un

; SM pfr

nere- bilirdim.

Yedi yaşlarındaydım. Âşık Veysel, bir söylenceydi

Sonra, sonra gördüm ki, Âşık Veysel, yalnız anamda değil, bir halkın dilinde söylenceleşiyor, herkesin bir Veysel’i oluyordu. Âşık Veysel’in 16. yüzyılda yaşadığı­ nı savunan üniversite öğrencisiyle tanışıyordum. H er­ kes bu söylenceye katkıda bulunuyor, en ünlü şürleri değiştiriliyor, bir söylencede olduğu gibi, yaşamının belli başlı olayları ye tarihleri değişik biçimlerde veri­ lebiliyor, insanlar Âşık Veysel’den çağdaş bir söylence

alanının içinde olduklarını duyarak, rahatlıkla konuşu­ yorlardı. Bir gazeteci onun “taun hastalığından kurtu­ lamayarak öldüğünü” yazmıştı. Anadolu’da olsa olsa veba olur diye düşünmüştür. Nimet Arzık, Anthologie de la Poésie Turque’de (Paris, Gallimard 1968.) onun için “Günüm üzde herkesçe onurlandırılan yarı efsane­ vi bir kişiliktir” diyordu.

O nun söylencesine anamdan yatkınım. Çiğdem çi­ çekli çocuk, her zaman gözlerimin önünde. Ama, bir de gördüğüm, konuştuğum, dinlediğim Âşık Veysel var. Fötr şapkalı, paltolu, pipolu, rakılı... İstanbul’da Sir­

keci, Ankara’da Yıldırım Beyazıt otellerinde rastlanan. Bu yazıda, söylencenin Veysel’ini bir yana bırakıp bu Âşık Veysel’i anlatmak istiyorum. Onu, ta küçüklüğün­ den başlayarak, yasadığı topraklarda, birlikte ya dakar- şıt olduklarında, ekmeğini kazandığı toplumda, şürin- 3e, türküsünde arayacağım. Sık sık tarih vereceğim, yer bildireceğim ki söylencenin Âşık Veysel’i yüze gel ■ M üzyuın bir efsa

l ’te Siıvas, Şar

yor. Burası İç Anadolu’yla Akdeniz, Karadeniz ve Do-sin. 20. yüzyılın bir efsanesi tarih olsun, gerçekleşDo-sin. 0 ,1 8 9 4 ’te Siıvas, Şarkışla, Sivralan Köyü’nde

doğu-ğu Anadolu’nun gelişmiş halk kültürü merkezlerinin

(2)

Kapak konusunun devamı... * “ kesiştiği bir yöre. Yörede, Pir Sul­ tan Abdal'dan beri değerli halk.ozanlan yetişegelmistir. Kul Himmet Üstadım, Serdari, Ruhsati, Kemter, Hüseyin, Agâ- hi Baba, Veli, Ali izzet, Talibi...

Anası Gülizar, süt sağmadan gelirken volda doğurduğu Veysel’in göbeğini taş­ la keserek önlüğüne sanp eve getiriyor.

Kimi köylü kızı kimisi hanım

1901 Çiçek hastalığından bir gözünü yitirir.

1902 Babası Veysel’e bir saz alır. 1906 Ö bür gözünü de ahırda bir ökü­ zün boynuz vurmasıyla yitirir.

1919 Esma ile evleniyor. 1921 Babası ve anası ölür.

1927 Esma, bir başkası ile kaçar. Es- ma’dan olan bebek ölür.

1928 ikinci kez evlenir. Kansı Güli- zar’ın iki oğlu, dört kızı olacaktır.

1931 Sivas’ta “Halk Şairleri Bayra­ m ın a katılır.

1932 Veysel’in yaşamında önemli yeri olan Halkevlerinin kuruluşu.

1933 Yayımlanan ilk şiiri: Cumhuriyet Destanı.

1940 Köy Enstitülerinin kuruluşu. 1942-1946 Köy Enstitülerinde saz öğ­ retmenliği.

1973 21 Mart sabahı. Akciğer kanserin­ den öldüğünde, vasiyetince türküler söy­ lenerek toprağa veriliyor.

Genç yaşımda felek vurdu başıma Aldırdım elimden iki gözümü Yeni değmiş idim yedi yaşıma Kayıp ettim baharımı yazımı

“Yedi yaşımı bitirip sekizime girdiğim sıralarda idî. Emmim’in kansı Muhsine, bana üç etekli bir entari dikmişti. O nu gi­ yinip , kendisine o cici elbiselerimle el öp­ meye gittim. Hava çok yağmurlu idi. Her taraf, çamur deryası halinde idi. Yolda ayağım kaydı, düştüm. Entarim, çamur içinde kaldı. Kalktım, göz yaşlan içinde eve seğirttim. Ertesi gün yataktan kalka­ madım. Ateşler içinde yanıyordum. Me­ ğer, çiçek hastalığına tutulmuşum. Çok geçmeden, sol gözümde çıkan bir çıban yüzünden o gözümü kaybettim. Bir müd­ det sonra da sağ gözüme perde indi. Sağ gözümle, ışığı ve aydınlığı seziyor, fakat göremiyordum. Anık, küçük bacım Elif, beni elimden tutup gezdiriyordu.

Oyalanayım diye, babam bir saz aldı. O küçük yaşımda, akşamlara kadar bir ses çıkarabilmek için saaderce sazımın üstü­ ne eğilir, duyduğum türküleri söylemeye çakşırdım.”

Molla Hüseyin ve Ali Ağa

iki saz öğretmeni vardı: Molla Hüseyin ve Ali Ağa. “Ali Ağa sazm perdelerini kendine göre değiştirirdi. Saz ustasının yaptığı perdeleri öyle bırakmazdı. Şimdi çaldığım perde bana ondan kalmadır. Düzen de onundur.

Babam, sazımı Mola Hüseyin’e götü­ rür düzen ettirip getirir. Bir dakika olsun erinmez. Benim için çok çakşır. Ama bir türlü öğrenemiyorum. Yanlarından ayrıl­ dım mı sazı bir köşeye anyorum. Babam artık zor kullanmaya başladı. Hatta döv­ dü de.

Bir gün bana ‘Müjde Veysel’ dediler. ‘Köye kırlangıç uşaldan gelmiş. Perdeli gözünü muayene edecekler.’

Hemen o gün babam, ‘kırlangıç uşağı’ tabir edilen ve gözlerine perde inenlerin gözlerindeki perdeyi neşterle kaldıran bu hekimleri eve getirdi. Muayene ettiler. Sağ gözümdeki perde kalkınca görebile­ ceğimi söylediler. ‘Bu ameliyatın yapıl­ ması için yanımızda aletlerimiz yok. Ço­ cuğu Sivas’a getirin’ deyip gittiler.

Babam, hazırkğa başladı. Müsait bir gün Sivas’a gidecek, sağ gözümü

açtıra-caktık. Fakat, Ulu Tanrı bana, dünyayı zindan olarak bağışla­ mak istemiş olacak ki, bir gün ahırda dolaşırken, öküzlerden biri, birdenbire başım sol tara­ fa çevirdi. Boynuzu, sağ gözü­ mü oydu. Ben, feryatla dışarı çıktım. Babam ve etraftan sesi­ mi duyanlar, yanıma geldiler. O vakte kadar da on iki yaşıma gelmiş bulunuyordum.

Yine de bir umut Sivas’a git­ tik. Beni bir sedire oturttular. Gö zümü muayene ettiler. Bir sessizlik oldu. Açılmayacağını anladım. Ağlamaya baş­ ladım.”

Âşık Veysel, yukanda, bir dörtlüğünü aldığımız şiirinde, “Kader böyle imiş, çi­ çek bahane” der. Aynı kader sonucu Vey­ sel’in üç kardeşi çiçek hastalığından, bi­ ri tandırda yanarak, biri de beşikte ölür. Bu yıllarda, salgın hastalıklar, günümüz- dekinden daha yaygındır. 1913 yılında yapılan bir incelemeye göre, halkın % 14”ü sıtmalıdır, % 9 ’u frengilidir. % 72’si bitlidir ve tifüs tehlikesi altında­ dır.

“Ben babamın beşinci çocuğuyum. Ali isminde bir de ağabeyim vardı. Sîzlere ömür. Diğer erkek kardeşim yanarak öl­ müş. Öteldsi beşikte aniden gitmiş, iki ablamla bir küçük kardeşim de yine çi­ çekten ölmüştür. Anam anlatırdı. İçlerin­ den bir ben kurtulmuşum.”

Duyarlı bir çocuk

Veysel, çok duyarlı bir çocuktur. Dağı, tepeyi, bütün çevreyi kimsenin yardımı­ na gerek duymadan dolaşır. Yeni yetme iken tütüne alışır. Bir gece tütünü kalma­ yanca, üç buçuk kilometre ötedeki Mes- çit Köyü’nde Mustafa Ağa’ya gider. Ağa, onu Hasan Çavuş’a gönderir. Hasan Ça­ vuş: “Bende yok. Rıza Çakmak’ta var” der. Rıza Çakmak’ı bir armut ağacının di­ binde uyurken bulur. Uyandırır. Rıza, tü ­ tünün, imam Pınarı nın yukansındaki ça- ğalın (taş yığını) altında olduğunu söyler.

Gider. Çağalı bulur. Altındaki tütünü getirip, Rıza’dan istedi­ ğini alır. Gece, yeniden köyüne döner. O zamanlar, Türk tütü­ nü resmen Düyunu Umu­ m inin (yabancıların) malıydı. Kaçak tütün, günümüzdeki eroin gibi yasaktı.

Daha on iki, on üç yaşların­ dayken bahçenin tüm bakımı­ nı da kendisi yapar: “Otunu alı­ rım, sularım, diplerini çivile­ rim, bütün hizmetini yerine ge­ tiririm”. Çapalama, sebze ve meyveleri taşıma, bekçilik yapma, sapları dirgenle dağıtma, harman aktarma, tığı (savrul­ mamış harman) yığma, taneyi eve çekme, saman dökme, hayvanlara bakma, evin çarıklarını dikme ve onarma gibi işlerle uğraşır.

Uzun süren gelişim

Âşık Veysel’in gelişimi uzun sürer. “El çalarken o kadar hoşuma giden sazı, ben elime aldığımda, onlar gibi çalamıyorum diye gönlüm geçer gibi olduğu da vaki idi, Kangal'ın Çamşıhı Köyünden Ali Ağa o kadar güzel bağlama çalıyordu ki, geçen gönlüm yeniden hevese geliyordu. Bizim o taraflarda, Karacaoğlan ile Emrah’ın şi­ irleri dilden dile dolaşır. Aynca, Şarkış­ la’nın Ağcakışla Bucağının Kale Kö­ yü’nde 1810’larda yaşayan Kemter Baba, ve Iğdecik Köyü’nde 1828’de sağ oldu­ ğunu öğrendiğimiz Âşık Velinin koşma­ ları da çok hoşuma gidiyor ve onları ez­ berliyordum. Bir türkü, bir deyiş, bir saz nağmesi ile iliklerime kadar titrer, çare­ sizlik içinde ‘Eyvah, ben hiçbir zaman bu kadar güzel çaiamayacağım’ diye hayıfla­ nır, kendime türlü eza ederdim. Fakat, yirmi yaşımı aştığım zaman, sazım gönlü­ me göre konuşur olmuştu. Karanlık dün­ yamın tek umudu oydu.”

Bu gelişim sonunda Anadolu’nun en iyi saz çalan, yorumlayan, en çok türkü bi­ lenlerinden biri olur. Renkli, kişisel bir saz ve söyleyiş geliştirir. Sazına uyarladığı ilk

türkü şudur:

Takdirden gelene tedbir kılınmaz Ne kılayım çare ben şimden geri Yaram türlü türlü merhem bulunmaz İstersen merhemi çal simden geri Geçti elden gitti muhabbet çağı Rakipler bahçeye kurmuş otağı Yıkılsın çevresi bos t anı bağı E l girsin bağına var şimden geri Sen bir gonca gülsün istife karış İstersen gül oyna istersen çalış Gönlün kim isterse ülfet et konuş Yârim sana destur var şimden geri Kul Abdal’ım yalan dünya vefasız Alemde bir derde düştüm devasız Sen bana yâr olman behey vefasız Var kimin olursan ol şimden geri

Artık çevre köylere gezilere başlar: “Sivas, Tokat, Yozgat, Kayseri köylerin­ de dolaşıyorduk. Vilayetlere uğramıyor­ duk. Gezilerimiz iki-üç ay sürerdi. Köy kahvelerinde, köy odalarında, düğünler­ de, bayramlarda çalardık. Köylerden eli­ mize üç beş kuruş geçerdi. O zaman da iki hayvan alırdık. Pekmez, kuru üzüm, kuru kayısı, elma kurusu elimize ne geçer­ se getirirdik.”

Veysel’i 25 yaşmda everirler. Sekiz yıl sonra eşi Esma, evlerinde çalışan Hüse­ yin’le kaçar:

“Hüseyin’le Esma, Keven dağında ara­ yı dizmişler. Bunu sezinliyorum. Fakat tam fırsatlarını arıyorum, iyi bir delil eli­ me geçirmeyi düşünüyorum. Ama, Esma benden daha kurnaz davranıyor. Benim sezdiğimin farkına vanyor. Evin bütün iş­ leri çöktü. Aşağı Hüseyin’le Esma, yuka- n Hüseyin’le Esma. Ekin biçilecek Esma, Hüseyin. Sap gelecek, yine onlar. H ar­ man sürülecek, dağdan odun gelecek. Hep Hüseyin’le Esm anın işi. Ev işi ney­ se ama şu dışan işi olmasa. Ben sadece bahçe, harman, saman, çec (buğday yığı­ nı) işlerine bakıyorum. Babamdan kalma eski bir tabanca vardı. Onu hazırladım. Şunların işini bitireyim diye düşünüyo­ rum. Artık kış hazırlıkları hitti, soğuklar da başladı. Ama işi bir türlü ayarlayama- dım.

Günler haftaları, haftalar aylan kovalı­ yordu. 1927 senesinde bir gece evde ya­ tıyorduk. Gece uyumuşum. Uyandığım zaman baktım Esma yok. Zaten çocuğun ağlamasına uyandım. Belki dışan çıkmış­ tır diye biraz bekledim. Gelen giden yok. Kapıya çıkayım dedim. Kapıya vardım. Kapı dışardan zerzelenmişti. Çektim açıl­ madı. O zaman kaçtığını anladım.

Ağabeyimin hanımı ile Elif Bacım gel­ di. Ağlamaya başladılar.

Nasıl etsem ne yapsam. Artık tek bir da­ yanağım Allah’a sığınmak. Ama Allah da bize doğru hiç bakmıyor ki.”

Esma ile Hüseyin, yürüyerek Samsun - Bafra’ya giderler. Orada tütün tarlaların­ da çakşırlar. Birkaç ay sonra Sivralan Kö­ yü’ne geri dönerler.

Esma anlatır:

“Bizim Bafra’dan geldiğimizi duymuş. Hepimizi m uhtar’ın odasına çağırdılar. Orada ifademizi alıyorlar. O sırada Vey­ sel geldiği gibi Hüseyin’in üstüne çullan­ dı. Gücü iyice yetiyordu. Nerede ise altı­ na aldı. Öldürecekti. Üç kişi ancak elin­ den kurtarabildi. O sırada cebinden bir tabanca çıkardı. Ula ben onu öldüreceğim diyor. Zor bela Hüseyin’i dışan çıkanp kaçırdılar. Boğazım nasıl sıktıysa bir müd­ det cansız kaldı. Veysel’i de dövüp dışarı attılar. ”

“Ben küçük bir bebeydim Âşığa beni verdiklerinde. Aklım yetmiyordu. Aha şöyle bir çocuktum. Neydim ki. Bir kıtlık senesinde beş - altı şinik (Bir şinik: 8 ki­ loluk tahıl ölçeği) arpaya mı buğdaya mı ne vermişler. Başlığım buymuş.”

“O zaman böyle akıllı değildi. Deliydi

(3)

•" evvel deli. Ankara’ya, İstanbul’a gitmez­ di. Düğünlerde çalar, on günü geçmez eve dönerdi. Evimiz varlıklıydı. Kaynım, kaynatam vardı. Yokluk, yoksulluktan kaçmadım. Kapıları kilitler döverdi beni. Eltim, kaynanam alamazlardı elinden. Gözleri görmez ama, seni yılanın deliğin­ de olsan bulur, çıkarır. Soluğundan tanır, soluğundan.”

Altı aylık bebek bir zaman sonra ölür. Veysel artık evde duramaz. Gezilerinden birinde Hafik’in Yalıncak Tekkesi’ne uğ­ rar. Tekke hizmetini gören Gülizar, onun­ la ilgilenir. Ayaklarını yıkar. Gülizar’la orada anlaşır, daha sonra evlenirler.

Veysel, 1931 yılının 5 Kasım’ında, Si­ vas’ta, Ahmet Kutsi Tecer ve arkadaşla­ rının düzenlediği “Halk Şairleri Bayra- mı”na katılır. Kişiliği, türkü seçişi, yoru­ mu ve saza uyarlayışı ile ilgiyi çeker. Te­ cer, politik engellemeler yüzünden bu bayramı bir dana yapamadığını yazar.

1931 ’de ilk kez aydınların önüne çıktı­ ğında “âşık” değildi. Türkücüydü. Ama, Emlek Yöresi’nin yüzyıllardır sızma bal gibi biriken türkülerini söylediğinde, ay­ dınlar büyük bir şaşkınlığa uğradı. O n­ lar, Osmanlı döneminde yetişmişti. Ve Osmanlı’ya göre köylü T ürk’ün hiçbir kültürü, hiçbir varlığı ve güzelliği olamaz­ dı. Peki bu pırıl pırılortaya saçılan ve bit­ mez tükenmez bir gizli hazine gibi akıp giden neydi? Orada ilk kez, Osmanlı kül­ türü kökenli aydınlar büyülendi.

Anadolu'nun ruhu

Anadolu’nun toprakla örtülü ruhu idi bu, gün ışığına çıkan. Onun sesinde, kül­ türümüz ilk kez Tanrı’nın huzuruna çık­ mıştı.

Şu türküleri söylemişti o gece Sivas Li- sesi’nde:

Seherde ağlayan bülbül

Takdirden gelene tedbir kılınmaz Biri Şemsi biri Kamer ill’Elif Ne ötersin dertli dertli

M ecnunum Leyla’mı gördüm

O geceyi düzenleyenlerden biri, (daha sonra Güzel Sanatlar Genel Müdürü), 1968 yıllarında Ankara’da komşumuzdu: “O gece Âşık Veysel’i dinlemeliydiniz. Bir çağlayan gibiydi. Hepimizi önüne kattı sürükledi. O güne kadar aldığımız bütün kültür, bütün müktesebat altüst olmuştu. Şaşırmıştık. Anadolu’da böyle - sine bir kültür, biz aydınlardan habersiz nasıl oluşmuştu?”

193l ’de Sivas Lisesi’nde öğrenci iken Veysel’i tanıyan Cahit Külebi, daha son­ ra şunlar söylüyor (Cumhuriyet, 17 Şubat 1986):

“Veysel bir bakıma İnönü’ye benzerdi. Onurlu, dengeli, yaptığı işi iyi bilen bir ki­ şilikti. Çok saygındı. Ne para, ne şöhret onun kişiliğini etkilemedi. Dost ahbap canlısı, iyimser, yaratıcı bir büyük adam- dı.”

Eğer Cumhuriyet olmasaydı, Âşık Vey­ sel de Emlek’teki diğer türkücüler gibi yaşayacak ve sessizcebu dünyadan göçe- cekti. 37 yaşından sonra, onu şiire yön­ lendiren, yüreklendiren işte bu Cumhu­ riyet esintisi ve aydınlarıydı. Zaten ilk şi­ irini de bu coşku içinde, Cumhuriyet’in onuncu yılı kutlamaları için yazmıştı.

Bu şiirde, daha çok din sömürüsünü konu eder:

Şeriatı düşündüler çerçiler Bir takım millete fesat verdiler “...1933’te bir Cumhuriyet Destanı yazdım. Bu destanı, bir de Ankara’ya va­ rıp, Atatürk’ün huzurunda okumaya ka­ rar verdim. Çorum, Yozgat, Çubuk yolu ile Ankara’ya geldik. Yolculuk zordu. Bir gün, Kayseri-Kırşehir arasında bir yazıya düştük gidiyoruz. Arada bir sürü davar yayılıyor. Davara yaklaşıyoruz. Hav diye­ rek üç köpek bizi çevirdi. İbrahim (yol ar­ kadaşı) korkusundan olduğu yerde kal­ dı. Ben sağa sola taş aramaya bakıyorum. Ayağımı sürterek arıyorum. Hemen aya­ ğıma bir taş takıldı. Korkuyorum, eğilir­

Aşık Veysel şatıroğlu, Asık Küçük Veysel (elinde saz tutan), Âşık Ali İzzet Özkan, 1M1, Ankara. Veysel eşi Gülizar ile (yanda).

mektedir. O sırada Atatürk, Dolmabah- çe’de sofrasmdadır. İlgilenirBu söyleye­ nin getirilmesini buyurur. Âşık Veysel, türküsü bitince, G alata’da kapıcı bir hemşerisitıin evine gitmiştir. Arar tarar bulamazlar. Ertesi gün arandığım öğrenir. Arkadaşı İbrahim’le Dolmabahçe’ye gi­ der, durumu anlatırlar:

“Bize yol verdiler. Alt kata vardık. Ta­ bi orda da oturanlar, paşalar, şunlar bun­ lar.

Sonunda yaver bize ‘o bir zevk zama­ nıymış. Malum ya şimdi çalışma zamanı. Haber veremem’ dedi.”

Türk ulusunun çağlar boyunca, yetiş- tirebildiği iki değerli adamın birbirini görmesini, tanışmasını bir yaver önler. Aşık Veysel’in içinde ölene kadar bir ya­ ra olarak kalmıştır bu.

Artık döneceklerdir. Ama yaya değil de trenle dönmek isterler. Biri, onlar için be­ lediye reisine bir kâğıt yazar. Reise gider­ ler:

Reis sorar:

- Siz buraya nasıl geldiniz? - Yürüyerek

- Öyleyse yürüyerek gidersiniz. Hadi yallah.

Valiliğe giderler. Polisler bunları kapı­ dan kovalar.

Sonunda Halkevleri Genel Merkezi, verdikleri bir konsere karşılık, tren bile­ tini alır.

Artık, ünü hızla bütün ülkeye yaydır. Gramofonun bulunuşu, radyo yayınları­ nın başlaması, onun sesini her yana du­ yurur. Şiirlerini toplayan ilk kitap (Deyiş­ ler) 1944’te Halkevleri Genel Merke- zi’nce yayımlanır.

1942 - 1946 yılları arasında Köy Ens­ titülerinde saz öğretmeni olur: Sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Gölköy, Pamukpmar, Akpınar Köy Enstitülerin­ de öğretmenlik yapar. Oralarda Saba­ hattin Eyuboğlu, Ruhi Su, Yaşar Ke­ mal...gibi aydınlarla dostluk kurar. Onu, Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ndeyken gö­ ren Yaşar Kemal, şöyle anlatır. “... ilk yıllarda Hasanoğlan, yapmanın, yarat­ manın bir sevinç şakımasındaydı. Veysel de bu şakımayı iliklerine kadar yaşadı. Ben Veysel’i o yıllarda tanıdım. Sevinçli bir şakımadaydı. ‘Karacoğlan da böyle şakır mıydı’ diye sordum Veysel’e. Ö n ­ ce anlamaz gibi yaptı. Sonra birden gül­ dü. Uzun güldü. ‘Karacoğlan böyle şa- kıyamazdı fukara’ dedi. ‘O nun Hasa- noğlan’ı yoktu’ dedi.”

Enstitü bir kovana misaldir Her türlü çiçekten alır bal yapar Yurdumuz içinde doğru bir yoldur Memlekete kanat takar kol yapar Mahmudiye Hamidiye çifteler Enstitü köylere yapacak neler Bu toplu fikirle dağlan deler Kimisi makine kim i bel yapar

Fikret Kızılok ve Âşık Veysel birlikte.

sem köpekler başıma çöker diye. İbrahim

S

anıma gelerek bana sarıldı. Sonunda ço- an yetişti...”

1933 yılı Haziran ortalarında yola çıkı­ yorlar Yazı yollarda geçiriyorlar. Eylülde Ankara’ya varıyorlar.

“Destanı Atatürk’e okuyacak, mükâfat alacaktık. Fakat, bütün gayretlerimize rağmen, ilk günlerimiz hüsran içinde geç­ ti. Nerede ise aç bile kalıyorduk. Isa H a­ cı Köyü’nden Haşan Efendi isminde bi­ risi bizi evine alarak, iki ay misafir etti. Ona, Ankara’ya çalıp çağırarak para top­ lamaya gelmediğimizi, destanımızı Ata­ türk’e okumak için geldiğimizi anlattık. Bunun üzerine Haşan Efendi ‘Benim ta­ nıdığım bir mebus var. Ona, meseleyi açayım, belki derdinize merhem olur’ de­ di. Ertesi gün mebus geldi. Bize köyümü­ ze dönmemizi tavsiye etti. ‘Bu gibi şeyler burda sökmez’ dedi. Fakat, bizim sazımı­ zı ve destanı dinleyince ‘Durun bakalım, belki bir şeyler yaparız. Hâkimiyeti Mil- liye’deki bir mebus arkadaşıma işi aça­ yım’ dedi. Fakat, iki gün sonra, bu gibi şeylere vasıta olamayacağını haber ver­ di”.

Cumhuriyetin o coşkulu onuncu yılın­ da, milletvekilimizin coşkusuzluğuna, küçücük hesaplarına bakın. Şiirden çeki­ niyor, halk türküsünden çekiniyor, yo­ bazlığa karşı çıkan sözlerden çekiniyor. Politik içerikli düşünceden çekiniyor. Ka­ rardığı, sessizliği seven çekingen bir bö­ cek gibi kuytusunda yaşamak istiyor. Bir de öngörüsüz ve anlayışsız. Karşısına Türk kültürünün en yüce doruklarından biri çıkmış, onu sezemiyor. “Bu gibi şey­ ler sökmez... vasıta olamam” diyor.

Adamdaki, yü­ celikten, ay­ dınlıktan çe­ kinme ilginç... Onuncu Yıl c o ş k u s u y la , gözü kapalı, al­ tı yüz kilomet­ relik yolu yaya aşıp gelen köy­ lüdeki heyeca­ na bakınız, bir de onun Anka­ ra’daki temsil- cisine... işte bu tiple­ rin kılavuzlu­ ğudur ki bizi, 1933’ünaydın- l ı ğ ı n d a n 2000’lerin ka­ ranlığına geti­ rip bıraktı. Bu büyükle­ rimiz için ne söylesek, kah­ rımızı ve yangı­ mızı söndüre­ nleyiz. Âşığımı­ za dönelim:

“Biz kara kara düşünmeye başladık. Sonunda yatağımıza girip yattık. Gece yarısı olmuş, hâlâ uyuyamamıştım. Aklı­ ma bir fikir gelmişti. Hemen, İbrahim’i uyandırdım. ‘İbrahim dedim. Yarın biz kalkıp Hâkimiyeti Mdliye gazetesine bir­ likte gidelim’

"Güzel Ankara"

Ertesi sabah, erkenden yola çıktık. Sa­ zımızın tellerini değiştirmek için çarşıya doğru yollandık. Sırtımızda, köyümüzün dokumasından yapılmış ceket ve şalvar vardı. Bizi bu kıyafede çarşıya girerken gören bir polis yolumuzu kesti. ‘Bu kıya­ fetle çarşıda dolaşmak yasaktır’ dedi. Çarşıya girmemize mani olmaya çalıştı. Ne ise bir kolayını bulup, İbrahim gitti, çarşıdan yeni bir tel aldı geldi. Sonra da Hâkimiyeti Milliye gazetesini arayıp bul­ duk. Bu defa da kapıcı yolumuzu kesti. Zorla, içeriye bir haber gönderebildik.”

Kapıcı, polis... nedense hep yoksula musallat olur. Ormandaki ağaç nasıl sız­ lanılmış: “Ah! Ben o baltayla başa çıkar­ dım, ama sapı benden olmasa! ”

Gözleri görmeyen bir insanın, üç ayda, bütün bir memleket coğrafyasını yaya yü­ rüyerek geldiği “Güzel Ânkara”da ve tam da “İmtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kütle” olduğumuz sırada bir polis tara­ fından Ulus Meydanı’na sokulmayışı... Âşık Veysel, ömür boyu, polislerden, ya­ verlerden, emirberlerden zorluk görür. Adana’da bir garson, onu lokantaya al­ mak istemez.

İstanbul’da da bu tür kişilerle başı dert- tedir. Bir keresinde İstanbul Radyo­ su’nda “Seherde ağlayan bülbül”ü söyle­

(4)

Resim yaparlar plan çizerler Çözülmedik düğümleri gözerler Bir kısmı şairdir şiir yazarlar Kimi saz düzenler kim i tel yapar Yiğitlik cesurluk yılmaz yorulmaz Tembellere hazır sofra kurulmaz Veysel’in elinden hiçbir iş gelmez Çalı gibi yaprak açar gül yapar

Âşık Veysel bir şiirinde, enstitülerde okuyan öğrencilere “Uyarın köylüyü var- I sın ayılsın” diyordu. Köylünün eğitilme- | si ve uyarılması kuşkular yarattı. Enstitü- ! ler kapatıldı. Âşık Veysel, her zaman, ens­ titüleri kapatanların karşısında oldu. Son j yıllarına kadar. Köy Enstitüleri bayram- 1 İanna sazıyla sözüyle katıldı.

Âşık Veysel’in sevdiği bir kuruluş da Halkevleridir. Halkevleri dergilerinde, halk ozanlarına yer veriliyordu. Bu kuru­ luşlarda, halk türküleri aşağılanmıyor, ge­ liştirilmeye çalışılıyordu.

Sarsılmaz halkevi sağlam temeli Halka ışık tutar yorulmaz eli Halka hizmet kuruluşu emeli Atatürk sesi var halkevlerinde

Âşık Veysel, en güzel yirmi üç şiirini Halkevleri Genel Merkezi’nin yayın or­ ganı “Ülkü” dergisinde yayımladı: Top­ rak, Sen Bir Ceylan Olsan Ben de Bir Av­ cı, Derdimi Dökersem Derin Dereye, Mektup, Tann’ya Hitap, Arzusun Çekti­ ğim Beserek Dağı, Bizim Eller Yaylasına Yürümüş ve diğerleri.

14 Mayıs 1950’den (Demokrat Parti’- nin seçimi kazanması) sonra Âşık Vey­ sel’in ü lk ü ’de bir tek şiirini göremiyo­ ruz.

Neden? Çünkü 1950’lere doğru bir ka­ rayel esiyor. Halk kültürüne kanat geren kuruluşlar kapatılmaya başlanıyor. Bu ka­ rayelin kökü Osmanlı’dadır.

Bilindiği gibi Osmanlı, 623 yıllık tarihi boyunca, hak kültürümüzle ilgilenme­ miş, hatta onu aşağılamıştı. Osmanlı tipi aydının, halk kültürünü aşağılayan nice sözü kayıtlıdır bizde. Burada sayamayız. Ortadoğu Din Kültürü kitabımızda çok­ ça örnek var. Cumhuriyete geçince bu ay­ dın birden kaybolmadı. Arada varlığını hissettirdi:

Halk türkülerini yaratanlar

Ünlü içişleri Bakanı Şükrü Kaya halk kültürüne karşı soğuktur. Nâzım Hik- met’in, bunca uzun süre hapishanelerde varmasında da etkin olduğu söylenen bu irişi, sazın gerici bir müzik aleti olduğu­ nu düşünmektedir. Görüldüğü yerde ya­ kılması için emirler verir. Sivas valisi em­ ri sektirmedin uygular:

“Elimizde sazla bir kasabaya bile gide­ miyorduk. Hem ayıp hem de günahtı. Bir polis bir jandarma görmesin hemen sazı­ mı elimden alıyor, doğru fırına atıyordu. Ayağımızın bağım Ahmet Kutsi Bey çöz­ dü. Elimize bir kâğıt vermişti. H er gitti­ ğimiz yerde gösteriyorduk. Böylece ser­ best dolaşma imkânına sahip olduk.”

Türkiye’de Âşık Veysel’in sazının kırıl­ dığı yıllarda, Rumen müzik çişi Bartok, halk türkülerini yaratanları Shakespeare ile karşılaştırır (Musique Orchestral (Plak). Disques Hungaraton. 1969). Halk müziğine dayanarak, nitelikli bir müzik oluşturulacağını söyler (Boosey. Bar- tok.SaVİe et Son Oeuvre. 1968:269).

Sorbon’da Türk Araştırmaları Ensti­ tüsü Başkam, ünlü Türkolog L. Bazin “Türkiye’de türküler ve halk şiiri, aydın­ ların yapıtlarından daha özgün, daha de­ rin ve daha zengindir” der (Ecrivains Contemporains: 460).

Demokrat Parti’nin piyasada görün­ mesiyle Osmanlı tipi aydının gücü artar: Önce 1947’de, Hasanoğlan’dan başla­ yarak Köy Enstitüleri tırpanlanmaya baş­ lar.

1948 yılında Dil ve Tarih Coğrafya Fa- kültesi’ndeki Halk Edebiyaü Kürsüsü ka­ patılır. Kürsü profesörü Pertev Naili

Bo-ratav mahkemeye verilir..

1952’de Halkevleri ve Ülkü dergisi ka­ patılır.

1954’te Köy Enstitüleri tümüyle kapa­ tılır.

1950 yıllarına doğru, Türkiye’de top­ lumsal ve politik eleştiri yapmak tehlike­ lidir. Âşık Veysel’in eleştirici bazı şiirleri, sonra haberi olmadan değiştirilmiştir. Ö r­ neğin, 16 Nisan 1948 günkü Ülkü dergi- si’nde ( I I I 2/15) “Tanrıya H itap” adıy­ la bir şiiri yayımlanır:

Memleketi gören sensin Yok gözünde perde senin Haksıza yol veren sensin Yok mu suçun hurda senin

Memleketin eleştirisinden hoşlanma­ yan güçler, sonraki tüm yayımlarında şi­ iri, “Bu âlemi gören sensin”e çevirir. Ne var ki, ilk Ülkü, Milli Kütüphane belge­ liklerinde saklanmaktadır.

Yine Ü lkünün Haziran 1948 sayısında yayımlanan “ 19 Mayıs Destanı”nın “İnö­ nü üfledi ateş alıştı”diye başlayan dörtlü­ ğü, 1950’den sonraki yayımlarında kaldı­ rılır.

Bütün bunları gören Âşık Veysel, gü­ vensiz ve kırgındır.

Gitmiyor gönlümün kederi yası Doğru söyleyene diyorlar asi

•k -k -k

Bak şu vaziyete bak şu duruma

Sonuçta, Türkiye, kişiler arası gelir ada­ letsizliğinde, dünyada ilk on sıraya girer (Boratav K. Yüz Soruda Gelir Dağılımı. İstanbul, Gerçek. 1972:194). Bölgeler arası gelir adaletsizliği de artar. Fırat’tan öteye yabancıların gidip görmesi yasakla­ nır (Bumouf D. 1967. Turcorama. Paris, Hachette. 1967:38).

Ne acayip bir zamana uğradık Kanaat bereket biri kalmadı Ahir şer demişler sözleri sadık Ataların sözü geri kalmadı Alışta verişte kalmadı karar Saatler saati gün günü arar Herkes birbirinin kanını sorar Açıkgözüz derler körü kalmadı

Ne çare bu derde bulunmaz deva Doğru söyleyene diyorlar hava

Dünyanın malını doldursa eve Kanaat eyleyen biri kalmadı

1950 döneminin sonlarında, “Tahkikat Komisyonu ve Vatan Cephesi” kurulur. Cepheye katılanların adları her gün rad­ yolarda okunur. Topkapı’da, Kayseri’de, Uşak’ta ismet İnönü’ye saldırılar düzen­ lenir. Bu olayları eleştiren “asi”ler tutuk­ lanır. Hâkim ve savcılara baskı yapılır. Âşık Veysel’e karşı da tavır alınır. Onun Şarkışla Ovası’ndan çıkıp Anadolu’nun herhangi bir yerinde türkü söylemesi ya- sâklânır

Bir dönemi anlatan şiir

Bu dönemi anlatan bir şiirini, o herke­ sin bildiği büyük tedbirliliği yüzünden yayımlatmamıştır. Ölümünden birkaç ay önce bize verdi. Burada partizanlığı, bağ­ nazlığı, zorbalığı, ekonomik ve dinsel sö­ mürüyü, dönemin başbakanının adım da vererek eleştirir:

Demokrasinin budur rejimi Vatan milletindir kim kovar kim i Sıkma savaları kovma hâkimi Şekavet yok adalet var bu yolda Topkapida Kayseri’de Uşak’ta Kimin hakkı vardır bu sefil halkta Parmaklar oynuyor türlü nifakta Selamet yok felaket var bu yolda Radyo denilen de milletin malı Neşriyatlar tarafsızca olmalı Hâkimiyet milletindir bilmeli Esaret yok hür millet var bu yolda Manasız mantıksız vatan cephesi Vatan milletindir bu neyin nesi Maksat Menderes’in seçim dalgası Menderes yok memleket var bu yolda Mille t siz bir devlet yoktur olamaz Eğri bakan aradığın bulamaz Hiçbir parti ebediyen kalamaz Şikâyet yok nihayet var bu yolda

Veysel söyler ama duyulmaz sesi Doğru söyleyene diyorlar âsi Böyle değil idi şu demokrasi Tahkikat yok hürriyet var bu yolda Âşık Veysel, bu dönemde iyice belirgin­ leşen gelir farklılıklarını da “Çank-Mes” şiirinde eleştirir:

Senin ile kardeş idim

Sen köşede ben dışarda

Diğer bir şiirinde çarık-mes yakıştırma­ sına dayanarak kendi konumunu belir­ ler:

Oğlum kızım hep çarıklı Mes giymemiş seryum benim

Bu bilinçten giderek, yitirilecek hiçbir şeyi olmadığım sezdiği; eski büyük dinsel başkaldıncdarla yakınlığını duyduğu an­ lar vardır:

Neyim ne olacak elde neyim var Mansur'a benzeyen bazı huyum var. Âşık Veysel her zaman, ilerlemeden, bi­ limden , aydınlıktan yana oldu. Cumhuri­ yet aydınlanmasına vurgundu.

Yürüyen yolcuyu çekme geriye Adım at ileri geriye bakma

•m Aldanma cahilin kuru lafına Kültürsüz insanın külü yalandır Hükmetse dünyanın dört tarafına Arzusu hedefi yolu yalandır Oku benim cici yavrum Okul cennet meyvesidir.

■kkk

Gittiğimiz Atatürk’ün yoludur Atatürk’ün sesi milletin sesi

*Mc

Fen çok büyük kerameti yutuyor ■ m t

Dünyaya ışığa kaplarsın kat kat İnsan olmak için okumak gerek

■i&tc Bu gidişle kavuşaman huriye Kimi Ay'a gider kim i cennete

1952’de Âşık Veysel üstüne, senaryosu­ nu Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun yazdığı bir film çekiliyor.

Karanlık Dünya çevrilip bittiğinde san­ sür el koyuyor. Neden? Çünkü, Türk köy­ lüsü bu şartlarda yaşayamazmış. Demok­ rat P arti’den sonra köylünün durum u­ nun değiştiği vurgulanmalıymış. Âşık Veysel, İstanbul’a çağrılıyor. Orada düşü­ nüp taşmıyorlar. Film çekimi için yeni, modem bir köy kurmaya karar veriyorlar. Şöyle Amerikan köyleri gibi bir şey. Gel gör ki iktidarımızın bir tane de olsa Ame­ rikan köyü kurmaya gücü yetmiyor. O za­ man Türkiye’nin en iyi köyünde çekelim diyorlar. Türkiye’nin en iyi köyü yok. Za­ ten iyi köy de yok Türkiye’de. O zaman bir kasaba bulunuyor. Veysel oraya gön­ deriliyor. Birkaç traktör birkaç da biçer­ döver yollanıyor kasabaya.

Karanlık Dünya

Filmde Veysel, uzun bir gurbetten son­ ra köyüne gelmiştir. Köyündeki gelişme­ yi görerek şaşırmaktadır. Traktörleri, bi­ çerdöverleri, güzel evleri görüp hayrette kalmaktadır. Film böylece sen sağ ben se­ lamet bitiyor. Demokrat Parti, köylerimi­ zi cennete çevirmiş, her tarafı bir küçük Amerika etmiştir.

Oğlu Ahmet şöyle anlatır: “Babam ev­ de sedirin üstüne oturur gülümserdi bu filmi anımsayınca. ‘Hadi traktörü soktu­ nuz, biçerdöveri harıl harıl çalıştırdınız çevremde. Hadi gören inandı buna. H a­ di eski damlar yıkıldı yerine güzelleri ya­ pıldı. Ama şu dağlan ne yaptınız. Sivria- lan’ın boz dağlan nereye gitti de yerine dümdüz bir ova geldi. Üstünde bin yıllık orman... Kimi aldatıyorsunuz siz.

... Yaralı bir köy. Her yanı çıban. Bu çı­ banları iyi etmeden, dünyanın en iyi bo­ yasıyla boyasan iyileşmez. Yarayı sağalt­ mak lazım. Sağaltmak için de gizlememek gerek. Cerahati temizlemek gerek. Bu adamlar iş yapmak değil sahtekârlık pe­ şinde. Göz boyama...”

Zaten daha sonra bu goril oğlu

(5)

+

rin marifetiyle film ortadan kayboluyor. Bugüne kadar da ortalıktan sır oluyor.

1950’lerin anlayışında olanların yeni­ den başa geçmesiyle, haksızlıklar, 1965’lerden sonra daha da artıyor. Dö- lin başbakanın kardeşine, olağanüs-nemın l

e

tü değerlere varan yordamsız krediler verilmesi; Türkiye’de hayali ihracat ge­ leneğinin ilk kurucusu, yirmi yaşındaki eğenin, düşsel şirkeder aracılığı ile dev- etten çok büyük paralar götürüp dışa­ rıya kaçması söylentileri; dönemin ma­ liye bakanmın bu genci savunma için gazetelere “tekzip” göndermesi (Cum­ huriyet 20 Ekim 1975); ailenin ortakla­ rından, birinin altmışlı yıllarda devletten apardığı bir milyar lira ile yurt dışına ka­ çışı ve benzeri sayısız çirkinlikler Âşık Veysel’i etkiliyor:

Kötülükler memlekete kök saldı Fitnelik fesatlık arttı çoğaldı Bu için ıslahı Allah’a kaldı Ulu Tanrı yardım etsin millete Tezvircinin içi gider ileri

Yol açıyor rezalete nefrete

Veysel, Alevidir. Bir zamanlar, Aleviler- le Sünnileri karşı karşıya getiren ekono­ mik, kültürel ve tarihsel zıtlıkların yeri­ ne, günümüzde artık başka alanlarda ye­ ni zıtlıklar çıkmıştır. İşte bu yeni

zıtlıkla-ler.Âşık Veysel, mezhep ayrımına ırkçı­ lığa hep nükteli yaklaşıyor:

Mezhep kavgasına din dövüçüne Sanki varıp sığmamıçlar cennete Alevi Sünnilik nedir

Menfaattir varvarası *We Kürt’ü Türk’ü ve Çerkez’i Hep Adem ’in oğlu kızı Yezit nedir ne Kızılhaç Değil miyiz hep bir kardeç Bizi yakar bizim ateç Söndürmektir tek çaresi

Kendi adıvla dernek kurmak için ya­ nına gelen heyete “Bu dernek, Kürt, Türk, Çerkez, Alevi, Sünni ayırmadan çocuk okutursa sevinirim” diyor.

Âşık Veysel’in gençliğinde A nado­ lu’da bazı ortamlarda saz çalıp türkü söylemek îslamiyetle de bağdaşmazdı. Âşık Veysel ve arkadaşı, A aana’da bir dükkânda saz çalarken dükkânın asıl sahibi geliyor. Bunları sırtlarından itek­ leyerek dışarı atıyor. “Dükkânın betini bereketini kaçırdınız. Allah’ın ve Pey­ gamberimizin men ettiği bu sazı çalaca­ ğınıza, camide mendil açıp dilenin...” diyor.

Bütün bunlara tepkili olan Âşık Vey­ sel, dinsel ve geleneksel bazı kavram, değer, tutum ve davranış biçimlerini ke­ sin deyişlerle eleştirir, yobazlığın her za­ man karşısındadır. Şeyh Sait ayaklan­ ması için söyledikleri, günümüzde , “Şeriata göre yaşayacağız, şeriat istiyo­ ruz” vs. diye ortada gezenlere, şeriata teslim olmuş birçok aydına söylenmiş gibidir:

Menemen meselesi geldi meydana Orda birkaçları uydu çeytana Mehdi diye kendin kendin urgana Taktı kurtulmadı darlarımızdan Şeriata, şeyhlere... karşı olduğu bu şi­ irinde Âşık Veysel, “mektepleri, tren hat­ larını...” onların karşısına koyar.

Ortadoğu’nun tasavvuf denilen kültür alanında, bağnazlık azıcık gevşer. Tasav­ vufta insan Âllah’la cilveleştiği gibi, ona Ortodoks Müslümanlığın soramadığı so­ rulan da sorar. Ama bu da hep belli ge­

lenekler içinde olur

Âdem ’i sürdün bakmadın Cennet’te de bırakmadın Şeytan’ı niye yakmadın Cehennemin var da senin Kilise’de despot keçiç İsa Allah’ın oğlu demiç Meryem Ana neyin imiç Bu için var bir de senin Veysel niden aklın ermez Uzun kısa dilin durmaz Eller tutmaz gözler görmez Bu acayip sır da şenin

Görüldüğü gibi sorgulardan sonra yi­ ne teslimiyet var.

Halk kültürü -OsmanlI kültürü

“Aşık Veysel, halk kültürü-Osmanlı kültürü zıtlığına çok duyarlıdır. Bilindiği gibi, OsmanlIların dilleri, Türk dili değil­ di. Ârap’tan, Fars’tan, Türk’ten oluştu­ rulmuş, öykünme bir dildi (Osmanlıca). Müzikleri, edebiyadarı da ona buna öy­ künmeyeli.

Veysel’in doğumundan on beş yıl kadar önce, Abdulhak Hamit, Dertli’nin bir şi­ irini Namık Kemal’inkine benzetir. “Bü­ yük Vatan Şairi” buna çok hiddetlenir, “Ben o kötü kelimeleri kullanmam” der. Vatan şairimiz, halk ozanının dilini, söz­ cüklerini ağzına almazmış. Böylesine tik­ siniyor Türkçeden.

Veysel’in doğduğu yıl (1894), Ulu H a­ kan Cennetmekân Abdülhamit Han Türkçenin yerine ulusal dil olarak

Arap-titüsü yayını. 1970:39). Oysa, bu dönem­ de aydınlarımız bir başka dile, Fransızca- ya iyice alışmışlardır. Resmi yazışmaların yalın ve açık olması için, saray kâtipleri­ nin, önce Fransızca yazıp sonra Türkçe- ye çevirmeleri buyurulur (Levent A.S. Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Ev­ releri. 1. Baskı: 160). Veysel, on dokuz yaşındayken, 1913 yılında, bir başvezir, özel ya da resmi bütün yazılarını önce Fransızca yazıp, sonra Türkçeye çevir­ mektedir (Türk Dili. Aralık 1974: 957).

Bazı varlıklı ve aydın çevreler, hiçbir kültürel bağla bağlı değildir. 1925’te Ami­ ral Bristol, Amerika’ya verdiği raporda, “Celal ve Suphi Nuri İleri kardeşler, mil­ liyetçilik ticareti yaparak zengin olmuşlar­ dır. Evlerinde Rumca konuşurlar” der (Küçük Y. Türkiye Üzerine Tezler. İstan­ bul, Tekin. 1979:189)

Âşık Veysel, süregelen bu iki ayrı kül­ türü (öykünme kültürü - halk kültürü), türkü - şarkı zıtlığıyla anlatır. Şarkıya (Os- manlı kültürüne) karşı, türküye (halk kül­ türüne) bağlıdır:

Şarkı gazeldir hatamız

Âşık Veysel’in ilgisi yalnızca kültürel değerlerle sınırlı değil. Bizi çevreleyen evreni, içimizdeki bilinci de sorgular, içe bakışla, bu varoluşun gizini çözmeye uğraşır:

Yıllarca aradım kendi kendimi Hiçbir türlü bulamadım ben beni Hayal mıyım ürüya mı bilinmez Hiçbir türlü bulamadım ben beni

Varlığım yokluğum bir Veysel adım Gök kubbede kalacaktır ses kadim Elli üç yıl kendi kendim aradım Hiçbir türlü bulamadım ben beni

•iek ie

Sonunda kendisinin ve evrenin biline- mezliğine varıyor:

Bulunmaz kenarı haddi ne fayda ***

Dönüyor bir dolap çarkı belirsiz Çağlayan bir su var arkı belirsiz

***

Dizelerinde sık sık diyalektik anlamla­ ra rastlıyoruz:

Derdim bana derman imiç bilmedim ***

Sefanın cefanın farkı yok bence Eğer düçünürsek inceden ince ikisi de son haddine varınca Dümdüz olur iniç yokuç dereler Zıt iki şey, gelişimlerinin uç noktasın­ da birbirine dönüşebiliyor. Ancak yine diyalektiğe uygun olarak, güçlerden ya da oluşlardan her birinin bir sırası, vakti var­ dır:

Her çiçeğin bir mevsimde yer’olur Emek verip yaptığı bostanım sel alın­ ca şöyle diyor:

“Bahçemi sel aldı diye yatmak olmaz. Zaten eskisi gitmezse yenisi gelmez. Bos­ tan yerine fidan dikmeyi düşündüm.”

Ama onun, ruhları asıl hayran bırakan tarafı, teorik düşünceleri değil, türkü söy­ leyişi ve saz çalışıdır. Sazma söylediği bir şiirde:

Çalıçtım sesimi sesine kattım dr

sesi

zın insanla bir ve aynı olması. Âşık Vey­ sel, bu birliği

Ben bir insanoğlu sen bir dut dalı Ben babamı sen ustanı unutma dizelerinde de anlatır. Şimdi ülkemiz

-veysel genç âşıklarla.

de, çok sayıh bir iki çalgıadışında kimin sazım tanıyabiliriz. Oysa Âşık Veysel ilk tezene vuruşunda bellidir.

Dünya ölçeğinde sanatçıları yüz yüze dinleme fırsatım oldu: Ünlü Arjantinli gi­ tara , ozan ve şarkıcı Atahualpa Yupan- qui, Amerikalı Joan Baez, Yunan Mikis Teodorakis... Hiçbirinde Âşık Veysel’de­ ki soylu düzey yoktu.

Seçtiği türküyü sazma uyarlar. Kendi söyleyişince söyler.Onu, başkalarından ayıran, işte bu kişisel üsluptur.

1952’de İstanbul Spor ve Sergi Sara- yı’nda onun için düzenlenen gecede Ah­ met Kutsi Tecer şöyle diyordu: ,

“Aramızda onun çok yürekten hayran­ ları ve dosduğu ile övünen birçoklarımız bulunuyor. Ben de bunlardan biriyim.

Halk şiirinin az zamanda bu derece yaygın bir hal alması, gelişmesi Âşık Vey­ sel’in o eşsiz şahsiyeti sayesinde olmuştur. O sazının sesi gibi şiirlerinin sesini de çok içten, çok derinden kavramayı ve haya­ tın akışına göre düzenlemeyi bilmiştir. Bütün bunlarda hayatın kendisi kadar halis bir şahsiyet ortaya koymuştur. ”

Doğa ve sevi şiirleri

Onun en güzel şiirleri doğa ve sevi şi­ irleri. Doğadaki rengi, sesi, akışı ne güzel duyurur. Onun sevi şiirleri öylesine öznel­ dir ki birini alıp kendi sevgimize, sevdi­ ğimize uygulayanlayız.. H er şiirinde za­ man, mekân ve sevgiliye bağlı özel nakış­ lar bulunur.

Türkçeyi yalın, usta ve çok etkili kul­ landığı şiirlerinde duygusal yoğunlı her zaman düşünsel ve nesnel bir le dengelendiği görülür. Nitelikli, köklü ve yetkin bir dille, yapmacıksız, gösteriş­ siz, oturmuş saltık bir şiir verir. Halk şi­ iri tekniğinde kusursuzdur. “Sıkı bir dü­ zen içinde (şiir) rahatça konuşur” (Saba­ hattin Eyuboğlu). Yapıtlarında yaşam se­ vinciyle, hüzün; topraksı bir direnişle, umutsuzluk ve tevekkül; içtenlikle, çe­ kingenlik ve kendini ele vermeme bir ara­ dadır.

Yüzyılların kendisinde topladığı kül­ türel birikimle, şaşmaz bir biçimde, tü r­ künün hasını seçer. 193 l ’de ilk kez aydın­ ların karşısma çıktığında, Emlek yöresi

un

en güzellerini seçmişti. “Bize o zamana ar duyulmamış sesler getirdiler. Çal­ dılar, söylediler.” (A.K. Tecer). Veysel ef­ sanesi de işte ilk kez duyulan bu türkü­ lerle başladı.

Âşık Veysel, doğada olsun, kültürel ya­ şamda olsun tuhaflıklarla alay etmeyi se­ ver. Bahçesini silip süpüren sele şöyle söy­ ler:

Yağmur yağmıç sel bulanık geliyor Büyük tüccar her kalemden alıyor Parası yok birer marka veriyor O, eski âşık geleneğinin birçok öğesi­ ne önem vermez, ya da eleştirir. Tapşır- ma (mahlas) seçmemiştir. Atışma gelene­ ğini her zaman kınamış, bâde içme gele­ neğini alaya almıştır:

Kabını yumaya bulamaz karı

H int’ten Hindistan’dan bahseder yâri Bu dizelerde, çağdaşı, Şarkışla Baharö- zü’lü Feryadi’nin, düşünde, ak sakallı pir elinden bâde içip, Hindistan’dan yâr sev­ mesiyle alay etmektedir.

Eski âşıkların onca şiir yazdığı peygam­ berler, oruç, namaz, kadınların açık saçık gezmesi, Arapça harflerin sırasına göre dizeler oluşturma, muamma, ebced, leb- değmez ömür destanı gibi şeylerle ilgi­ lenmez. Bu görünümüyle de gelenekten ayrılır. Alevi ozanların çokça andıkları Hz. Ali, Ehlibeyt, O n iki İmam, Muham- med - Ali... konularına da takmtısı yok­ tur

Âşık Veysel, uzmanların halk şiiri gele­ neğinden sayageldikleri doğaçtan söyle­

meyi de yadsır: *

S A Y F A 8

(6)

Veysel, öğrencilere saz çalarken.

*■ “Ben doğaçtan söy­ lemem. Doğaçtan söylenen şiirlerin an­ lam ve mantığı olmaz. Bu nedenle de yaşa­ mazlar. Yazamadığım için pek kolay şiir di­ zemiyorum. Ama, yi­ ne de çok uzun sür­ mez şiiri kotarışım. Dizeleri aklımda tu ­ tar, birçok kez tekrar­ larım. Eğer, şüri tür­ küleştirmek istersem, ona uygun bir avaz bulurum. Yoksa bir deftere yazdırırım. Böylece artık şür be­ nim şiirim olur.”

Âşık Veysel’in bu sözleri, doğaçtan söy­ leme varsayımını yı­ kar gibidir. Okuma yazma bilmeyen diğer âşıkların da Veysel gi­ bi, şiirlerini bir kota- nşlan olmalıdır.

Buna karşılık, Âşık Veysel, bazı gele­ nekleri ve özellikle sûfi - Alevi zümreler arasında yaygın olan, “Hak aşıldığı” olu­ şumunu izlemiştir. Bu çevrelerce, halk şi­ irinde, nesnel dünyaya duyulan aşktan, Hak aşkına doğru giden bir olgunlaşma olduğu varsayılır:

Altmış iki yıldır seni ararım Tükendi sabırım yoktur kararım Dağa taşa kurda kuşa sorarım Kimse bilmez hikmetini işini

Günümüz ünlü yazarlarının bazıları­ nın yapıtlarında onun dizelerine rastlanır. Yaşar Kemal’in “Yer Demir G ök Ba- kır”ında, M uhtar Sefer şöyle söyler: “Gün geçirip fırsat vermemeli zamana”

Âşık Veysel’in şürlerini toplayan kitap ve antolojilerde, onun yetiştiği bölgenin, sözcüklerim bilmemekten gelen yanlışlar vardır. Birini örnek göstereceğiz: Aşık Veysel, baltasını çalan birine

Karametli garip başın

der. “Karametli”, derdi, belalı anla­ mındadır. Tüm kitap ve antolojilerde bu dize

Kerametli garip başın olarak geçer.

İstanbul’a geldiğinde, Sirkeci’de Afyon - Eskişehir Oteli’nde kalırdı. 1964 yılın­ da onu ziyaretimde tuttuğum notlardan kimilerini de buraya koyacağım:

Burası üç yataklı bir oda. Birinde Âşık Veysel, birinde oğlu yatıyor.

Âşık Veysel’in yatağının yanına, etajer yerine bir sandalye çekilmiş. Ceketi san­ dalyenin arkalığına asılı. Sandalyenin üs­ tünde, el örgüsü beyaz yün çoraplar, si­ gara tablası, ağızlık, eski bir çakmak ve daha bir iki ufak tefek var. Bir çala hisset­ tim bu sandalye düzeninde bizim Şarkış­ la’yı.

Yataklardan birinin üstünde “libasını soyunmuş” saz, duvara yaslanmış.

Elleri titriyor. Yatağının ucunda asılı duran peşkire bir uzanıyor. Yetişemiyor. Oğlu veriyor. Önüne seriyor. Bir çay söy­ lüyor. Bana da. Ve sigarasını yakıyor.

Bir dize anımsatılınca, şiirin tümünü okuyor. Plak doldurmaya gittiklerini söy­ lüyor. ‘Efendim, kendileri gelip götüre- celder ki söyleye insan. Bizim gidip zor­ la doldurmamız olmuyor. Bugün gittik, bir plak doldurduk. Vakit geçti, falan de­ diler. Daha doldurtmadılar.

Bütün şiirlerinin Maarif Yayınevinin kitabında bulunup bulunmadığını konu­ şurken, ‘Tanrıya H itap’ı kendi isteğiyle bu kitaba koymadığını sandığımı söyle­ dim. ‘Evet’ dedi. ‘O nu koymaktan çekin­ dim.’ Yüzyıllar süren baskılar yüzünden siniyoruz dedim.

‘Bilhassa dini baskılar’ dedi.

Günümüz aydınlarından da söz ettik.

Yaşar Kemal’i tanıvıp tanımadığını sor­ dum. ‘Tanırım’ dedi. ‘Bizim köye de gel­ mişti. O n yıl kadar oluyor.’ Yaşar Ke­ mal’in başarılarını anlattım. İnce Me- med’in yirmi beş yabancı dile çevrildiği­ ni falan. ‘Eferim, Eferim’ diyordu.

Âşık Veysel’in kişiliği nasıl? Ağırbaşlı, görgülü, duyarlı, seçkin, esprili, ödünsüz, sıcak ve insancıl... Bunları görüyorum.”

Bulunduğu meclisin canlı, tetikte ve öz dolu ruhuydu. Züppe tavırlıyı havalardan toprağa kıç üstü düşüren ince oklar atar­ dı.

En güzel şiirler

O, ölümüne kadar gelişimini sürdür­ dü. En güzel bazı şürlerini ölümünden hemen önceki yıllarda söyledi. O nu izle­ yenler için her zaman yeniydi. Son za­ manlarında ona yetişemiyordum. Birbi­ rinden güzel şiirler ortaya çıkarıyordu.

Yukarı Kızdırmak boyları kültürünü yeni bir deyiş ve birleşime ulaştıran özgün bir sanatçı ve kültür adamı olarak, XX. yüzydın son çeyreğinde Türkiye’de b ü ­ tün sanat ve kültür alanlarında kimsenin ulaşamadığı çok yaygın bir ün kazandı. Değişik kültürlerin ve olağanüstü bir ya­ şamın birikiminden oluşan sesi, yalnız bir bölgenin değil, bütün bir ülke halk kültürünün simgesi oldu.

Âşık Ali İzzet şöyle der: “O, bir yol tut­ tu. Sonuna kadar gitti. Şaşdacak iş ca­ nım ”. Âşık Veysel'in şu sözleri birazcık ol­ sun bu “şaşdacak iş”in sırrına varabilme­ mizi sağlar: “Şiirime başlarken köylüyü düşünürüm. Köylü beğenecek mi bu şi­ iri, onu düşünürüm. Yakınlarımı, birlik­ te çakştıklarımı, arkadaşlarımı düşünü­ rüm. Onların beğendiğini, Istanbul’da- kder, nasd olsa beğenir”.

Âşık Veysel olayı, yalnız Türk kültür tarihinin değü, bütün insanlık tarihinin de en dginç olaylarından biri olmak. Türk toplumunun tarihinde, din dışı alanda, yaşarken söylence olan kişdere pek rast­ lanmaz. Çağında Türkiyeli birçok sanat­ çı, bügin ve ünlü kişi, onunla konuşmak, dostu olmak için istekliydi.

Tecer’im Aşık Veysel’le Gezen insan yorulur mu

Âşıklarını ve genel olarak halk kültürü­ nü yüzydlar boyunca küçümseme gele­ neği olan bir aydınlar takımı arasında da Âşık Veysel’in kazandığı saygı, kültür ta­ rihimizin ender ve en önemli oluşumla­ rından dır. O, insanoğlunun nice yetenek­ li, nice dayanıklı, nice yenilmez olduğu­ nu gösteren güç ve umut kaynaklarımız­ dan biridir. ■

Dostlar Beni Hatırlasın-Âsık Veysel Hayatı ve Bütün Şiirleri /inkılap Kitabe- | vi/244 s. +16 s. albüm

YA YIN E V İ - Ankara 0.312.4 3 4 4 9 9 9 /Faks: 0 .312.4317758 D A Ğ ITIM - İstanbul 0 .212.5225201 / Faks: 0.212.5274119 KİTABEVİ - Ankara 0 .312.4 3 4 4 1 0 6 /Faks:0 .312.4331936

www.bilgiyayinevi.com.tr

17 dile çevrilen orijinal yaşam öyküsü

EFSANEVİ RESSAMIN

FİLME ANTARILAN

SINAMIŞI ÖYKÜSÜNÜN KİTABI

F

HAYDEN HERRERA

rida

“Frida, (...) radikal sanatın, romantik politikanın, tuhaf

aşkların ve fiziksel acının, insanın aklına 'Neden bunları

daha önce anlatan olmadı?' sorusunu getiren büyüleyici

öyküsüdür.”

— R. Z. Sheppard, Time

Referanslar

Benzer Belgeler

edilmektedir (Creswell, 2005, 2015; Creswell ve Plano Clark, 2007; Plano Clark ve Creswell, 2015). Bunların birincisinde nitel ve nicel öğelerin her ikisi de araştırmanın

學院學術的提昇

致力推廣教育 提供牙醫師更多元的進修管道 -北醫進推部主任

T R T televizyonjan Cumhur­ başkanı Turgut Özal için An­ kara ve İstanbul’da düzenlene­ cek olan cenaze törenlerini naklen yayımlayacak. kanal haricindeki kanallar

Son sözlerim: Ben, esir bir Türk Yurdundan hür bir Türk memleketine iltica etmiş ve bu memeleket için gözlerini ebe­ diyen kapadığı güne kadar durmadan

Biliyorum, her şey bu kadar olumsuz değil diyecek­ sin; Çetin Altan’ı yargılayan mahkemenin karannı kanıt göstereceksin.. Çetin Altan'ın beraat kararına imza atan

(Altunizade Capitol, Ataköy Atrium, Ataköy Galleria, Bağcılar Sinema Merkezi, Bağcılar Site, Bakırköy AFM, Bakırköy Cinema Chaplin, Bakırköy Sinema 74, Beylikdüzü

Bu çalışma ile uyumlu olacak şekilde bizim çalışmamızda da koroner kalp hastalığı olan bireylerde TT genotipini frekansı koroner arter hastalarında sağlıklı bireyler