• Sonuç bulunamadı

Çağdaş Türk sanatında figüratif resmin kültürel değişimle ilintisi

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Çağdaş Türk sanatında figüratif resmin kültürel değişimle ilintisi"

Copied!
164
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

T. C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

GÜZEL SANATLAR EĞİTİMİ ANA BİLİM DALI RESİM-İŞ ÖĞRETMENLİĞİ BİLİM DALI

ÇAĞDAŞ TÜRK SANATINDA FİGÜRATİF

RESMİN KÜLTÜREL DEĞİŞİM

İ

LE İLİNTİSİ

YÜKSEK LİSANS TEZİ

DANIŞMAN

Yrd. Doç. Dr. Hüseyin ELMAS

HAZIRLAYAN Neslihan KIYAR

(2)

ÖZET

17. yüzyıldan günümüze gelen Batılılaşma anlayışı Osmanlı İmparatorluğu’ nda her alanda olduğu gibi kültürel alanda da önemli değişikliklere yol açmıştır. Uzun yıllar, yeni değerler öncekilerin içine oturtulduğu oranda kabul görmüş olsa da, saray destekli kültürel değişim çabaları toplum arasında da benimsenmiştir.

Figürü dışlayan resim anlayışı da zamanla terkedilmiş, insanlara tanıdık gelen atmosferler içerisine yerleştirilen figür, bu şekilde beğenilere sunulmuştur. Türk toplumunun tarihini konu alan figüratif resimler de, halkın manevi dünyalarına seslenmeleri dolayısıyla, figüratif resme karşı olan olumsuz tutumun kırılmasına yardımcı olmuştur.

II. Dünya Savaşı ve bunu izleyen yıllarda ortaya çıkan olayların sebep olduğu değişimler ise ulaşım ve iletişimin gelişmesi, ticaret sermayesinin birikimi, kentleşmenin hızlanması, nüfusun artması, ekonomik, teknolojik ve bilimsel açıdan modernleşme gibi durumların yarattığı gerilim ve aynı zamanda etkileşimler sanatçıları figüratif anlatım olanaklarını kullanma yoluna iten nedenler olmuştur.

Dünya ve Türkiye sanatını etkileyen olaylar sonucunda figüratif resim etkinliğini her dönem sürdürmüştür. Çünkü birey, bir anlamda figürdür ve figüratif resim de bir anlatım yoludur. Bu düşünceden hareketle, figüratif resmin, tarihin her döneminde kültürel değişimle paralel bir gelişim çizgisi gösterdiği söylenebilir. Ancak Türk toplumunda figüratif resme bakış açısının gün geçtikçe daha da genişlediğini söylemek, bir anlamda doğru fakat kesin bir yargı olmayacaktır.

(3)

ABSTRACT

The Understanding of Westernization which goes back to the 17th century has led significant changes not only in every field but also in the cultural field. Although the Ottoman culture having a rooted tradition before the establishment of the Republic had changes within the framework of the westernization, a change within the existing traditions was experienced.

The out-figuring art mentality was abandoned in time and the figure which was placed into the atmosphere which turned out to be sympathetic and acquainted to the people was offered to the discrimination in this way. The figurative pictures referencing the magnificent history of the Turkish society also have assisted to break the negative attitude against the figurative art due to the fact that they address to the spiritual world of the people.

The changes caused by the World War II and the events in the subsequent years, the tension and spontaneous interactions created by the situations such as the development of the transportation and communication, accumulation of the commercial capital, acceleration of the urbanization, increase of the population and modernization with respect to economy, technology and science have been among the reasons pushing the artists to use the figurative exposition possibilities.

At the end of the events affecting the art of the world and Turkey, the figurative art has always sustained its effectiveness every time of period. Since the individual is a figure in a sense and there is not an exposition with the figurative art. If the figurative art is considered to show a progressive line as parallel to cultural change in every period of the history, it will be true but not an absolute judgment in a sense that the point of view of the society to the figurative art is increasing day by day.

(4)

ÖNSÖZ

İnsan figürünün kullanımına ilişkin örnekler, dünya üzerindeki birçok uygarlıkta olduğu gibi, Türk resim sanatında da, dönem dönem kendine has özellikler göstererek var olagelmiştir. Bu özelliklerle, figürün ele alındığı dönemin kültür değerlerinin örtüşmesi ise araştırmanın en önemli noktasını oluşturmaktadır.

Çağdaşlaşma süreci içinde kozmopolit bir yapıya sahip bulunan Osmanlı Devletinin yıkılarak, ulus idealini gerçekleştiren cumhuriyet devletinin kuruluşu, çağdaş Türk resminin de oluşum evrelerini etkilemiştir. Kültürel açılımların ve değişimlerin neden olduğu yeni evrensel çabalar ise figürün anlatım olanaklarını daha da çeşitlendirip, yerini sağlamlaştırmıştır.

Çağdaş Türk sanatında figüratif eğilimlerin kültürel değişimle olan ilintisini ortaya koymayı amaçlayan bu çalışma süresince, bilgi, tecrübe ve desteklerini esirgemeyen başta danışmanım Sn. Yrd. Doç. Dr. Hüseyin ELMAS’ a, hocalarıma, aileme, minnet ve şükranlarımı sunarım.

Neslihan KIYAR

(5)

İÇİNDEKİLER ÖZET……….... i ABSTRACT……… iii ÖNSÖZ ……….. v İÇİNDEKİLER ……….. vi 1. GİRİŞ………. 1 1. 1. Problem Cümlesi………...…….. 2 1. 2. Araştırmanın Amacı ………..……….. 2 1. 3. Araştırmanın Önemi………..……….. 2 1. 4. Sayıtlılar………... 2 1. 5. Sınırlılık ……….. 3 1. 6. Yöntem……….…... 3 2. KÜLTÜR………...……….…….. 4 2.1. Kültür Kavramı……….…….. 4 2.2. Kültür Değişimi……….…. 5 3. 1950 ÖNCESİ ÇAĞDAŞ TÜRK RESMİ ……….. 8

3. 1. 1950 Öncesi Türkiye’ de Toplumsal Yapı …..………..………... 8

3. 2. 1950 Öncesi Türkiye’ de Kültür ve Sanat ……….………...… 23

3. 3. 1950 Öncesi Figüratif Resmin Kültürel Değişim İle İlintisi ………...….. 39

4. 1950 SONRASI ÇAĞDAŞ TÜRK RESMİ ………..……. 86

4. 1. 1950 Sonrası Türkiye’ de Toplumsal Yapı ………..….……. 86

4. 2. 1950 Sonrası Türkiye’ de Kültür ve Sanat. ………..…….. 97

4. 3. 1950 Sonrası Figüratif Resmin Kültürel Değişim İle İlintisi ………. 106

4. 3. 1. Toplumcu Gerçekçiler ………...………... 114 4. 3. 2. Gerçeküstücüler ……….…... 122 4. 3. 3. Dışavurumcular ……….……… 128 5. DEĞERLENDİRME ……….…….. 138 KAYNAKÇA ………... 149 RESİMLER DİZİNİ………..……….... 157

(6)

BÖLÜM 1 1.GİRİŞ

Değişme, tüm toplumsal yapılarda olduğu gibi kültür alanında da geçerlidir. Her toplumsal olgu ve değer gibi, doğal olarak kültür de temsil ettiği toplumla birlikte, zaman ve çevre gereklerine uyarak kendini oluşturur ya da dış etki yoluyla değişir ve gelişir. Değişme, gelişmeye neden olur ve gelişme de yeni bir değişmenin başlangıcıdır. Kültürel gelişme, kültürü oluşturan öğelerin daha ileri biçimler oluşturabilmek üzere değişmesidir. Toplumların gelişim ve değişimleri incelendiğinde, hiçbirinin diğerlerinin etkisinde kalmadan, salt kendi değerleri içerisinde varlık buldukları görülmez. Bütün toplumlar, ister istemez birbirlerini etkilemişler, birbirlerinden kültür alış verişinde bulunmuşlar, değişmişlerdir. Onların sanat hayatına da yansıyan bu etkileşim sürecinde gelenekler, çoğu zaman kaybolup yerini modern olarak adlandırılan yeni anlayışlara bırakmıştır (Gedikli, 2001).

Büyük ve ihtişamlı imparatorluklardan biri olan Osmanlı İmparatorluğu, adalet ve hoşgörüye dayalı devlet anlayışı; üstün mimarisi; sanatı, eğitimde geliştirdiği mükemmel yapısı ile Batı dünyası için önemli bir örnek teşkil etmiştir. Avrupa, karanlık içindeyken, Osmanlı İmparatorluğu, dünyanın en üstün uygarlığı konumunda olmuştur. Zamanla, Batı ilerlemiş, aydınlanma çağını yakından takip etmeyen Osmanlı Batı karşısında geri kalmaya başlamıştır.

Osmanlı’ nın, 18. yüzyıl ortalarından itibaren Batı ülkeleri karşısında sanayi ve teknoloji alanında geri kalmışlığını kabul etmesinin ardından başlatmış olduğu reform hareketlerine bağlı olarak, sosyal hayatta da bir takım değişimler baş göstermiştir. Bunun doğal neticesi olarak, Orta Asya' da başlayıp Selçuklu ve Osmanlı ile birlikte gelişerek devam eden kültür hayatı, yavaş yavaş değişime uğrayarak batı etkisi altına girmeye başlamıştır. Türk kültür hayatının batı etkisine girmeye başladığı bu dönemlerde, kimi geleneksel sanatlar da değişime uğrayarak yerini Batı anlayışına yönelik resim sanatına bırakmıştır.

Kimi manzaralar içerisinde küçük bir detay halinde ele alınan figür, yaşanan kültürel değişim neticesinde yavaş yavaş resmin konusu içerisine girmiş, zamanla da çok farklı yorumlarla Türk sanatçılar tarafından ele alınmıştır. Türk resmine figürün girişi bireysel düzeyde Osman Hamdi Bey ve genel olarak da Çallı kuşağı ressamları ile başlamıştır. Zamanla resmin konuları arasına figür, portre, çıplak figür, romantik, duygusal konular, güneş ışınları altındaki İstanbul’ un renkli, berrak, şeffaf görüntüleri girmiştir. Bu

(7)

dönmede figürün, giysili ya da çıplak modelden yararlanmak suretiyle Batı’ daki resim atölyelerinin eğitim standartlarına uygun yaklaşımlarla ele alınması, Sanay-i Nefise okulunun kurulması ile başlamış ve yaygınlaşarak günümüzde de sürmeye devam etmiştir. İzlenimci kuşağın atak ve sıcak tensel figüratif duyarlılığı yerini, 30’ lu yılları kapsayan kübist-konstrüktivist anlayışta figür yorumlarına bırakmıştır. 1930’ lardan itibaren, figürdeki bu değişimin kaynağında o dönem sanat ortamının belirleyicileri, Müstakiller ve daha büyük bir oranda D Grubu ile bu grubun çevresindeki kimseler olmuştur. 1950 ‘ ler ve sonraki yıllarda her alanda görülen değişimler sonucunda, figür yorumlarına daha dinamik yolların ve tüm dünyada ifadeci taşkınlığın toplumsal davranış sorunsallarıyla bütünleştiği bazı değer sistemlerinin yaratılmasına tanık olunmuştur.

1.1. Problem Cümlesi

18. yüzyılla birlikte köklü bir değişime uğrayan Türk sanatı içerisine, çağdaş yorumlarla dâhil olan figüratif resmin kültürel değişimle ilintisi ne şekilde olmuştur?

1.2.Araştırmanın Amacı

Çağdaş Türk sanatında figürün, başlangıcından günümüze olan serüveninin, açıklanmaya çalışıldığı bu araştırmada asıl amaç; figürün yorumlanışında, oluşturulduğu dönemin, siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel olguların bütünüyle değerlendirilmesi gerekliliğini vurgulamak olmuştur. Bu amaca yönelik yapılan araştırmada, çağdaş etkilerle sürekli farklı yorumlar bulan figüratif resim ve kültür, pek çok noktada paralel değişim geçirmesi dolayısıyla, birbiriyle ilintilenmiştir.

1.3. Araştırmanın Önemi

Batılı anlamda Türk resminin başlangıcında çekingen bir tutumla resmin içerisinde küçük bir ayrıntı olarak kalan figür, gelişen zaman içerisinde resmin konusu haline gelmiştir. 21. yüzyılı yaşadığımız şu günlerde ise, gerek Batı, gerekse Amerika’daki örneklerinden farksız bir konuma ulaşmıştır. Çağdaş Türk Resminin figüratif resim bağlamında değişerek günümüzde ulaştığı nokta, kuşkusuz kültürel değişimle ilintilidir. Değişim sürecini etkileyen faktörlerin tespit edilip ortaya konması ise, bu konuda ileride yapılacak araştırmalara ışık tutması dolayısıyla önem arz etmektedir.

1.4. Sayıltılar

Bu çalışma yürütülürken, aşağıdaki sayıtlılar göz önünde bulundurularak değerlendirme yapılmıştır.

(8)

2. Araştırma içerisinde ele alınıp değerlendirilen sanatçılar sanat yaşamlarında figüratif resim yapan ve figüratif çalışmalarıyla tanınan kişilerdir.

3. Araştırmada kullanılan web kaynakları, 10.04.2007 tarihinde ziyaret edilerek, ulaşılabilirlikleri kontrol edilmiştir.

1.5. Sınırlılık

Araştırma konusu, “Çağdaş Türk Sanatında Figüratif Resmin Kültürel Değişim İle İlintisi” olarak belirlenmiştir.

“Figür” kavramı insan ve hayvan gibi canlı varlıklar için kullanılan genel bir deyimdir. Araştırmada bahsi geçen “figür” den kasıt ise insan figürüdür. Bu açıdan, çağdaş Türk resminde başlangıcından günümüze, figüratif resmin kültürel değişimlere paralel grafik çizgisini etkileyen sosyal, ekonomik, siyasal ve sanatsal faktörler tespit edilmiş ve konuya eğilim göstermiş olan sanatçılara eserleriyle aydınlatıcı bir işlev yüklenmiştir. 1.6.Yöntem

Bu araştırmada, konuyla ilgili geniş bir literatür taraması yapılmış, uygun metinler toplanıp, düzenlenmiştir. Ayrıca araştırmada, dönemsel sınıflamayla yerleştirilen, çağdaş Türk sanatında, figüratif resim çerçevesine giren görsel materyale ulaşılmış, metin içinde gerekli bölümlere yerleştirilmiştir.

Konu, araştırmanın ana hatları dâhilinde, II. Bölüm “Kültür” ve “Kültür Değişimi” şeklinde düzenlenmiş, III. Bölüm “1950 Öncesi” ve IV. Bölüm “1950 Sonrası” olarak, kesin tarihlerle bir ayrıma gidilmese de, dönemin farklı şartları değerlendirilmek ve sanatla etkileşimini irdelemek üzere, kronolojik olarak iki kısımda incelenmiştir. Bu bölümler de kendi aralarında alt başlıklara ayrılarak figüratif resim anlayışındaki değişimlerin nedenlerini ortaya koymuştur.

(9)

BÖLÜM 2 2. KÜLTÜR

2.1. Kültür Kavramı

Kültür, çok sayıda anlama sahip bir sözcüktür. Botanikten sosyal ve beşerî bilimler alanına dek uzanan geniş kapsamlı anlamlar içerir. Bu yüzden, herkesi doyuran biçimde kültürü tek bir kalıpta tanımlamak oldukça güçtür. Kültürle ilgilenen bilim adamlarının tanımlamada sürekli yeni girişimlerde bulunmaları bu zorluğun göstergesi olmuştur. Bilim sürekli gelişim içinde olduğu için, “kültür” de zamanla kullanılmakta olduğu bilim alanında yeni tanımlarla karşımıza çıkmaktadır.

Kültür, sözcük olarak: "İnsanoğlunun, kuşaktan kuşağa aktardığı sembolik ve

öğrenilmiş ürünler ya da özellikler toplamı; tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren

araçların bütünü; ekin, hars, insanoğlu tarafından üretilmiş her şey" anlamına

gelmektedir. Kavram olarak: "Bir ulusun, bir halk ya da topluluğun yaşam tarzıdır;

bilgileri, inançları, sanatı, ahlakı, yasaları, gelenekleri ve bir toplumun üyesi olarak insanın bütün öteki eğilim ve alışkanlıklarını oluşturan ve bir toplumun hayatını, yaşam

tarzını diğer toplumların yaşam tarzlarından ayıran değerler toplamı" anlamına

gelmektedir. (Erinç, 2004). Bilimsel anlamda kültür ise: “Dini, sanatı; yapıp ettiğimiz her

şeyi içine alan karmaşık bir varlık alanıdır. O bütünlük içinde yer alan her şey, her şeye

bağlı ve bağımlıdır. Gözle görülmeyen, elle tutulmayan bu bağları, insanlar eğitimle

öğrenir; dil ve iletişimle kurar, sürdürür.” Özetle, "Bilimsel anlamda kültür, toplumun

üyesi olarak insanın, yaşayarak, yaparak öğrendiği ve öğrettiği maddi manevi her şeyden

oluşan karmaşık bütündür” (Turhan, 1987).

Kültür kavramı antropologlar tarafından ilk defa, 19. yüzyılın sonlarında geliştirilmiştir. İlk açık ve kapsamlı tanımlamayı ise İngiliz antropolog Sir Edward Burnett Tylor yapmıştır. Tylor’ a göre kültür, toplum, insanoğlu, eğitim süreci ve kültürel içerik gibi değişkenlerin ve bunlar arasındaki karmaşık ilişkilerin bir işlevidir. Ayrıca bilgiyi, imanı, sanatı, ahlâkı, örf ve adetleri, ferdin mensup olduğu cemiyetin bir uzvu olması itibariyle kazandığı itiyatlarını ve bütün diğer maharetlerini ihtiva eden gayet girift bir bütündür. Tylor, 1871’ deki yazılarında kültürü; bilgi, inanç, sanat, hukuk, ahlak, adet, gelenek ve toplumun bir üyesi olarak kişinin yaşayarak kazandığı huylar ve kabiliyetler

(10)

bütünü olarak tanımlar. Tylor’ ın döneminden itibaren kültür tanımları hızla çoğalmış ve çeşitlenmiştir. 1950’ lerde A.L. Kroeber ve Clyde Kluckhohn birlikte bir literatür taraması yapmışlar ve yüze yakın kültür tanımı toplamışlardır. Yakın dönemde yapılan tanımlar, gerçek davranışla bu davranışın ardında yatan soyut değerler, inançlar ve algılar dünyasını birbirinden ayırma eğiliminde olmuştur. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, kültür gözlenebilir bir davranış değildir, ancak insanların deneyimlerini yorumlama ve davranışlarını genellemede kullandıkları ve davranışlarına yansıttıkları değerler ve inançlardır (Haviland, 2002)

Kısaca kültürü bir yaşam biçimi, düşünce ve inanç sistemi olarak tanımlayabiliriz. Dil, din, ırk, tarih gibi unsurların birbirinden belirgin çizgilerle ayırdığı farklı insan gruplarının gelenek görenekten başlayıp, siyasal sistemlerinden, hukuk, ekonomi ve eğitim sistemlerine, edebiyattan, dinsel törenlere varıncaya kadar pek çok alanda kendilerine özgü davranış modelleri, gelenek ve sosyal kurumlar geliştirmesini kültür kavramı içerisinde değerlendirebiliriz (Balı, 2001).

2.1. Kültür Değişimi

Her toplumsal olgu ve değer gibi, kültür de temsil ettiği toplumla birlikte, zaman ve çevre gereklerine uyarak kendini oluşturur ya da dış etki yoluyla değişir ve gelişir. Çünkü kültür, değişim kuramının en doğal parçasını oluşturmaktadır. Aslında değişme ve gelişme birbirinin nedeni ve sonucu olan olgularıdır. Değişme, gelişmeye neden olur ve gelişme de yeni bir değişmenin başlangıcıdır (Gedikli, 2001). Ayrıca kültür değişmesi, bir cemiyetin mevcut düzenini, maddi ve manevi medeniyetini bir formdan başka forma sokan süreçtir. Böylece kültür değişmesi, bir cemiyetin siyasi yapısında, idari müesseselerinde ve toprağa yerleşme ve iskân tarzında, iman ve kanaatlerinde, bilgi sistemlerinde, kanunlarında, maddi alet ve vasıtalarında, bunların kullanılmasında meydana gelen değişimleri ihtiva eder. Terimin en geniş anlamıyla, insan medeniyetinin daimi bir faktörüdür, her yerde ve her zaman meydana gelmektedir (Turhan, 1987).

Değişimin etkisinde kalan sanat, edebiyat, düşün etkinlikleri ve bunların ürünleri, manevi kültüre göre daha hızlı değişen kesimdir. Bu kesim, maddi kültür öğeleri kadar hızla gelişmese bile, inançlardan, gelenek ve göreneklerden çok daha çabuk değişir. Üstelik sanat, edebiyat ve düşün yapıtları, bir toplumun manevi kültür alanındaki en ileri değişme tohumlarını da içlerinde taşırlar. Bir başka deyişle, bir toplumun geleceği, maddi kültür öğelerinin etkisiyle, onun, sanat, edebiyat ve düşün etkinlikleri çerçevesinde

(11)

filizlenir. Mevcut durumdaki çelişkiler, uyumsuzluklar, sorunlar, hep bu ürünler aracılığı ile belirlenir, eleştirilir. Sanat, edebiyat ve düşün etkinliklerinin en önemli niteliği, yalnız olumsuz eleştiri değil, geleceğe ilişkin öneriler de ortaya koymalarında görülür. Böylece, maddi kültür değişmelerine koşut olarak toplumun önünde yeni bireşimler, yeni ufuklar belirir (Kongar, 2003).

Osmanlı İmparatorluğu’ nda değişimin başlangıcına değinilecek olursa, Fatih Sultan Mehmet zamanında, İstanbul’ un almasıyla, “Batılılaşma” adı altında başlamış olduğu görülür. Tanzimat ve Islahat Fermanlarıyla sürmüş, Birinci ve İkinci Meşrutiyet eylemleriyle doruk noktalarına ulaşmış, bugünkü kültür mirasımızın üzerinde bilinçli etkiler yaratmıştır. Bununla birlikte, yabancı sanatçıların gelmesi ve matbaanın kurulmasıyla, Batı ürünleri Osmanlı toplumunun içine yavaş yavaş girmeye başlamıştır. Yabancı bilim adamları hakkındaki yayınlar Osmanlıcaya çevrilmiştir. Azınlıkların girişimleriyle tiyatro hareketleri başlamıştır. Yeni Osmanlılara geçiş döneminde yaşanan kültür değişiminin yanı sıra edebiyatçıların ön ayak olduğu İslam kültürü üzerine yapılan Batı aşısı, ulusallık yönünde bir birleşmeye doğru yol almıştır. Fakat sonrasında Mustafa Kemal’ in müdahale gereksiniminde bulunduğu İmparatorluk, Batı etkisi altında değişen ve gitgide karmaşıklaşan bir görünüme bürünmüştür (Kongar, 2003). 19. yüzyıl da ise, Türk siyasal-toplumsal sisteminde geleneksel-dinsel yapıların değişmeye başlaması, değişme olgusunun ideolojik ve epistemolojik özelliklerine ilişkin olarak, toplumsal yapı unsurlarının yerel dinamiklerini de değişmeye zorlayarak, laikleşme sürecini de beraberinde getirmiştir (Akgül, 1999; Berkes, 2002).

18. yüzyıl sahnesinde, Osmanlı’ nın geleneksel kurumlarını diriltme çabası yerine, çağdaş Batı’ ya yönelme eğilimi, Türk resim sanatının gelişim çizgisinde önemli değişikliklere neden olmuştur. Batılılaşma dönemiyle birlikte, bir azınlık kültürü olarak İstanbul’ da, çağdaş yaşam biçiminin gerektirdiği olanaklar düzeyinde, özel atölyelerde ve askeri okullarda başlayan, Sanayi-i Nefise’ nin kurulmasından sonra ise sivilleşme aşamasına geçen resim-heykel üretimi ve buna bağlı olarak sanat eğitimi, başlangıçta devletin ve yönetici kesimin özendirdiği bir etkinlik olmuştur. Figüratif resim de, bu gelişmelere koşut, etkinlik alanını genişletmeye, çağdaş olana doğru ilerlemeye başlamıştır. Bu yönüyle Türk figür resminde görülen değişim, kimi yönleriyle çok açık, seçik ve kesindir. Manzara, natürmort ve portre gibi konuların ötesinde, figürün konu olarak işlenmesi, yaygınlaşması ise zamanla kültürel değişime koşut olarak gelişen uyum safhasında gerçekleşmiştir (Özsezgin, 2002).

(12)

Sonraki dönemde, Türkiye’ de Cumhuriyetin kurulmasında ve gelişmesinde etkin rol oynayan CHP, kültürel değişim için gerekli yeniliği kültürün içinden keşif ve icatlarla çıkarma yoluna gitmiştir. Halkevleri bağlamında dönemin aydınları tarafından değerlendirilen, ulus, dil ve kültür sorunları çevresinde güncellik kazanmış olan faaliyetlerle bu çaba desteklenmiştir. 1930’ lu yılların sonuna doğru, Devlet Resim ve Heykel Sergileri başlatılmış, Güzel Sanatlar Akademisi bünyesinde “reform” hareketine girilmiş, ressamlar gruplar halinde Anadolu illerine gönderilmiştir. Sanatın toplum kültüründe üstlenmesi gereken işlev, sanatçının toplumdaki yeri vb. sorunlar üzerine, geniş açılı bir tartışma, sanatçılar ve aydınlar arasında katılım bulmuştur. Türk Ocakları’ nın yerini alan Halkevleri, sanatla halk kesimini buluşturmuş, halkın sanat yoluyla eğitimi ilk kez bir devlet politikası kimliğine bürünmüştür. Figüratif resmin işlevsel kimliğinin de yardımıyla halkın kültürel değişimine katkı sağlanmıştır (Özsezgin, 2002).

1950’ lerden sonra ekonomik, sosyal ve siyasal alanda çok yönlü kültürel değişmeler yaşanmıştır. Önce şehirlerde başlayan değişme ve modernleşme süreci kırsal bölgelerde de etkisini göstermiştir (Doğan ve Doğan, 2005). Ayrıca 1950’ li yıllarda tarımda başlayan hızlı makine süreci ile topraksız ya da az toprağı olan kırsal kesiminin sayısı iyice artmıştır. Olanakları daralan köylüler iş sahalarının geniş ve daha cazip olması dolayısıyla iç göçe heveslenmişler ve göç etmişlerdir. Kurtuluşu bu yolla bulduğunu düşünen kırsal kesim insanı sadece fiziksel gereçlerini taşımamış, yaşantı, kültür ve sanatlarını da beraberlerinde getirmişlerdir. Kentlerin özellikle kenar mahallelerinde, kentlilerden ayrı bir yaşam biçimi gösteren bu insanlar, gecekondu kültürünü ortaya çıkarmışlar, kent kültüründe sağlıksız değişimler yaratmışlardır. Yozlaşma ve yanlış bilinçlilik ile görsel ve işitsel olarak karşımıza çıkan arabesk kültür, kente uyum sağlayamayan insanların durumlarını, ticari bir meta haline getirmiştir (Işık ve Erol, 2002).

1960’ lardan sonra ise, hareketlenen sanat, kültür ve düşün alanındaki açılımlara koşut olarak yeni bir bilinçlenme süreci yaşanmış; köyden kente göç olgusu yeni ve hatta arada kalmış yaşam biçimleri yaratmış; sanayileşme başlamıştır. Bütün bu toplumsal olaylar ve dolayısıyla yaşanan değişimler sanat alanında önceden başlamış olan figüratif canlanışa yeni bir boyut kazandırmış, aynı zamanda figür anlatımlarının günümüze dek ifade bulduğu eğilimlerin kökleşmesinde etkili olmuştur (Kamacı, 1997).

(13)

BÖLÜM 3

3. 1950 ÖNCESİ ÇAĞDAŞ TÜRK RESMİ 3. 1. 1950 Öncesi Türkiye’ de Toplumsal Yapı

Osmanlı toplum yapısını anlamak için, sosyal açıdan kültürel öğeleri ilişkilendirmek ve bu ilişki içerisinde toplumda zamanla meydana gelen davranış ve değer değişikliğini yine toplum tarafından belirlenen standartlar ve kurallar yelpazesinde değerlendirmek gerekmektedir. Organik yapılı ve devamlılık arz eden toplum bileşiklerini ilişkilendirirken de Osmanlı devlet ve toplum geleneğinin geçmişten miras aldığı değerler sistemi göz önünde bulundurulmalıdır. Yani Türk ve İslâm devletlerinden devralınan bir takım değerlerle, toplumsal yapıların oluşma şekilleri, geçen zaman içinde farklı görünümlere bürünmüş olsalar bile, esasta kesintisiz bir devamlılık gösterdikleri bilinmelidir.

Türkler, İslâm düşünce sistemi çerçevesinde devletler kurmaya başladıktan sonra, sosyal ve hukuki alanlarda büyük değişimlere uğramışlardır. Türk devletleri, her ne kadar gelişmiş bir hukuk anlayışına sahip olsalar da, İslâmiyet’ in oluşturduğu hukukî esasları ve kurumları uygulamayı tercih etmişlerdir. Bu durumda kültür değişmesi hem kaçınılmaz hem de zorunlu bir olgu olarak karşılarına çıkmıştır. Dolayısıyla kültür değişimleri sonucu milli kültürlerine uyan ya da uymayan bir takım etkilerle karşılaşmışlardır. 8. yüzyılda İslâm kültürüyle karşılaşan Türkler, Araplarla ve İranlılarla bir arada yaşadıkları hâlde, kendi benliklerinden pek bir şey kaybetmemiş, bu milletlerin kültürlerinden bilim, felsefe, edebiyat, sanat gibi faydalı öğeleri almış, onları işleyerek medeniyetlerine bir takım şeyler kazandırmışlardır.

Aynı zamanda, Türklerin, dolayısıyla Osmanlıların, geleneksel kültürü, İslami Cihad’ ın hizmetinde olan, askeri kahramanlık ruhunun bir ürünüdür. Önceki göçebelik döneminden kaynaklanmış gibi görünen bu ruh, aslında İslam’ ın pratik felsefesine olduğu kadar, bu otoriter-totaliter dinin yalnızca bir inanç sistemi değil, hayatın bütün aşamalarını yönlendiren yasalardan oluşan kapalı bir yapı olduğunu ilan eden dünya görüşüne de uygun düşmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi, hukuk düzeni kadar klasik Osmanlı zihniyeti de, Kuran’ ın değişmez metni ve onun tamamlayıcı hadisleri, Tasavvuf, Fıkıh ve Şeriat’ a dayalı, somut bir tür idealizm meydana getiren mistik bir gelenek ürünü direkler üstüne kurulmuştur (Arsal, 2000).

(14)

17. yüzyılın sonuna kadar Türklerin kendilerini her milletten üstün görmeleri ve gerçekten de o tarihlere kadar üstünlüklerini hep devam ettirmiş olmaları kabul edilen bir gerçekliktir. 18. yüzyıla kadar başka milletlerden sadece kendilerine çok gerekli gördükleri şeyleri alan Türklerin, bu dönemden sonra devletin zayıf düşmesiyle, daha çok askeri alanlarda Avrupa ülkelerini örnek almaya başladığı görülmektedir. 19. yüzyıla gelindiğinde ise hemen hemen her alanda Avrupa kültürünün ülkenin içine girdiği bilinmektedir. Bu zorunlu kültür etkileşimi döneminin kilometre taşlarını; II. Mahmut Dönemi, Tanzimat Dönemi, II. Abdülhamit Dönemi, Meşrutiyet Dönemi ve daha sonra köyde ve büyük şehirlerde meydana gelen kültür değişmeleri olarak belirlemek mümkündür (W.1- www.yayim.meb.gov.tr).

Nüfus bakımından ise Osmanlı Devleti, 19. yüzyıla kadar Anadolu, Balkanlar, Kuzey Afrika ve Orta Doğu’ yu içine alan; Rum, Ermeni, Yahudi, Arnavut, Bulgar, Macar, Hırvat, Arap vs. gibi değişik ırk, din ve dillere mensup milletlerin bir arada yaşadığı bir ülke olmuştur. 19. yüzyıldan itibaren, dağılma sürecinin başlaması ile bu milletler teker teker İmparatorluktan ayrılmıştır. 1830 yılında bağımsız Yunanistan’ ın kurulmasıyla başlayan bu süreç, önce Balkan milletlerinin, daha sonra da, Kuzey Afrika ve Orta Doğu’ daki Müslüman milletlerin kopmasıyla sonuçlanmıştır. I. Dünya Savaşı sonunda, İmparatorluğun toprakları üzerinde, Türkiye Cumhuriyeti dâhil, 16 bağımsız devlet kurulmuştur. Bahsedilen bu dağılma sürecinde, İmparatorluk topraklarını kurtarma mücadelesi vermiştir: Trablusgarb (1911-1912) ve Balkan Savaşları (1912-1913), I. Dünya Savaşı, ve nihayet Kurtuluş Savaşı (1919-1923) bu mücadelenin aşamalarıdır ve, bilindiği üzere, yalnızca sonuncusu başarılı olmuştur. Bunun nedeni ise, yeni bir devlet kurmak için gerekli olan "nüfus desteği" nin yalnızca Anadolu' da mevcut olmasıdır. Diğer bölgelerde böyle bir destek olmadığı ve yerli halkların desteği kaybedildiği için başarılı olunamamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’ ndan geri kalan topraklar, Anadolu ve Trakya’ da yer alan arazidedir ve bu topraklar, Ortaçağ’ dan beri, Batılılar tarafından, Türklerin yaşadığı yer anlamında, Türkiye adıyla anılagelmiştir. Yine, Osmanlı İmparatorluğu Batı’ da, Türk İmparatorluğu olarak bilinmektedir. Türkiye ve Türk adlarının günümüzde de devam etmesi, en önemli toplum bileşiği olan sürekliliğin ifadesidir. Toplumun ister bir kavrayış olarak isterse bir olgu olarak olmadığı bir yerde kültürden de söz edilemeyeceği gerçeği düşünülürse, Türk toplumunun sürekliliği, Türk kültür kavramının varlığı için ne kadar önem arz ettiği görülecektir (Acun, 1999).

(15)

Osmanlı toplumu bütün sınıf ve zümreleri ile birlikte bir sosyal piramit manzarası gösterir. Bu piramidin zirvesinde padişah ve saray, onun altında savaşçılar sınıfı, onun yanında ilim ve din adamları, daha aşağıda zanaat korporasyonları ve gedikler, piramidin tabanında ise çoban ve çiftçiden ibaret halk tabakası bulunur. Bunlar toplumun en üretken ve en kalabalık kesimini, en alt tabakayı oluşturmalarına karşın hiçbir siyasi güce sahip olamamışlardır (Ülken, 1998).

Gayrimüslimler de söz konusu piramide benzer bir toplumsal sınıflandırmaya tabidir; tek farkları, 1839’ da açıklanan Tanzimat ilkelerine kadar resmen dinlerini değiştirmedikçe askeri veya idari makamlara kabul edilmemeleridir. Buna bağlı olarak, mesleki seçeneklerinin sınırlı olması ve Batı toplumuyla aralarındaki kültürel yakınlık bulunması dolayısıyla çoğunlukla banker, büyük tüccar ve zanaatkâr olmuşlardır. 19. yüzyıla gelindiğinde, gayrimüslimlerin çoğunluğunun ticari merkezleri oluşturan şehirlerde yaşamakta oldukları görülür. Ülke nüfusunun yüzde 20’ sini oluşturmalarına rağmen, yüzde 33’ ü metropollerde yaşamıştır. 1914’ de Osmanlı İmparatorluğu’ ndaki sermayenin yüzde 50’ si Rumlara, yüzde 20’ si Ermenilere, yüzde 5’ i Yahudilere, yüzde 10’ u diğer yabancılara ve sadece yüzde 15’ i Türklere aittir (Arsal, 2000).

Kültürel alanda, Osmanlı zihniyetinin değişmeye dirençli olduğu görülmektedir, hatta asırlar alan değişim sürecine bakıldığında bu çok açıktır. Müzik, mutfak, halkın kullandığı eşyalar, eğlence, kahvehane v.s. gibi gündelik hayatla ilgili konularda ve söz konusu etnik gruplarla birlikte yaşama, farklı kültürlere gösterilen tolerans ve din gibi, alışkanlık ve zihniyetle ilgili alanlarda, sürekliliğin izlerini tespit etmek de mümkündür. Yine de, halkın günlük hayatı, ileride devletin müdahale edebileceği sahalar arasına dâhil olacaktır. Burada yapılacak değişmelerin, uzun vadede, halkın zihniyetinde değişme meydana getireceğine inanılmış, kıyafetten takvim ve saate, alfabeden eğitime kadar, günlük hayatın çeşitli sahalarında düzenlemeler yapılmıştır. Böylece, Batı tarzı bir hayat sürme yoluyla, Batı zihniyetine erişmenin mümkün olacağı düşünülmüştür.

Osmanlı Devleti, kuruluşundan yıkılışına kadar Osmanlı Hanedanı tarafından idare edilmiştir. Hanedanın, kuruluş yıllarından son dönemlere kadar devam eden “mutlaki-monarşi” tarzı idaresi, bu döneme gelindiğinde “meşruti-“mutlaki-monarşi” tarzı idareye dönüşmüştür. Merkezi mutlak otoriteyi tekellerinde bulunduran Osmanlı sultanları, dünyevi yetkilerinin yanı sıra, dini yetkilere de sahip olmuş, 1517’ den itibaren Halife sıfatını taşıyan sultanlar, kendilerini Allah’ ın dünyadaki gölgesi (Zıllullah-ı fi’ l arz) olarak telakki etmişlerdir. Osmanlı Hanedanı’ nın hakim olduğu “mutlak-monarşi” tarzı

(16)

idare şekli, ilk kez II. Mahmut döneminde (1808-1839), merkezi idare teşkilatında, Batı tarzında yeni bir bürokratik ve idari düzen kurulması için girişilen düzenlemelerle değişime uğramıştır. Eski makamların çoğu kaldırılmış, yerine yenileri ihdas edilmiş, bir kısmının da ismi değiştirilip yeniden düzenlenmiştir. Devletin merkezi idare teşkilatının yeniden organizasyonu anlamına gelen bu düzenlemeler, klasik Osmanlı devlet ve idare anlayışından uzaklaşılırken, Batı tarzı devlet ve idare anlayışına yaklaşmanın ilk örneğini ve tecrübesini teşkil etmiştir. Bu bağlamda, devlet yalnızca vergi toplayan, asker besleyen ve adalet dağıtan idare mekanizması olmaktan çıkmış, eskiden faaliyet sahası dışında olan, eğitim, sağlık, ekonomik gelişme ve bayındırlık işleri ile de ilgilenmeye başlamıştır. Bütün bu düzenlemeler, o döneme kadar askeri alana sınırlı tutulan Batılılaşma çabalarının, merkezi idareyi içine alacak şekilde genişletilmesinin bir göstergesi niteliğindedir (Acun, 1999).

Osmanlı İmparatorluğu’ nun daha 1600’ lü yıllarda geçirdiği sarsıntılardan sonra yaşadığı değişim, 18. yüzyıla varıldığında farklı bir boyut kazanmıştır. Artık ülke içinde padişahın mutlak gücünden söz etmek mümkün olmamıştır. Dışa dönük genişleme siyaseti, 18. yüzyıldan sonra Osmanlı devletini farklı bir değişimin içine sürüklemiştir; uzun zamandır baş edemediği Avrupa’ nın karşısında tutunabilmek için gittikçe Avrupalılardan daha çok şey öğrenmeye, Avrupa kurumlarını kendine mal etmeye, kısacası Avrupalılaşmaya, ‘”batılılaşmaya” başlamıştır. Burada vurgulanması gereken, batılılaşma sürecindeki Osmanlı devletinin 16. yüzyıldaki devlet yapısından çok uzak olduğu, hatta bir bakıma eski gücünün arayışı içinde batılılaşma yoluna girdiğidir (Kunt, 2005).

Osmanlı devletinin yüzyıllar boyunca koruyabildiği siyasal güç, imparatorlukta içe kapanık ve kendi kendine yeterli bir toplum yapısı geliştirmiştir. Oysa 17. ve 18. yüzyılların siyasal olayları, Osmanlı devletini dışa açılmaya, daha doğrusu, batıya yönelmeye zorlamış, toplumun her alanında değişiklikler belirmiştir. 17. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı İmparatorluğu’ ndaki kültürel ortam da dış etkilerin payını kolaylaştıracak nitelikte olduğundan, imparatorluğun kültürel ortamını, yabancı elçiliklerin daha çok sanat yoluyla etkilemiş oldukları görülür. Böylece toplumda yeni beğenilerin yerleşmesi sağlanmıştır. Fakat bu dönemlerden beri izlenebilen batılılaşma hareketiyle, Osmanlı toplumundaki sosyal ve kültürel ortamda beklenen değişikliğin birden bire olmadığı, ancak belirli bir süre içinde, belirli siyasal ve ekonomik etkenlerle oluşabildiği görülmüştür. Bu geçiş dönemi, sosyal ve kültürel koşullar altında, kültür ve

(17)

sanat adına yeni bir anlayışa geçmenin bir gerileme değil, kaçınılmaz bir değişim olduğunu göstermekte ve yeni bileşimlerin bu bakış açısıyla değerlendirilmesi gerekliliğini doğurmaktadır (Renda, 1977).

1838 anlaşmalarıyla Osmanlı İmparatorluğu, “Dünya Kapitalist Sistemi” ne resmen girmiş, Osmanlı toplumu için yeni bir çağ açılmıştır. Geleneksel sosyo-iktisadi yapı hızla çözülmüş, nakit para darlığı çeken köylü tabaka iyice yoksullaşmıştır. Yönetici sınıfın başında olan sultanlar ise, iktidar konumundan yararlanarak, imparatorluğun değerli topraklarının kayda değer bir kısmını şahsi mülkü yapmış, ülkenin en büyük kapitalistleri olmuşlardır (Arsal, 2000).

İlerleyen süreçte, 1876’ da ilan edilen Kanun-i Esasi ile padişahın yetkilerinin anayasa, meclis ve hükümet ile sınırlandığı, meşruti-monarşi tarzı bir idarenin yürürlükte olduğu görülmektedir. Kanun-i Esasi padişahın hak ve yetkilerini kısıtlayan, bununla da kalmayıp, idari mekanizmayı yeniden yapılandırmaya yönelik ilk anayasal hareket olmuştur. Yalnızca iki yıl gibi kısa süre yürürlükte kalmasının ardından otuz yıl sonra 1908’ de, ikinci kez yürürlüğe konulmuştur. Üzerinde bazı iyileştirmeler yapılmasına rağmen, ancak yurttaşlara çağdaş anlamdaki temel hak ve özgürlükleri sağlamaktan yoksundur. Halkın değil, aydınların dayatmasıyla yürürlüğe konulan ve Cumhuriyet' e geçildiğinde hükümsüz bir belge haline gelecek olan anayasada korunan, daha çok azınlıkların hak ve hürriyetleri olmuştur.

Cumhuriyet döneminde ilk anayasa 1921 yılında hazırlanmıştır. Dönemin olağanüstü şartlarında hazırlanan bu anayasa, yeni Türk devletinin ilk anayasası niteliğindedir ve orijinal adıyla Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’ dur. Olağanüstü şartlar dolayısıyla "kuvvetler birliği" nin benimsendiği bu anayasa 1924’ e kadar uygulamada kalmış, bu tarihte yapılan düzenleme ile yeniden hazırlanmıştır. Kuvvetler birliğinin, önceki kadar katı olmamakla birlikte korunduğu bu anayasaya, 1921 anayasasının maddelerinin büyük bir kısmı dâhil edilmiş, bazı ek hükümler getirilmiştir. Cumhuriyetin ilk döneminde anayasada sıklıkla yapılan değişiklikler (ki bunlar 1928, 1934, 1937 yıllarına rastlar) göz önüne alındığında, laikliğe aykırı olan maddelerin kaldırıldığı, giderek sivil hale getirildiği gözlenmiştir. Hukuk sahasında Osmanlı’ nın son döneminde yapılan düzenlemeler değerlendirildiğinde, bunların, Batı hukukunu tanıma ve uygulama tecrübesi olarak Cumhuriyet’ e aktarıldığı görülmüştür. Cumhuriyet döneminde ise, padişahlık kurumu, diğer adıyla Saltanat (1 Kasım 1922), bir süre sonra da, Halifenin yalnızca dini lider olduğu ve yeni kurulan milli-devlette siyasi otorite sahibi olma

(18)

iddiasının sıkıntılara yol açacağı gerekçesiyle, Halifelik (3 Mart 1924) kaldırılmıştır. Sonrasında, Cumhuriyetin öngördüğü, Cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar kurulu ve meclisten oluşan bir idare tarzına geçilmiştir. Dini ve dünyevi yetkilerle donatılmış hanedanın yerini, halkın egemenliğini temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclisi' nin hâkim olduğu, laik, demokratik hukuk devleti almıştır. Böylece din ve devlet işleri birbirinden ayrılmış, yapılan düzenlemelerle, dini kurumların siyasi hayattaki önemi azaltılırken, devletin bu kurumlar üzerindeki kontrolü artırılmıştır. Osmanlıdakinin aksine, din, kişiye ek kimlik kazandıran hüviyete bürünürken "mili bilinç" ve "milliyet" temel prensipler haline gelmiştir (Acun, 1999)

Cumhuriyet’ in ilanına kadar yapılan modernleşme hareketleri, kesin bir karar ile uygulanamadıkları için başarısız olmuştur. Bu kararsız tutumlar, Tanzimat’ la beraber toplum yapısına da yansımış, hukuk alanında modern hukuk kuralları ve kurumları ile geleneksel İslâm hukuku ve kurumları, eğitimde modern mekteplerle geleneksel medreseler bir arada yaşam bulmuştur. Cumhuriyetle birlikte Atatürk bu ikiliği ortadan kaldırarak eski kurumların varlığına son vermiş, böylece toplum ikilikten kurtularak lâik

ve millî esaslar dâhilinde tek kimlikli bir ulus-devlet şekline dönüşmüştür. Atatürk’ ün bu karara varmasının ardında kültür ve medeniyeti birbirinden ayırmayan ve bir hayat tarzı olarak tanımlayan anlayışı yatmaktadır. Bu anlamda, Atatürk’ ün kültür anlayışı kavranmadıkça Atatürk devrimlerinin anlaşılmasının mümkün olmadığı

söylenebilir. Atatürk’ ün temel siyasî yaklaşımı inkılâplar yoluyla millîleşme ve batılılaşma yönünde köklü bir değişimi gerçekleştirmektir. Şöyle ki, Atatürk inkılâpları, temelde kültürel yapının yeni baştan inşa edilmesi hareketidir. Bu bakımdan bütün inkılâplar, doğrudan veya sonuçları itibarıyla, kültür politikasının kapsamında değerlendirilmelidir. Bütün inkılâplar millîleşme ve batılılaşma yönünde bir değişiklik getirmiştir. Bu değişikliklerin toplamına sosyolojik olarak kültür değişmesi denilebilir. Değişiklikler devlet gücü kullanılarak gerçekleştirildiği için bu tür kültür değişmelerine "mecburî kültür değişmesi” denmesi doğru olacaktır (W.1- www.yayim.meb.gov. tr)

Cumhuriyetin kuruluşunu izleyen yıllarda içişlerinden ekonomiye, eğitim ve kültüre kadar bütün alanlarda, Cumhuriyet’ in öngördüğü halkçı ilkeler çerçevesinde ilerlenmiş, kurumsallaşmayı olanaklı kılacak bütün imkânlar seferber edilmiştir. Çok uluslu bir yönetimden, “Milli Devlet” niteliğindeki Cumhuriyet’ e geçiş kendi içinde birçok sorunun çözümünü zorunlu kılmış, devrim hareketlerinin arka arkaya gelişi ile bu geçiş dönemi kendine özgü bir yapısal karakter yüklenmiştir.

(19)

Cumhuriyet’ e gelindiğinde, çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu’ nun hukukunun, tek uluslu Cumhuriyet için geçerli olmadığı görülmüş ve değişen toplumun ihtiyaçlarına yönelik, çağdaş hukuk sisteminin getirilmesi için düzenlemelere girişilmiştir. Yukarıda da belirtildiği gibi, Tanzimat dönemi ve sonrasında Batı hukukundan alıntılar yapılmıştır. Bu süreç, Cumhuriyet döneminde, 1926’ da İsviçre medeni kanununun kabulü, İtalyan modelinden alınan ceza kanunu ve İtalyan ve Alman modellerinden alınan ticaret kanununun benimsenmesi ile hız kazanmıştır. Ticaret ve ceza kanunları, Osmanlı döneminde Batı örneğine göre düzenlenmiş olmasına rağmen, medeni kanun Şer’ i olma özelliğini korumuştur. Cumhuriyet döneminde, hukuk alanında en önemli değişiklik, medeni kanunun, dini zeminden uzaklaştırılması ile gerçekleştirilmiştir. Çok kadınla evliliğin yasaklanması, evliliğin resmi makamlarca onaylanması (resmi nikâh), boşanma konusunda kadın ve erkeğe, miras konusunda kız ve erkek çocuklara eşit haklar tanınması gibi aile hayatına ilişkin düzenlemelerle, aslında hedeflenen, Türk ailesi, Batı modelinde yeniden yapılandırılmıştır (Acun, 1999).

Değişimin düşünsel temelini yansıtan Kemalist bir doktrin olarak karşımıza çıkan İnkılâpçılık, geleneksel Osmanlı toplumunu radikal ve zorla uygulanan önlemlerle, bir kuşak içinde modern bir topluma dönüştürmek için hazır olmayı gerektirmiştir. Bu yöntem milleti düşmanlarına karşı korumak ve Cumhuriyet’ i kurmak için alınan radikal önlemleri haklı kılma gerekliliğinden doğmuştur. İnkılâpçılık, 1919’ da başlayan ihtilâlin hedeflerine ulaşması için gereken her yolun kullanılmasını amaçlıyordu. Bu yüzden CHP, 1935’ te kendisinin ve devlet yönetiminin gelişme yolunda evrimci ve ağır adımlarla sınırlı olamayacağını ilan etmiş, kendini inkılâpçılığın bir bölümü olarak geliştirilen ilkeleri savunmaya adamıştır. Milliyetçilik hedeflerine varmak için, inkılâpçı teknikler yoluyla uygulanan Cumhuriyetçilik ve Halkçılıktan geliştirilecek olan kurumlar aracılığıyla elde edilecek modernleşme hareketine Laiklik ve Devletçilik de eklenerek Cumhuriyet yurttaşlarının tümünün beyinlerine ve yüreklerine bir moderncilik ruhu yerleştirilmeye çalışılmıştır (J. Shaw; K. Shaw, 1983).

Atatürk inkılâpları, iki dünya savaşı arasındaki karanlıklar çağı olarak adlandırılan bir dönemde gerçekleştirilmiştir. İnkılâp, Batı tipinde demokratik rejime geçmeyi amaçlayan değerleri savunurken bu yöndeki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası tecrübelerine rağmen başarısız olmuştur. Cumhuriyet rejimi bir inkılâp rejimi olarak otoriter olmakla beraber totaliter bir nitelik kazanmamış ve

(20)

demokrasiye geçmek yönündeki niyetini daima muhafaza etmiştir. Hukuk ve kültür alanında yaşanan inkılâplara rağmen her alanda modernleşme yaşanamadığından, bürokrasinin karar verme mekanizmalarındaki ağırlığını koruması bürokratik bir muhafazakârlığa yol açmıştır (W.2- www.kygm.kultur.gov.tr).

Cumhuriyet Türkiyesi’ nde kökleşen birçok kurum bu dönemde meydana çıkmaya başlamış, birçoklarının da düşünsel temelleri atılmıştır. Özetle ve kavramsal bir yaklaşımla, anayasalı, parlamentolu, meşrutiyetli, siyasal partili, basınlı, bakanlıklar ve yeni devlet daireleriyle modern idari yapılı, mühendishaneli, darülfünunlu, idadili, rüştiyeli, Galatasaray’ lı, Sanay-i Nefiseli, romanlı, mobilyalı, pantolonlu ve ceketli bir hayat tarzı ya da modernleşme programı 20. yüzyılda tomurcuklanmış ve Cumhuriyet dönemine yerleştirilmiştir. Genç Türkiye’ nin kurucuları eğitim, kültür, sanat ve bu alandaki kurumların bir bölümünü imparatorluktan devralmışlardır. Atatürk devrimlerinin ürünü olarak benimsemiş, kurumlaştırmış, geliştirip yeni ilaveler yapmış, modernleşmeye boyut ve çeşitlendirme kazandırmışlardır (Katoğlu, 2005).

Bu anlayış doğrultusunda belki de en önemli kültürel atılım projesi, bugünkü üst kültür oluşumunun ve eğitim esaslarının temelini oluşturan, laik uygulamalarla modern eğitim düzeninin geliştirilmesi olmuştur. Bu konuda yönetim, Maarif Şurası yardımıyla Milli Eğitim Bakanlığı’na bırakılmıştır. Cumhuriyet’ in ilanından sonra devrimlerin uygulanabilmesi için, saltanat ve hilafetin etkilerinin de silinmesi gerekmiştir. Bunun yanı sıra, Türkiye Cumhuriyeti’ nin temel ilkelerinden biri olan Halkçılık ve Halkçılığın doğal sonucu olan ulusal egemenlik, kültür ve sanat politikasının karakterini oluşturduğu gibi bu politikanın ülkenin her yerinde herkese uygulanan bir program olması hedeflenmiştir. Kültürel değişimin yaşanmasında en önemli unsur eğitimdir. Bu amaçla, Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretimin Birleştirilmesi Kanunu) çıkarılmıştır. 3 Mart 1924

tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu, öğretim ve eğitimin birliğini sağlamış, medreselerin kaldırılması esasını gerektirmiştir. Bunun bir yansıması olarak görülen ve

kültürel değişime hız kazandıran Arap harflerinin kaldırılıp yeni Türk harflerinin kabulüyle, dinsel kitaplar için bile olsa Arap ve Fars alfabesi yasaklanmıştır (W.3-www.sanatvebilgi.com). Nitekim Tevhid-i Tedrisat Kanunu’ na kadar, dil ve alfabe

konusu Tanzimat Dönemi’ nden Cumhuriyet’e, ciddi tartışmalara zemin olmuştur. Batı tarzında eğitim veren okulların açılmasıyla, Türkçe’ nin ilim dili olarak kullanılması, Arapça ve Farsça kelimelerden arındırılması konusu sık sık masaya yatırılmış, 1876’ da Kanun-i Esasi’ ye, "Osmanlı Devleti’ nin resmi dilinin Türkçe olduğu ve devlet

(21)

hizmetine girecekler için bu dilin bilinmesi gerektiği"ne dair ilk hüküm konulmuştur. Fakat bu, dil ve alfabe konusundaki tartışmaların sonunu getirememiş, sadece resmi düzeyde başlangıcı olmuştur. Dil konusundaki asıl sorunun, Türkçe’ ye uygun olmayan Arap Alfabesi’ ni kullanmaktan kaynaklandığı, dolayısıyla, alfabenin değiştirilmesi gerekliliği ve Latin Alfabesi’ nin alınması konusu gündeme gelmiştir. Fakat Türkçe’ nin ilim dili olması yolunda harcanan çabalar kısmen başarılı olmasına rağmen, aynı başarı alfabe konusunda sağlanamamıştır.

Cumhuriyet’ le birlikte tartışılmaya devam eden dil sorunu, aynı zamanda bir uygarlık değiştirme simgesi ve sorunu olarak da değerlendirilmiştir. Dil sorunu kapsamında, 1923–1928 yılları arasında yapılan, yabancı kökenli kelimelerin Türkçe’ den atılarak yerlerine yeni Türkçe karşılıklar koymak, dilde sadeleşmeye gitmek amacıyla “Harf Devrimi”, Türkçe’ yi yabancı dillerin egemenliğinden kurtarmak, yeni kavramları karşılayacak bir kültür dili yaratmak amacıyla da “Dil Devrimi”, iki ana nokta olarak belirlenebilir.

Daha sonra, 1 Kasım 1928’ de kabul edilen bir kanunla, Latin Alfabesi kabul edilmiş ardından Türkçe' nin sadeleştirilmesi için faaliyetlere girişilmiştir: Atatürk’ ün geliştirdiği Güneş-Dil Teorisi ve 1932’ de Türk Dil Kurumu'nun kurulması bu faaliyetler arasındadır. Sonrasında, dil konusunda bir cemiyet kurulması gündemde yer almıştır. Atatürk’ ün emri ile Birinci Türk Tarih Kongresi’ ni takiben 11 Temmuz 1932’ de Türk

Dili Tetkik Cemiyeti kurulmuş ve aynı yıl bir Türk Dil Kurultayı toplanmıştır. Atatürk’ ün tarih ve dil kurumlarına ilgisinin vasiyetine kadar girmesi bu konulara verdiği

önemin ciddi bir göstergesidir. Atatürk Türk Tarih ve Dil Kurumlarına vasiyetinde devamlılık arz eden gelirler bırakarak kurduğu bu müesseselerin yaşamasını ve faaliyetlerine devam etmesini istemiştir. Bütün bunlar birlikte değerlendirildiğinde, Cumhuriyet döneminde, milli bir dil yaratma endişesinin hâkim olduğu görülmektedir. Lakin Cumhuriyet’ in, Osmanlı geçmişi ile olan organik bağlarından birini, belki de en önemlisini, kopartması anlamına gelen bu girişim, ele alınan konu açısından radikal bir değişme olarak değerlendirilebilir (Acun,1999).

Laik Cumhuriyet idaresinin kurulmasıyla, mevzuat ve hukukun da bu çizgide düzenlenmesi ile toplumdaki çeşitli kurumların üzerinde yapılanacağı esaslar, eski usuller ve alışkanlıklara karşı alınacak tavır da böylece belirlenmiştir. 1925’ de kılık-kıyafet konusunda yapılan düzenlemeler, tekke ve zaviyelerin kaldırılması, 1925’ de uluslararası saat ve takvimin, 1931’ de ölçü ve ağırlık sisteminin ve 1934’ de soyadı kanununun

(22)

kabulü ve 1935’ de hafta tatilinin Cuma'dan, Cumartesi-Pazar gününe alınması, hep bu esaslar dâhilinde yapılan düzenlemelerdir. Bu düzenlemelerin en önemli özelliği, Osmanlı döneminde uygulanmakta olanların tamamen terk edilmesi, yerine çağdaş olanın konulmasıdır.

Kültürün değişik sahalarında uygulamaya konulan reform ve inkılâpların arasında toplum açısından şüphesiz en önemli olanı eğitim alanı olduğu belirtilmişti. Eğitim bütün çabaların ardından, din ile tümüyle ayrılmıştır. İlköğrenim, tüm çocuklar için zorunlu ve parasız hale getirilmiştir. Herkesin ortak eğitimden geçmesi için, din ayrımı gözetil-memiştir. 19. yüzyıldan kalma ilk, orta ve lise eğitim temeli korunmuş, bir süre sonra aralarında John Dewey de olmak üzere yabancı eğitim uzmanları Türkiye’ ye getirtilerek değişiklik önerileri alınmıştır. Yeni öğretmen yetiştirmek ve yeni okul yapmak için hazırlanan geniş kapsamlı programlar kısa sürede zorunlu ilköğretim idealini tüm ulus için erişilebilir bir gerçek haline getirmiştir. Ancak eskiden olduğu gibi uzak kırsal bölgelere yeterli sayıda öğretmen sağlama sorunu yine sürmüş ve bu sorun yüksek düzey eğitiminin yaygınlaşmasını kısıtlamıştır. Hükümetin çabalarıyla 1923 ile 1940 arasında okul sayısı 5.062’ den 11.041’ e, öğretmen sayısı yüzde 133 bir artışla 12.458’ den 28.298’ e, öğrenci sayısı yaklaşık yüzde 300 artışla 352.668’ den 1.050.159’a çıkmıştır. Okuryazarlık ağır da olsa yaygınlaşmıştır. 1927’ de nüfusun yalnızca yüzde 10,6’ sı (kadınların yüzde 4,7’ si, erkeklerin yüzde 17,4’ ü) okuryazar iken, 1940' da bu oran yalnızca yüzde 22,4’ e yükselmiştir (erkeklerin yüzde 33,9’ u, kadınların yüzde 11,2’ si). İstanbul milli ortalamanın çok üstünde olup kent halkının yarısı okuryazardır. Kentlilerle köylüler, kadınlarla erkekler arasındaki bu okuma yazma eşitsizliği sürmeye devam etmiş, pek az köy çocuğu gerek ailelerinin karşı koymasından gerekse de ekonomik durumlarından dolayı ilkokul düzeyinden yukarı çıkabilmiştir (J. Shaw; K. Shaw, 1983).

Eğitime verilen önem, 1921’ de Ankara’ da toplanan Maarif Kongresi kapsamındaki, Millî Eğitim Şuraları’ nın ilkleri olan 1923’ deki Birinci Heyeti İlmiye, 1924’ deki İkinci Heyeti İlmiye, 1925’ deki Üçüncü Heyeti İlmiye toplantılarının yapılması ile de ortaya çıkmaktadır. Müzeler, sanatsal ve kültürel zenginliklerin korunması, gelecek kuşaklara aktarılması, sanat ve kültür eğitiminde yararlanılması yönlerinden etkili kurumlar olmuş ve Cumhuriyet’ le birlikte önemsenir konuma gelmiştir. 1921’ de Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi, 1927’ de Ankara Etnografya Müzesi, 1937’ de İstanbul Resim Heykel Müzesi kurulmuş, 1935’ de Ayasofya Müzesi halka

(23)

açılmıştır. Ayrıca, eğitim araçları, öğretmen kitaplığı, okullarda yaptırılan öğrenci çalışmaları, eğitsel etkinlikleri gösteren fotoğrafları kapsayan Mektep Müzesi, 1926’ da Ankara’ da açılmıştır. Bu müze ile öğretmen ve öğrencilerin eğitim-öğretim konusunda bilgilendirilmeleri hedeflenmiştir. Bu amaçla, Cumhuriyet’ in 10. yılında “Seyyar Terbiye Sergisi” adıyla oluşturulan “Eğitim Sergis” bir tren katarı ile yurdu dolaştırılmıştır.

Eğitimin yaygınlaştırılması ve niteliğinin artırılması sürecinde Köy Enstitüleri’ nin de önemi büyüktür. Kırsal kesime yönelik eğitim uygulamasında uygun koşulların oluşmasını sağlamak amacıyla, 1936 yılında “Köy Eğitmeni Projesi” başlatılmıştır. Bu proje kapsamında, askerliğini onbaşı veya çavuş olarak yapan gençler, Ziraat Bakanlığı’nın işbirliğiyle, modern tarım tekniklerini uygulayan Mahmudiye Devlet Üretme Çiftliği’ nde yetiştirilerek halk ile kentliler arasındaki bozuk dengeyi eşitlemek ve köy halkına pratik bilgi vermek amacıyla köylere gönderilmiştir. Bu uygulama daha sonra kurulan Köy Enstitüleri ne geçişi kolaylaştırmıştır. 1937 ve 1939 yıllarında çıkarılan yasalarla köy eğitmeni yetiştirme deneyimi yaygınlaştırılmıştır. Sonrasında, 17 Nisan 1940’ ta “Köy Enstitüleri Yasası” çıkarılarak köy okullarında görev alacak olan öğretmenleri yetiştirmek üzere kent ve kasabalardan uzak, geniş arazisi bulunan uygun yerlerde Köy Enstitüleri kurulmaya başlanmış ve enstitülerin ilk resmî öğretim programı 1943 yılında yayımlanmıştır. Köy Enstitüleri sisteminin eğitimimize en büyük katkısı, o güne kadar yalnızca eğitim kitaplarında görülen, fakat geleneksel eğitimin etkisiyle, okula ve sınıflara giremeyen eğitim ilke ve yöntemlerini, doğanın içinde hayata geçirmek olmuştur. Bunların somut birer örneğini vermiştir. Buralarda binlerce öğretmen adayı, bunları bizzat yaşayarak öğrenmişler ve gittikleri okullara da bunları taşımışlardır. Köy Enstitülerinde kabul edilip uygulanan eğitim programlarının temelinde; üretim içinde eğitim-öğretim, beceriye ve işe dayalı eğitim ile gözlem, deney, araştırma, inceleme ve tartışmanın yer aldığı bir eğitim felsefesinin olduğu bilinmektedir. Bu felsefeden hareketle, Köy Enstitülerinin o günün Türkiye şartlarından doğduğu düşünülürse, dönemin özellikle kırsal kesimlerinde yapı, tarım, hayvancılık, ziraat vb. bilgisi yetersiz olduğu için, bu alanlarda kırsal kesim insanının daha iyi şartlarda yaşayabilecekleri, her alanda bilimsel bilgi birikiminin toplum hayatıyla birleştirilmesinde bu okul mezunlarının liderlik yapmaları beklenmiştir (W.4- www.meb.gov.tr).

Enstitülerin çevrelerine ve topluma birçok katkısı olmuştur. Öncelikle, eğitim hayatına bir dinamizm getirmişlerdir. Birçok yetenekli gencin ortaya çıkmasını sağlamışlardır. Çok sayıda ünlü sanatçı, yazar, eğitimci, politikacı, Köy Enstitüleri’ nin

(24)

ürünü olarak toplum hayatında sivrilmiş, Enstitüler kapandıktan sonra da uzun süre geldikleri kurumun meşalesini taşımış, sosyal hareketlerde yerlerini almışlardır. Fakat Köy Enstitüleri, yakın tarihin en hararetli tartışılan kültür projelerinden biridir. Olumlu ve olumsuz yargılar, önyargılar adeta kemikleşmiş, nesnellikten belli ölçüde uzaklaşmıştır. Karşı olanlar ne kadar suçlayıcı ise enstitü yandaşları da konuyu aynı ölçüde idealize etmişlerdir. Özetle, aşağı yukarı on yıl süren yaşam serüveninde olduğu kadar, varlıkları ortadan silindikten sonra da canlı, hatta sert tartışmaların odak noktası olmuşlardır. Üzerinde Köy Enstitüleri kadar çok yayın yapılan, toplantı düzenlenen bir başka eğitim-kültür sorunu görülmediği gibi, belki herhangi bir iktisadi projenin de bu kadar yankı uyandırmadığına rastlanmadığını söylemek yanlış değildir. Enstitülerin, sadece nüfusun büyük kısmını oluşturan köylü kitlesini modernleşme sürecine kazandırma hedefini taşımayıp aynı zamanda bir misyon kurumu olması, tartışmaların büyük boyutlarda olmasının nedenini göstermektedir (Katoğlu, 2005).

1929’da inkılâpların halka mal edilmesi, derinleştirilmesi ve halkın eğitilmesi için herkesin rahatlıkla çalışmalara katılabileceği yaygın bir teşkilat olan, halka yeni harflerle okuma-yazma öğretecek yaygın eğitim kurumu olarak Millet Mektepleri açılmıştır. Fakat bu kurumlardan pedagojik anlamda istenilen verim alınamamış, 1930-1932 yılları arasında Türk Ocakları’ nda gerçekleştirilen çalışmalar Halkevlerinin açılma düşüncesinin zeminini hazırlamıştır. 1930’ lu yılların sonunda ortaya çıkmaya ve şekillenmeye başlayan Halkevlerinin resmî açılışı 19 Şubat 1932’ de yapılmıştır. Genç Türkiye’ nin kültür atılımları, laikleşme ve Batılılaşma politikaları içinde Halkevleri özgün yapılarıyla başlı başına bir yer tutmuştur.

Cumhuriyetin ilânından sonra kültürel alanda yapılan inkılâpların halk tarafından tam olarak benimsenmediğini gösteren olayların yaşanması, Halkevleri’ nin açılmasını tetikleyen etkenlerden biri olmuştur. Bu yolla toplum, sanat ve eğitim kurumlarının daha tam olarak örgütlenemediği yıllarda, etkinlikler yardımıyla yönünü bulmuş, değişme olanaklarına kavuşmuştur. Köyle şehir arasındaki kültürel ve ekonomik farklılıkları gidermek, halkı modern bir zihniyetle yetiştirmek, yeni rejim için tehdit unsuru olabilecek bazı düşüncelerin gelişme olanağı bulduğu çeşitli sivil toplum örgütlerini kontrol altında tutmak gibi hususları da halkevlerinin kuruluş sebepleri arasında saymak mümkündür.

Türkiye genelinde faydalı çalışmalar yapmasına rağmen, tipik bir tek parti dönemi kuruluşu olan Halkevlerinin durumu II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte sarsılmaya başlamıştır. 7 Ocak 1946’ da Demokrat Partinin faaliyete başlaması, halkevi

(25)

çalışmalarında önemli bir gerilemeye yol açmış, CHP yetkililerinin de bu kurumları partinin bir yan kuruluşu gibi görerek elden çıkarmak istememeleri veya bağımsız bir kuruluş haline getirmede isteksiz davranmaları ise aydınlanma ocakları olarak tabir edilen Halkevlerinin kapanmasına yol açmıştır. Daha sonra, 1960, 27 Mayıs devrimine kadar kapalı olan Halkevleri, 1961 yılında “Türk Kültür Ocakları” adı altında 1980’ e kadar yeniden faaliyete başlayacak, 12 Eylül darbesi bu kuruluşlara ikinci darbeyi vuracaktır.

Yükseköğretim düzeyinde de Tanzimat’ ın başlattığı hareket korunmuş, bu kurumlar yabancı uzman ve öğretmenlerin yardımlarıyla modernleştirilmiştir. Dar-ül Fünun, 1933 yılında Üniversite Reformu ile İstanbul Üniversitesi’ ne dönüştürülmüştür. Ancak bu süreç içinde Milli Eğitim Bakanlığı denetimi ele geçirmiş, eski öğretim üyeleri yerine mülteci Alman profesörleri getirilmiştir. Eğitim düzeyi yükseltilmişse de ileriki yıllarda daha fazla hükümet müdahalesinin temeli atılmıştır. 1936’ da yeni Ankara Üniversitesi’ nin çekirdeği olarak Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi açılmıştır. İstanbul’ un eski Mekteb-i Mülkiye’si, Siyasal Bilgiler Okulu olarak yeniden düzenlenip Ankara’ ya taşınırken, Mesleki, teknik ve öğretmen okullarının sayısı çoğaltılıp, teknik akademiler açılmış, Harp Akademisi Ankara’ ya taşınmıştır. 1923 İle 1940 arasında fakülte ve teknik okulların sayısı 9’ dan 20’ ye, öğretim elemanları 328’ den 1.113’ e, öğrencileri de 2.914’ ten 12.147’ ye çıkmıştır. Bütün bu oluşumlar yeterliymiş gibi görünmese de toplum düzeyinde hızlı bir gelişim ve değişime sebep olmuştur (J. Shaw; K. Shaw, 1983).

Türkiye’ de üniversitelerin gelişiminde ikinci büyük aşama ve düzenleme 1946 yılında çıkartılan Üniversiteler Kanunu’ dur. Bu kanun yalnız İstanbul Üniversitesi için değil, genel bir kanundur. Kanunun 1. maddesinde; “üniversiteler, fakültelerden, enstitü, okul ve bilimsel kurumlardan oluşmuş, özerkliği ve tüzel kişiliği olan yüksek bilim, araştırma ve öğretim birlikleridir” ifadesi yer alır. Kısaca, özerklik, bu defa kanunla ve ağırlıkla üniversite kavramının bir parçası kılınmıştır (Katoğlu, 2005).

1940-1950 arası dönem, İkinci Dünya Savaşı’ nın ki bu savaşa doğrudan katılınmamakla beraber, olumsuz etkilerinin büyük ölçüde yaşandığı bir dönem olarak dikkati çekmektedir. Dolayısıyla, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik sorunlara çözüm bulunması zorunluluğu da yönetimin gündemini meşgul etmiştir. Bu amaçla, 1940 yılında, hükümete ekonomiyi yeniden düzenlemesi için o zamana dek görülmemiş ölçüde geniş yetkiler ve olanaklar sağlayan Milli Koruma Kanunu kabul edilmiştir. Dönem hükümetince uygulanan önlemler fiyatların nispeten daha az yükselmesine katkıda

(26)

bulunmuşsa da, ekonomik sorunların toplumun günlük yaşamını etkilemesini önleyememiştir. Bir sonraki hükümet döneminde, önceki önlemlerden vazgeçilip devlet müdahalesi ve denetimi bir ölçüde kaldırılınca, amaçlanan mal yokluğunda karaborsanın önüne geçilme fikri, fiyatların beklenmedik ölçüde yükselmesi ve karaborsanın devam etmesiyle gerçekleşmekten uzak kalmıştır. Savaş yıllarının ağır koşuları toplumu ezerken, bu durumdan büyük kazançlar sağlayanlar da olmuştur. Gelir dağılımının yeniden düzenlenmesi, sosyal adaletin sağlanması ve yüksek kazanç sahibi olanlardan vergi alınabilmesi için yeni önlemler düşünülmüştür. Buna göre, kentlerdeki çoğunu gayrimüslim azınlıkların oluşturduğu “savaş zenginleri” nden Varlık Vergisi ile kırsal kesimdeki zenginlerden ise zirai gelirlerinin Toprak Mahsulleri Vergisi ile vergilendirilmesi kararı alınmıştır (Koçak, 2005).

Bu dönem ayrıca Türkiye’ de çok partili siyasal sisteme geçiş olgusunu içermesi bakımından da yeni bir siyasal yapılanmanın koşullarını yaratmıştır. II. Dünya Savaşı’ nda İtalya, Almanya ve Japonya’ nın yenilmesiyle totaliter rejimler sona ermiştir. Demokratikleşme ve ekonomide liberalleşme tutulan bir olgu haline gelmiş, totaliter rejimler Batı’ya güven vermemeye başlamıştır. Bununla birlikte Türkiye üzerinde özellikle Boğazlar ve Doğu Anadolu ile ilgili talepleri nedeniyle Sovyet Rusya bir tehdit halinde iken, Batı ile ilişkileri geliştirmek için çok partili hayata geçilmek zorunda kalınmıştır. Bu bir anlamda, savaş sonrasından günümüze dek süren “demokrasi patlaması” ydı. CHP’ nin istediği Serbest Cumhuriyet Fırkası’ nın kurulusunda olduğu gibi güdümlü, iktidara alternatif olmayan göstermelik bir partinin kurulması olmuştur. Adnan Menderes, Celal Bayar, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan tarafından demokratikleşme taleplerini içeren bir önergenin CHP meclis grubunca reddedilmesi üzerine, 7 Ocak 1946 tarihinde önerge sahiplerince Demokrat Parti kurulmuştur. İdeolojik olarak CHP’ den farklı olmayan yeni parti, daha az merkeziyetçi ve daha az bürokratik bir devlet öngörüyordu. 1940 tarihli Milli Koruma Kanunu (iktidara fiyat ve arazi belirleme, halkı zorunlu çalıştırma yetkisi veriyordu), 1942 tarihli Varlık Vergisi ve Milli Mücadele için konulmuş ve 1925’ te kaldırılmış olan Ayniyat Vergisinin 1943’ te tarım ürünlerine yeniden getirilmesi şeklinde alınan ekonomik tedbirler halkı zor durumda bırakmıştır. CHP bürokrasisinin halkı baskı altına alan uygulamaları nedeniyle de halk DP’ ye yönelmiştir. Ayrıca, tarihe “usulsüz seçim” olarak geçecek 1946 genel seçimlerinde DP, CHP’ yi ve yönetimi seçimlere hile ve baskı karıştırdığı gerekçesiyle suçlamıştır. CHP

(27)

dört yıl daha iktidarda kalmayı başarmış ama DP’ nin ileriki yıllarda üye sayısını yükseltmesine olanak vererek, seçimlerde kazançlı çıkmalarını sağlamıştır (Demir, 1999).

Çok partili dönemde, DP’ nin yönetime gelmesiyle anlam kazanan ve kesintilerle sürdürülen çok partili dönem, büyük toprak ve ticaret çıkarlarının iktidar üzerindeki nüfuzunu artırmış, genel oy ve parti rekabeti, işçi-köylü kitlesine karşı iktidarların tutumunu değiştirmiştir. Politikacıların taviz veren bir duruma geldiği ve Türk burjuvazisinin gelişmesine sebep olan bu dönem, güçsüz kalmış bir burjuvaziye dayanarak kalkınma zorunluluğunu da beraberinde getirmiştir.

II. Dünya Savaşı, müttefiklerin galibiyetiyle sonuçlanmış olsa da galipler da dâhil olmak üzere bütün Avrupa devletleri büyük yıkıma uğramıştır. Kuvvetler dengesi bozulmuş savaş sonunda, Amerika ve SSCB iki büyük güç olarak ortaya çıkmıştır. Bu iki güç dünyanın yeniden düzenlenmesi konusunda anlaşmazlığa düşmüşlerdir. San Francisko Konferansı’ ndan itibaren başlayan ve Potsdam Konferansı’ nda su yüzüne çıkan anlaşmazlıklar, 1946 yılında iyice artmıştır. Bu gelişmeler, dünyada “Soğuk Savaş” denilen ve 1990’ lara kadar sürecek olan yeni bir dönemin başlamasına neden olmuştur. Bu dönem Türk dış politikasının en belirgin özelliği ABD ile kurulan yakın ilişki olmuştur. Bunun en önemli nedenleri, 1945’ ten itibaren Türkiye’ ye yönelen Sovyet bloğu tehdidine karşı duyulan endişe ve savaş sonrası yaşanan ekonomik sıkıntılardır. Tabiî ki yüzünü batıya dönmüş Türkiye için, Batı’ nın yanında yer almanın önemi de belirtmelidir. Fakat sayılan nedenlerin, Atatürk’ ün Batılılaşma anlayışıyla örtüşmediği açıktır. Çünkü Batılılaşma esas itibariyle çağdaşlaşma amacına yöneliktir. Batı ile siyasi, ekonomik ve askeri bütünleşme değil, Batıya rağmen Batılılaşma hareketi olmalıdır (Torun, 2002).

Osmanlı’ dan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişteki değişim ve çabalarını izlemek için başta kültür, hukuk, siyasi rejim olmak üzere, toplumu oluşturan nüfus ve toplumu var eden toprak alanlarında yapılan reform ve inkılâplar incelenmiştir. 1950’ lere kadar Osmanlı'dan devir alınan toprak ve nüfus üzerinde yeni ve modern bir devlet inşaa etmek gayesiyle siyasi rejim, hukuk ve kültürün çeşitli sahalarında geniş çaplı ve köklü uygulamalarla Türkiye Cumhuriyeti adı altında çağdaşlaşma ve batılılaşma yolunda önemli değişimler gerçekleştirilmiştir. Kısa dönemde bakıldığında “radikal” olarak nitelendirilen değişimlerin, uzun dönemde bakıldığında, Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayan yenileşme ve modernleşme çabalarının Cumhuriyet döneminde güçlenerek devam eden uzantıları olduğu görülmektedir. Bu dönem, bütün özellikleri ile uluslararası

Referanslar

Benzer Belgeler

Until the entry into force of the LFIP in 2014, the migration and asylum regime of Turkey, laid down by these legislations and the Convention with its updating Protocol had three

Ülkemizde yapılan bir çalışmada, tüberkülozlu bireylerin orta düzeyde damgalama yaşadığı ve ilkokul mezunu ve ekonomik durumu orta olanların ise aile/arkadaş

由於青少年時值發育階段,不適宜使用過度激烈的減肥手段,過度限制患者攝取飲食將可

Ana kitleden çok eski zamanlarda ayrıldığı için günümüz Saha Tûrkleri lehçesinde ve folklorunda eski Türk dili ve folklorunun birçok özelliği ve örneği

The presence of local initiatives that will directly contribute to the tourism supply is also important in terms of increasing tourism awareness and ownership in the region..

Yeryüzünden buharlaşarak atmosfere çıkan sular yoğunlaşarak tekrar yeryüzüne dönerler. Çevre kirlenmesi denilince genellikle hava, su ve toprağın

Tasarlanan sistemde uzmanla birlikte belirlenen giriĢ parametreleri hemoglobin (Hb) miktarı, Ortalama Eritrosit Hacmi (MCV), Serum Demiri (SD), TDBK (Total Demir

Tezde Selçuk Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü 2014 - 2015 Eğitim - Öğretim Yılı öğretim planındaki Algoritmalar dersinin