• Sonuç bulunamadı

Klasik dönem Osmanlı Tarihi çalışmalarında Max Weber etkisi

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Klasik dönem Osmanlı Tarihi çalışmalarında Max Weber etkisi"

Copied!
24
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Klasik Dönem Osmanlı Tarihi

Çalışmalarında Max Weber Etkisi

E rd e m S ö n m e z*

Öz

Bu makalede genel olarak Türkiye’deki tarihyazımı, özel olarak da klasik dönem Osmanlı tarihçili-ği üzerindeki Max Weber etkisi sorunsallaştırılacaktır. Liberal-muhafazakâr entelektüeller tarafından yakın dönem Türkiye tarihini okumakta kullanılan Weberyen model, söz konusu entelektüellerle aralarında geniş politik mesafe bulunan Osmanlı tarihçileri tarafından da, partikülarist yaklaşımla-rını kamufle etmesi işleviyle İmparatorluğun klasik dönemini açıklamak için bir analiz aracı olarak kullanılır. Böylelikle de Osmanlı tarihçiliğinin kurucu özneleri tarafından, bu öznelerin bağlı oldukları paradigmanın yıkılması gerektiğini vurgulayan liberal-muhafazakâr entelijansiyanın yakın dönem Türkiye tarihine yönelik okumasına, Osmanlı tarihinde uygun bir arka plan kazandırılır. Oysa hem yakın dönem Türkiye tarihine hem de klasik dönem Osmanlı tarihine ilişkin Weberyen model, esa-sında çarpık ve bağlamından kopartılmış bir Weber okumasının ürünüdür.

Anahtar Kelimeler: Tarihyazımı, Osmanlı tarihi çalışmaları, Max Weber, patrimonyalizm, partikülarizm.

A b s t ra c t

M a x We b e r ’s I n f l u e n ce u p o n t h e Wo r k s o n O t t o m a n C l a s s i ca l Ag e In this study, I seek to analyze the historiography in Turkey in general and Max Weber’s influence upon the works on Ottoman Classical Age in particular. The Weberian model has been used by liberal-conservative intellectuals to understand the history of modern Turkey. On the other hand, Ottomanists whose political positions are quite different from liberal-conservative intellectuals and who studies the Classical Age of the Empire also use the same model as an analytical tool to hide their particularistic approach. Thus, Ottomanists prepare a certain background on the Ottoman history for the thesis on the history of modern Turkey which had been defended by liberal-conser-vative intellectuals. I also argue in this paper that the Weberian model which has been used both by Ottomanists and liberal-conservative intellectuals is a result of a decontextualised Weber reading.

Keywords: Historiography, Ottoman Studies, Max Weber, patrimonialism, particularism

(2)

Çağlar Keyder bir çalışmasında, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinin tarihinin yazılmasının bir tür ideolojik savaş alanı olduğunu kaydeder (2005: 21). Söz konusu önerme, herhalde hiçbir zaman, hegemonyasını iyiden iyiye güçlendi-ren liberal-muhafazakâr entelijansiyanın1 yakın dönem Türkiye tarihini yeniden kurmaya giriştiği son yıllar için geçerli olduğu kadar geçerli olmamıştı. Türkiye tarihinin liberal-muhafazakâr bir perspektiften yeniden yazılması süreci, başta akademya olmak üzere, çeşitli mecralarda bir tür el çabukluğuyla ilerliyor. Kuş-kusuz rövanşizmin sebep olduğu kimi zorlamalarla birlikte: Sevan Nişanyan’ın Yanlış Cumhuriyet (2008) ve Mümtaz’er Türköne’nin 68 Kuşağı (2008) adlı ki-tapları bu karikatürize anlatımların kristalize olmuş haline ilk elden verilebilecek örnekler. Ancak söz konusu uç örneklere rağmen, yakın dönem Türkiye tarihine ilişkin liberal-muhafazakâr okumanın yaygın kabul görmeye başladığını söylemek mümkündür.

Temeli “86 yıllık statüko”nun her dönem sınıfl ar üstü kalabilen “bir avuç bü-rokrat tarafından” sürdürüldüğü eksenine oturan liberal-muhafazakâr perspek-tif, kısa sürede, Osmanlı çalışmaları alanında üzerinde serpilebileceği elverişli ve umulmadık bir zemini keşfetti. Bu zemin umulmadıktı; çünkü bu zemini yaratan Osmanlı tarihçiliğinin kurucu özneleri, tam da liberal-muhafazakâr entelijansiya-nın yıkılması gerektiğini vurguladığı “86 yıllık statüko”nun ideolojisini benim-sediğini söyleyen, “liberal” ya da “devletçi”, “milliyetçi”, “militan” veya “rafine”2 fakat önünde sonunda 1920-1923 paradigmasına ya da onun çeşitli varyantlarına bağlı ve dolayısıyla Özal dönemiyle şekillenen liberal-muhafazakâr entelijansiyay-la araentelijansiyay-larında çoğu bakımdan ciddi mesafe bulunan isimlerdi.3 Öte yandan, Os-manlı tarihçiliğinin kurucularının temellerini atıp inşa ettikleri ve takipçilerinin kabalaştırıp dondurdukları yapı, aynı zamanda yakın dönem Türkiye tarihine iliş-kin liberal-muhafazakâr tezlere son derece elverişli imkânlar sunuyordu. Çünkü Osmanlı tarihçiliğinde Osmanlı klasik dönemine ilişkin çizilen merkezi-mutlak otorite ile bu otoriteye itaatle yükümlü reayadan oluşan model; tam da liberal-muhafazakâr entelijansiyanın yakın dönem Türkiye tarihini üzerinden kurguladığı “merkez-çevre”, “asker/sivil bürokratik elitler-mütedeyyin ve muhafazakâr halk kit-leleri” karşıtlıklarına, Osmanlı tarihinde uygun bir arka plan kazandırarak, liberal-muhafazakâr perspektife süreklilik iddiası kazandırmaktaydı. Bunun yanında, Osmanlı tarihçiliğinin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki toprak düzeninin ve üretim 1 Liberal-muhafazakâr entelijansiyanın Özal dönemiyle birlikte oluşumu ve şekillenişi için bkz. Sönmez (2010a: 358-368). Söz konusu kesimin günümüz siyasetinde oynadıkları rol için bkz. (Develioğlu, 2010). Liberal-muhafazakâr entelektüel-lerin Türkiye solundan aldığı destek ve dolayısıyla sol kanadı için bkz. (Hülagü, 2010).

2 Türkiye’deki akademik tarihçiliğe ilişkin tırnak içindeki ifadeler Halil Berktay’a ait (1991).

3 Akademik tarihçiliğin kurucu öznelerinin politik konumlanışlarını yansıtan belki de en çarpıcı satırları Ömer Lütfi Barkan kaleme almıştır. “Son zamanlarda, siyasi, ekonomik, o kadar tesirlerin şiddeti karşısında bile, şayanı hayret veren bir ha-yatiyet eseri göstermiş olan bu imparatorluğun, herhalde şayanı tetkik bir oluş ve teşkilatı, onu kuran Türk ırkının hayat kaynaklarının gürlüğünü, devlet kurmak ve kendisine mahsus nizam yaratmak hususundaki yüksek kabiliyetlerini göz kamaştıracak bir şekilde gösteren tarafl arı mevcuttur.” (1980a: 728).

(3)

biçiminin biricikliğine ilişkin ısrarlı vurgusu da, liberal-muhafazakâr entelektüel-lerin Türkiye’nin nevi şahsına münhasır bir ülke olduğu, Batılı anlamda sınıfl arın hiçbir zaman var olmadığı ve dolayısıyla Türkiye özelinde toplumsal sınıfl arın bü-rokrasinin güdümünde olduğu türünden tezlerine tarihsellik sağlamaktaydı.

Sözü edilen ilişkiyi biraz daha açmak gerekirse, liberal-muhafazakâr tezlere göre Türkiye, kendine özgü ve dolayısıyla Batı’dan farklı bir ülkedir. Yakın dönem Türkiye tarihi, devletin toplumu baskı altında tuttuğu, devletin gücü ve “resmi ideoloji” Kemalizmin kuşatıcılığı nedeniyle sivil toplumun ve piyasa ilişkilerinin gelişmediği, muhafazakâr halk kitlelerinin siyasal ve kamusal alanlardan dışlan-dığı, halkın değerlerine yabancı bir avuç Kemalist, Batıcı, jakoben yönetici seçkin tarafından askeri-bürokratik vesayet rejimiyle yönetilen bir ülkenin tarihidir. Ve söz konusu rejim, bu coğrafya özelinde tarihseldir. Cumhuriyet elitleri tarafından tevarüs edilen rejimin başlıca tarihsel kaynağı, Osmanlı İmparatorluğu’nun klasik döneminde en olgun ve kurumsallaşmış haline ulaşan patrimonyalizm ve bürok-ratik gelenektir. Öyle ki, yakın dönem Türkiye tarihinin asker-sivil bürokrasisi-nin kökü, Osmanlı klasik dönemibürokrasisi-nin devşirme kökenli devlet ricalidir. 20. yüzyıl Türkiyesi’nin tüm sınıfl ardan bağımsız, kendi çıkarları devletin çıkarlarıyla özdeş olan, öz bilinç sahibi “merkez”inin kökü; Osmanlı klasik döneminin yetkisi mut-lak sultanı ve sultana mutmut-lak itaatle bağlı, içsel çatışmaları minimuma indirilmiş divan-ı hümayunudur. 20. yüzyıl Türkiyesi’nin tüm kesimlerinin ortak çıkarlara sa-hip, “merkez”e karşı bir araya gelmiş “çevre”sinin kökü; Osmanlı klasik döneminin toplumsal çelişkilerden arındırılmış, neredeyse sömürüden azade reayasıdır. Öte yandan, 20. yüzyıl Türkiyesi’nin kendine özgü olması gibi, klasik dönem Osmanlı İmparatorluğu da nevi şahsına münhasırdır. 20. yüzyıl Türkiyesi ne kadar Batı’dan farklıysa; Osmanlı klasik dönemi de feodal olmamasından dolayı Batı’dan o derece farklıdır. Yakın dönem Türkiye tarihinde de, klasik dönem Osmanlı tarihinde de, değişimi yönlendirenler, Batı’daki gibi toplumsal gruplar değil, bürokratlardır. Ve bu yapısal nedenlerden ötürü 20. yüzyıl Türkiyesi’nde de klasik dönem Osmanlı İmparatorluğu’nda da toplum devleti değil, devlet toplumu belirler.4

Peki, klasik dönem Osmanlı İmparatorluğu ve yakın dönem Türkiye tarihine ilişkin yukarıda ana hatları verilen anlatıların, anlatıyı kuran özneler arasındaki po-litik-ideolojik azımsanmayacak mesafeye rağmen, paralelliği nereden kaynaklanıyor? 4 Osmanlı-Türkiye tarihine yönelik söz konusu çerçeveyi veya bu çerçevenin çeşitli varyantlarını benimseyenler,

liberal-muhafazakâr entelijansiya ve klasik dönem Osmanlı tarihi üzerine çalışan akademik tarihçilerle sınırlı değil şüphesiz. Burada kabaca özetlenmeye çalışılan okumayla bazı farkları olmakla birlikte, hem Osmanlı klasik dönemine ve hem de yakın dönem Türkiye tarihine ilişkin farklı çevrelerden benzer sonuçlara varan isimleri örnek göstermek mümkün. Örneğin, 1960’lı yıllardaki Osmanlı üretim biçimi tartışmalarında Asya Tipi Üretim Tarzı tezini savunan kesimin “kerim devlet” yaklaşımını benimseyen isimleriyle, Osmanlı tarihçiliğinin kurucularının klasik dönem Osmanlı tarihine bakışları arada bazı farklar bulunmakla beraber benzerdir. Ya da İdris Küçükömer’in, 1960’lı yılların yükselen sol dalgasından nemalanmak için kendisini “ortanın solu”nda ilan eden CHP’nin önünü kesebilmek adına yazdığı Düzenin Yabancı-laşması’ndaki tezlerle (1969), liberal-muhafazakâr entelijansiyanın yakın dönem Türkiye tarihini okuyuşlarının büyük oranda paralel olduğunu söylemek mümkündür. Ancak, bu makale kendisini genelde akademik tarihçiliğin özelde de klasik dönem Osmanlı tarihi çalışmalarındaki Weber etkisinin analiziyle sınırlandırdığı için, bu yazıda Osmanlı-Türkiye tarihine ilişkin çizilen hattı veya bunun türevlerini benimseyen her ismin çalışmalarının analizine girişilmeyecektir.

(4)

Klasik dönem Osmanlı tarihinin kendine özgülüğü bağlamında, ilk zikredilmesi gereken nokta, şüphesiz, 1930’ların sonlarında ve 1940’larda düzenin konsolidasyo-nuyla birlikte Türkiye’deki akademik tarihçilikte gelişen partikülarizmdir (Berktay, 1983a; 1983b; Özel, 2009a: 27; Sümer, 2010: 74). Bunun üzerine hem daha önce çokça duruldu; hem de Osmanlı tarihçiliğinin kuramsal kaynakları açısından sözü edilen husus, tek başına yeterince açıklayıcı değil. Bu bağlamda, liberal-muhafazakâr entelijansiya ile 1920-1923 paradigmasına bağlı Osmanlı tarihçilerinin aralarındaki geniş politik açıya rağmen, Osmanlı-Türkiye tarihini okuyuşlarına ilişkin paralel-liklerinde beslendikleri ortak bir epistemolojik kaynak çok daha belirleyicidir: Max Weber tarafından geliştirilen geleneksel otorite ve patrimonyalizm kavramları.5

Bu tespitten hareketle, bu makalede, klasik dönem Osmanlı tarihi çalışmaları üzerindeki Weber etkisi sorunsallaştırılacaktır. Bu amaç doğrultusunda ilk olarak, Weber’in geleneksel otorite ve patrimonyalizm kavramları kısaca açıklanacaktır. Sonrasında, Weber’in modelinin, klasik dönem Osmanlı tarihçiliğiyle olan para-lellikleri, Osmanlı tarihçiliğinin en seçkin ve önemli iki ismi olan Ömer Lütfi Bar-kan ve Halil İnalcık’ın çalışmaları üzerinden gösterilmeye çalışılacaktır.6 Ardından hem klasik dönem Osmanlı tarihini hem de yakın dönem Türkiye tarihini açıkla-makta kullanılan Weberyen modelin, esasında çarpık ve bağlamından kopartılmış bir Weber okumasının ürünü olduğu savunulacaktır. Ve son olarak, Anglo-Ame-rikan ve onu takiben Türkiye akademilerinde Weber’e neden yönelindiğine ilişkin notlarla yazı sonlandırılacaktır.

M a x We b e r ’i n G e l e n e k s e l O t o r i t e ve Pat r i m o ny a l i z m K av ra m s a l l a ş t ı r m a s ı

Weber’e göre, tarihsel ve toplumsal gerçeklik göz önüne alındığında bütün si-yasal egemenlik biçimlerini üç “ideal tip” altında incelemek mümkündür: Akılcı, geleneksel ve karizmatik egemenlik/otorite. Bu sınıfl andırmada, kadimden gelen kural ve erklerin kutsallığını öne sürerek meşruiyet iddiasında bulunan otorite tü-5 Bu makalede, liberal-muhafazakâr entelijansiya ve 1920-1923 paradigmasına bağlı Osmanlı tarihçileri olarak kodlanan

birbirinden oldukça farklı iki kesimin belki de tek ortak özellikleri, beslendiklerini iddia ettikleri epistemolojik kaynak olan Weberyen yaklaşımdır. Prosopografi leri, formasyonları, yetiştikleri kültür iklimi, hayata bakışları, sosyal bilimleri algılayışları ve politik konumlanışları neredeyse taban tabana zıt olan bu iki kesim arasındaki yegâne ortaklık Weberyen analize atfettikleri önemdir. Öte yandan, herhangi bir yanlış anlamayı önlemek için bir uyarıda bulunmak gerekiyor. Makalenin bütününden de anlaşılacağı gibi, “beslendikleri epistemolojik kaynak” ifadesiyle klasik dönem üzerine çalı-şan Osmanlı tarihçilerinin Weber’i özümsediklerini ve Weber’in geliştirdiği kavramlar üzerinden bilinçli olarak Osmanlı tarihine ilişkin bir model inşa ettiklerini kastetmiyorum. Weberyen yaklaşım, Osmanlı tarihçiliğinin veya bir başka kesi-min benimsemesinden, etkilenmesinden bağımsız olarak bir epistemolojik kaynaktır.

6 Barkan ve İnalcık’ın özellikle tercih edilmesinin birkaç sebebi var. İlk sebep, söz konusu iki ismin, Fuad Köprülü ve Mus-tafa Akdağ dışarıda bırakılacak olunursa, Osmanlı tarihçiliğinin “kurucu babaları” olmalarıdır. İkinci sebep, yine Köprülü ve Akdağ dışarıda bırakılacak olunursa, Barkan ve İnalcık’ın çalışmalarının, 1980’lere kadarki Osmanlı tarihçiliğinin ana eksenini oluşturmasından kaynaklanır. Bir diğer sebep, Barkan ve İnalcık’ın Osmanlı tarihçiliğine yaptıkları katkıların ne-redeyse Türkiye’deki diğer Ottomanistlerle karşılaştırılmayacak düzeyde ve verimde olmasıdır. Hal böyleyken, bu kısa makalede, Weber etkisinin analizini akademik tarihçiliğin en seçkin iki ismiyle sınırlandırmakta bir sakınca görmedim. Öte yandan, İnalcık ve Barkan’ın klasik dönem Osmanlı tarihini okuyuşları çok büyük ölçüde benzer olduğu için ve bu iki ismin takipçilerinin, öncüllerinin oluşturdukları modele bağlılığı nedeniyle, 1920-1923 paradigmasına bağlı klasik dönem Osmanlı tarihçileri arasında herhangi bir tasnife bu çalışma bağlamında gitmeye gerek görmüyorum.

(5)

rüne geleneksel otorite denir (Weber, 1964: 341). Geleneksel otorite türünde erk sa-hibinin, yani şefin, kişisel araçları durumundaki bir idari ve askeri güç oluşturması durumunda, patrimonyalizm ortaya çıkar. Patrimonyalizmin ana desteğini köleler, paralı koruyucular ve ordular oluşturur. Sözü edilen araçları elinde bulunduran şef, gücünün sınırlarını zaman zaman genişletebilmekte ve geleneksel sınırlamaları aşa-bilmektedir (Weber, 1964: 347). Weber’in ayrımında Osmanlı İmparatorluğu’nun yeri, genel olarak, meşruiyetin ve otoritenin geleneksel kaynaklara dayandığı ka-tegoride; özel olarak da patrimonyal tarzda yönetilen yapılar arasındadır (Weber, 1978a: 231-232).

Weber’in modeline göre patrimonyalizmde, erki elinde bulunduran kişi “üst” değil; kişisel efendidir. Dolayısıyla, efendinin yönetsel memurları “resmi görevli” değil; kişisel hizmetçi, bir başka deyişle kul konumundadır (Weber, 1964: 341). Bu modelde patrimonyal şef, teveccühüne nail olmayı bekleyen kullarına bağışlarda bulunabilmekte veya onları cezalandırabilmektedir (Weber, 1964: 345). Kullara hazineden yapılan ödemeler, hizmet karşılığı toprak kullanım hakkı tanınması, mülk ve vergi veya resim gelirlerinin tahsis edilmesi gibi yöntemler, patrimonyal şefin kullarına karşı en sık başvurduğu destekleme yöntemleridir (Weber, 1964: 351). Toplumdaki herkesin hükümdara mutlak itaatinin şart olduğu bu yapıda, hü-kümdar da gelenekle bağlanmıştır. Dolayısıyla, geleneksel otorite kategorisindeki bir toplumda, hükümdar geleneklere uymak durumundadır. Ancak patrimonya-lizmde şef, gelenekle sınırlanmış gibi görünse de, gerçekte kendisine bağlı askeri ve idari araçları sayesinde geleneksel sınırlamalardan özerklik kazanabilmektedir. Fakat yine de meşruiyetinin sürekliliği açısından yönetilenleri geleneklere uydu-ğuna inandırmak durumundadır (Weber, 1964: 342-347). Buradan hareketle, söz konusu kategorideki toplumlarda istikrarın ve kadimi sürdürmenin esas olduğu belirtilmelidir. Dolayısıyla, Weber’in modelinde, bu toplumların, değişime olanak vermeyen bir kurumsal yapıya sahip oldukları da söylenebilir.

Öte yandan sözü edilen kurumsal yapı, kişiye bağlı olmayan, rasyonel temelli bir hiyerarşi ve düzenli terfi ilkelerine dayalı bir görevlendirme sistemine sahip olunmaması gibi bir takım idari özellikleri beraberinde getirir (Weber, 1964: 343-347). 19. yüzyıl Batı bürokrasilerinin, çağdaşı olan veya geçmişteki toplumların değerlendirilmesinde nirengi noktası olarak kullanılmasının metodolojik sorunları paranteze alınacak olunursa;7 patrimonyalizme ilişkin birtakım ekonomik özel-liklerden de bahsedilebilinir. Bu ekonomik özelliklere birkaç örnek vermek gere-kirse, patrimonyal şef ve yönetici kadronun iktisadi kaynaklar üzerindeki mutlak hâkimiyetleri ilk başta sayılması gereken niteliktir. Dolayısıyla, mülkiyet ilişkileri bakımından patrimonyalizm, iktidarın ve mülkiyetin mutlak olarak hükümdarın elinde toplanması ve devletin sosyo-ekonomik ilişkilerin belirleyicisi olması anla-mına gelmektedir (Dinler, 2003: 20). Ayrıca, “özgür emeğin ussal örgütlenişinin 7 Fatma Müge Göçek de çalışmasında bu noktaya dikkat çeker. Bkz. (1999: 31).

(6)

söz konusu olmaması” ve servet birikiminin pazar ilişkilerinden ziyade vergi gelir-lerine dayanması, sözü edilen ekonomik özelliklere verilebilecek diğer örneklerdir (Weber, 1964: 354-358; 1978a: 238-253; 1978b: 1008, 1092, 1106-1108). Kısacası, Weber’in formülasyonundaki idari ve ekonomik özellikler, esasında patrimonyal yapıların, neden aşağıdan yukarıya doğru bir toplumsal değişime kapalı oldukları-nın sebebidirler. Dolayısıyla patrimonyalizmde, değişimin kaynağı patrimonyal şef ve onun kapı halkıdır (Weber, 1978b: 1013-1025).

Weber’in “ideal tip”ine ilişkin bahsedilmesi gereken bir diğer önemli nokta, doğu ve batı feodalizmleri arasındaki farklılıklara vurgu yaptığı ve Th e Religion of Chi-na çalışmasında “doğu feodalizmi” olarak kavramsallaştırdığı “prebendalizm” me-selesidir (1951). Weber, hükümdara bağlı “hizmetkar”ların devlete ait topraklardan veya diğer gelirlerden rant almaları demek olan “prebend”e dayanan siyasal sistemleri prebendalizm olarak tanımlar (1978a: 235). Weber’e göre prebendalizm, Osmanlı İmparatorluğu’nun patrimonyal yapısının sürekliliğinin kilit noktasıdır. Zira Batı Av-rupa feodalitesinin kral ve vassallar arasında bölünmüş egemenlik biçimi karşısında; Doğu’da prebendler, merkezi siyasal gücün zayıfl amasını ve egemenliğin parçalan-masını önlemektedirler. Başka bir deyişle, Avrupa’daki patrimonyal yapılar, feoda-lizm nedeniyle uzun süreli olamamışlardır ya da güçlü siyasal merkezlere sahip, bü-yük tarihsel imparatorluklar kurma çabalarında başarısız olmuşlardır. Weber’e göre, bu noktada Habsburgların 16. yüzyıldaki başarısız deneyimi bu olgunun örneğidir. Oysa Doğu’da, Selçuklulardan Osmanlılara kadar her imparatorlukta prebendalizm oluşmuş ve dolayısıyla da çözülenin yerine yeni bir patrimonyal imparatorluk doğ-muştur. Öte yandan Weber, prebendalizmin pazar ekonomisinin gelişmesine elverişli olmadığını da vurgular (Kazancıgil, 1982: 74; Keskin, 2009: 32).

Weber’in Modelinin Klasik Dönem Osmanlı Tarihyazımıyla Paralellikleri

Weber’in geleneksel otorite ve patrimonyalizm kavramları üzerine bu son derece özet açıklamanın ardından, söz konusu modelin klasik döneme ilişkin Osman-lı tarihyazımıyla olan paralellikleri incelenebilir. AsOsman-lında bu özet açıklama bile, Türkiye’deki akademik tarihçiliğin klasik dönem Osmanlı tarihine ilişkin orto-doks anlatısının, Osmanlı düzeninin farklılığı, tımarlı sipahilerin vergi toplamakla yükümlü devlet görevlileri olduğu ve dolayısıyla Osmanlı üretim tarzının feodal olmadığı, toplumun devleti değil devletin toplumu belirlediği vb. gibi tüm başat kalemlerini içerir.8 Klasik döneme ilişkin Osmanlı tarihyazımıyla Weber’in mode-linin benzerliklerinin belirginliğini biraz daha açmak için, söz konusu paralellikleri sistematik bir şekilde ele almak mümkündür.

8 Klasik dönem Osmanlı tarihinin ortodoks anlatısına rengini veren Barkan için Oktay Özel şöyle yazıyor: Barkan, Osmanlı imparatorluk nizamı içinde ve devletin teşkilatçı gücünün bir nişanesi gibi sunmuştur köylülüğü ve toplumu. Top-lumsal sınıfl arı devlete göre konumlandırmıştır… Etkileyici ve yer yer grotesk üslubu ile kendinden sonraki kuşakların kafasında her şeyiyle mükemmel işleyen ve adeta bir ordu gibi teşkilatlanmış bir devlet nizamının emrinde her biri kendisine atfedilmiş işlevlerini yerine getirmekle mükellef bir toplumsal alan ve sınıfl ar resminin ya da toplum teorisi-nin oluşmasında en önemli katkı herhalde Barkan’a ait olsa gerektir (2009b: 229).

(7)

Weber’in ideal tipini açıklarken kullandığı şefin kişisel araçları durumundaki idari ve askeri güç oluşturması ve “geleneksel arkadaşlarını” devre dışı bırakması ifadeleri, Osmanlı tarihçiliğinin “Kul Sistemi” anlatısının kuramsal çatısıyla para-lellik gösterir. Osmanlı’ya ilişkin tarihyazımında, kuruluş döneminde devlet içinde nüfuzu kuvvetli olan uç beyleri karşısında, Osmanlı padişahlarının merkezi oto-ritelerini kul sistemi sayesinde pekiştirdikleri anlatısı bu duruma ilişkin ilk elden verilebilecek örneklerdendir. Söz konusu anlatının bir örneğini İnalcık’ın “Kullar-dan oluşan kapıkulu, ilk devirde devlet içinde üstün nüfuzu olan kudretli ucbey-leri karşısında, Osmanlı padişahlarının merkezi otoritesinin kurulmasına başlıca faktör olmuştur.” (İnalcık, 2006: 84) satırlarında görmek mümkündür. Yine aynı şekilde, I. Bayezit ve II. Mehmed dönemlerinde yüksek idari-askeri makamların yanında tımarların da kullara dağıtılması sonucu gazi çevrelerinin ve ulemanın etkisinin azaltılması anlatısı da bu duruma yönelik verilebilecek bir diğer örnektir (İnalcık, 2006: 83; 1992: 55-56).

Weber’in ideal tipindeki, patrimonyal şefin, kendisine bağlı idari ve askeri araç-larıyla gücünün sınırlarını zaman zaman genişletebilmesi ve kendisini bağlayan geleneksel sınırlamalardan özerklik kazanabilmesi satırları; Osmanlı tarihçiliğinin, Osmanlı sultanlarının merkezileşme dönemlerindeki kimi uygulamalarının anla-tısına ilişkin bir model işlevi görür. Osmanlı tarihçiliğinde, II. Mehmed dönemin-deki merkezileşme sırasında, “Fatih Mehmed devrinde, imparatorluğun hakkile te-şekkülü sırasında, devlet her şey sayılmış ve Fatih fiilen devlet otoritesini kayıtlayan bir bağ tanımamıştı.” (İnalcık, 1958a: 77) satırlarında somutlaşan, padişahın oto-ritesini sınırlayan herhangi bir geleneksel bağ tanımadığının vurgulanması9 veya hükümdarın devlet içinde tam anlamıyla mutlak bir mevki kazanmasının önemli bir aracının ulemanın iktidara katılmasının önlenmesi olduğu anlatısı bu duruma ilişkin verilebilecek bir örnektir (İnalcık, 1969: 105-138; 1958b: 102-127).

Weber’in ideal tipindeki erki elinde bulunduran kişinin, “üst” değil “efendi” olması ve yönetsel görevlilerin şefin kişisel hizmetçileri konumunda olması ifadele-rinin; Osmanlı tarihçiliğinin, klasik dönemde Osmanlı sultanının her şeyi yönlen-diren yetkisi mutlaklığına, padişahla idari kademelerdeki görevliler arasındaki ve idari görevlilerin kendi aralarındaki çelişkisizliğine ilişkin açıklamalarının teorik zeminini oluşturduğunu söylemek mümkündür. İlk noktaya ilişkin İnalcık’ın Os-manlı padişahına dair, “OsOs-manlı padişahı hem siyasal hem ruhani iktidarı kendi tekeline almakla mutlak patrimonyal hükümdarlığın mükemmel bir biçimini üret-miştir.” (1992: 50) ifadesi zikredilebilir.10 Ya da Barkan’ın “kuvvetle merkeziyetçi ve

9 Bu durumun ekonomik alandaki bir örneği için bkz. Barkan (1980b: 288).

10 Ya da bir başka yerde yazılan “Müslümanları şeriat yoluyla sevk ve idareye, Allah tarafından tevkil edilen Halife-Sultana mutlak itaat gerekir… tebaa, oğlun babaya karşı gösterdiği mutlak itaati göstermek mecburiyetindedir… Osmanlı Pa-dişahı bütün devlet selahiyetlerinin sahibi ve sınıfl ar nizamının hâkimidir… Ehemmiyetli olan nokta, her şeyde mutlak bir şekilde hâkim olan bölünmez bir otorite fi kri ve bunu tam manasıyla gerçekleştirmek üzere teşkilatta meydana getirilen inkişaftır.”satırları örnek gösterilebilir (İnalcık, 1958a: 74-78).

(8)

emirlerini her zaman tatbik ettirmeye kadir bir devlet otoritesi” (1980c: 132) olarak nitelediği Osmanlı İmparatorluğu’nun sultanlarına ilişkin kaleme aldığı

“…Osmanlı padişahlarının, imparatorluk dâhilinde en yüksek otorite olarak, askeri, mülki ve dini salahiyetlerle, teşrii, icrai ve kazai kuvvetleri nefislerinde cemetmiş olduklarını da biliyoruz. Gerçekten, Osmanlı padişahları, yeryüzün-de peygamberin vekili mukadyeryüzün-des bir şahsiyet sıfatıyla cismani iktidara ruhani sıfat ve salahiyetlerini ilave eden bir devlet reisi olarak, ne Sena şeklinde herhan-gi bir meclisin ne de şeyhülislamlık herhan-gibi bir makamın tasdik veya işbirliği yap-masını temine lüzum görmeden kanunları çıkarmak hususunda nazari olarak veya hiç olmazsa tatbikatta, serbest gözükmektedir” (2000: 1381).

satırları örnek gösterilebilir. Padişahla idari görevliler arasındaki ve idari görevli-lerin kendi aralarındaki çatışmalardan arındırılmışlığa yönelik anlatı için ise, “Dev-letin iki esas rüknü olarak şeriatı temsil eden ulema ile siyasi otoriteyi temsil eden ümera Padişahın şahsında birleşir… Osmanlı İmparatorluğu’nda ulema-ümera birliği esaslı bir hal şekliyle bağlanmıştır.” ifadeleri örnek verilebilir (İnalcık, 1958a: 77).

Son olarak, Weber’in ideal tipindeki, başta prebendalizm kavramsallaştırması olmak üzere, hizmet karşılığı tanınan toprak kullanım hakkına, vergi veya resim gelirlerinin kullara tahsis edilmesine ve patrimonyal şefin ekonomik kaynaklar üzerindeki mutlak hâkimiyetine ilişkin söyledikleri; Osmanlı tarihçiliğinin Os-manlı toprak düzenine ve iktisadi hayatına ilişkin yazdıklarının ana çerçevesiyle paralellik gösterir. Barkan’ın, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki vakıf ve mülk arazi-lerine ilişkin “onlar bilakis, her şeyi yutan devasa bir devlet irade ve kudretinin kendi mantığında yarattığı uzuvlar, son derece teşkilatlı ve sonuna kadar devletçi bir nizam neticesidirler. Bu suretle teessüs eden imaretler,… herkesin devlet için ve devletin herkes için çalıştığı bir nizamın muazzam bir misalini teşkil etmektedir-ler.” satırları sözü edilen paralelliğe ilk elden verilebilecek örneklerden bir tanesidir (1980b: 288). Ayrıca, İnalcık’ın kaleme aldığı, “patrimonyal egemenlik, elindeki düzenleyici güç sayesinde… toplumsal ve ekonomik ilişkilerin mutlak belirleyicisi-dir” veya “Osmanlı hükümdarının ekonomiyi genellikle patrimonyal amaçlarının bir parçası olarak düzenlediği… üretim sürecini doğrudan bürokrasinin yönettiği bilinir” satırları da esasında sözü edilen durumun bir ifadesidir (1992: 51, 61). Aynı doğrultuda olmak üzere, Weber’in Batı Avrupa feodalizmi-prebendalizm ayrımı da Osmanlı tarihçiliğinde, “Osmanlı sistemi içinde prebendalizm de erken dönemler-den itibaren yaygın olarak kullanılmıştır.” (İnalcık, 1992: 65) veya “sipahi beyi tam manasıyla bir derebeyi, yahut toprak beyi değildir. Onun asaleti bir memur ve asker asalet ve şerefinden ileri gitmez” (Barkan, 1980b: 288) gibi ifadelerde kristalize olan karşılığını bulmuştur.11

(9)

B i r Pa ra n t e z : We b e r E t k i s i n i n Ö n ce s i ve S o n ra s ı

İşaret edilmeye çalışıldığı gibi sözü edilen Weberyen modele göre, Osmanlı İmparatorluğu patrimonyal çıkarların yeniden üretilmesine yönelik bir toplumsal ve yönetsel örgütlenmeye sahiptir. Ancak burada, klasik dönem Osmanlı tarihine ilişkin bu anlatının uzantılarına geçmeden önce bir parantez açılarak, Türkiye’deki akademik tarihçiliğin Weber etkisinden önceki durumuna kısaca değinilebilinir.

Weber etkisinin başlangıcı açısından bir ilk tespitle başlamak ön açıcı olacak: Türkiye’de Weber’e yönelinmesi, Anglo-Amerikan akademyasına rengini veren ke-simin Weber’e yönelimi dolayımıyladır. Weber’e atfedilen önemin Batı akademi-lerinde artması ise Weber’in yaşamı sırasında ya da ölümünü takip eden yıllarda değil, hemen hemen tamamen II. Dünya Savaşı’nın ardındandır (Blackbourn ve Eley: 2003: 9). Dolayısıyla, Türkiye’de genel olarak sosyal bilimlerde özel olarak da akademik tarihçilikte Weber etkisinin kendisini göstermeye başlaması Soğuk Sa-vaş dönemine denk düşer. O halde, Türkiye’de Weber etkisinden önceki Osmanlı tarihçiliğinin durumunu anlamak için II. Dünya Savaşı öncesinde Türkiye’deki Osmanlı tarihçiliğine değinmek gerekir.

II. Dünya Savaşı’ndan önceki Osmanlı tarihçiliğine rengini veren unsur parti-külarizmdir. En özlü biçimde “biz bize benzeriz” formülasyonuyla ifade edilebilecek olan bu yaklaşım, Kemalizmin kendi ideolojik meşruiyetini sağlamak, 1930’ların düşünce ortamını belirleyen sosyalist, liberal veya faşist akımlardan kendisini aza-de kılmak, dolayısıyla da Türkiye’aza-deki siyasal rejimin diğer ülkeleraza-den farklı olması gerekliliğine bir neden yaratmak için erken Cumhuriyet döneminde üretilmiştir. Böylelikle, Sovyetler Birliği’nden tüm dünyaya yayılan sosyalizm ile kapitalist dün-yadaki faşizm ve liberalizm arasında giderek kızışan hegemonya mücadelesinin or-tasında genç Cumhuriyet, söz konusu alternatifl eri “geçersiz”leştirmiştir. Bu süreç-te Türk toplumunun “sınıfsız, sömürüsüz, kaynaşmış bir kitle” olması söyleminden hareketle, kendine özgü bir yol çizmesi gerektiği vurgulanmış ve Cumhuriyet’in meşruiyeti bu özgün yolda aranmıştır (Sümer: 64). Öte yandan, yine aynı parti-külarist hat üzerinden ilerlemekle birlikte, Kemalizmin geçmişle kopuş özelliğinin altını çizmek için geliştirilen ve Cumhuriyetin ilk yıllarında belirgin olan Osmanlı geçmişinin reddedilmesi tutumu,12 1930’ların ikinci yarısından itibaren terk edil-meye13 ve Türklerin diğer toplumlardan izlediği farklı yola Osmanlı tarihi üzerin-den bir arka plan inşa edilmeye başlanmıştır. Dolayısıyla bu dönemde, “biz bize benzeriz, bizimkisi kendine özgü bir gelişmedir, her şeyimiz özgündür, insanlık 12 Söz konusu yaklaşımın tepe noktasına 1932 tarihli Birinci Türk Tarih Kongresi’nde ulaştığı söylenebilir. Bkz. Ersanlı (2003:

139-188).

13 Osmanlı geçmişinin reddi yaklaşımının terk edilmesinin başlangıcının II. Dünya Savaşı’nın sona ermesi veya CHP’nin iktidardan uzaklaşması olduğu türünden Kemalizmin apolojisini barındıran yorumlara mesafeyle yaklaşmak gerekiyor. Osmanlı geçmişi konusunda tutumun değişmeye başladığı tarih için 1930’ların ikinci yarısı ve 1940’ların ilk yarısı sanırım daha uygun düşmekte. Bu dönüşümün tarihçesi açısından Barkan’ın, 1940’ta Tanzimat’ın yüzüncü yılı nedeniyle hazır-lanan Tanzimat derlemesinin yayımlanmasının hemen ardından bu derlemeye ilişkin kaleme aldığı bir eleştiri yazısının incelenmesi faydalıdır. Bkz. Barkan (1940-1941: 294).

(10)

tarihinde belli aşamalardan söz edilecekse Türkler bunun dışındadır” yaklaşımı; “biz bize benzeriz, bizde sınıfl ar ve sınıf mücadelesi yoktur, çünkü biz feodal değil bir cihan imparatorluğuyuz” tezine evrilmiştir (Berktay, 2002: 62-63).

Özetlenmeye çalışılan süreci izleyen Osmanlı tarihinin kendine özgü ve diğer toplumların tarihiyle karşılaştırılamaz bir tarih olduğu anlatısı zamanla giderek kuvvetlenmiş ve Osmanlı tarihçiliğinin ortodoks akımı haline gelmiştir. Söz ko-nusu yaklaşımın belkemiği olan tezler, Osmanlı düzeninin biricikliği ve Osman-lı üretim tarzının feodal olmadığıdır. Bu sacayakları etrafında şekillenen ve top-lumsal sınıfl arı devlete göre konumlandıran Osmanlı tarihi anlatısının, Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetsel şemasına ilişkin başat kalemleri, her şeyi yönlendiren kadir-i mutlak bir merkezi otorite, bu otorite altında içsel çatışmaları minimize edilmiş devlet ricali ve en aşağı katmanda da devlete itaatle yükümlü reayadır.14

Osmanlı tarihçiliğinin kurucu özneleri, II. Dünya Savaşı’nın ardından Weber’in Anglo-Amerikan akademyası üzerinden Türkiye’deki sosyal bilimler literatürüne girmesiyle birlikte Weber’de partikülarizmleriyle ve dolayısıyla Osmanlı tarihine ilişkin kurdukları anlatıyla örtüşen yanları keşfederek, kendilerine Batılı bir kaynak bulmuşlar ve Weberyen modeli benimsemişlerdir. Osmanlı tarihçiliğinin kurucu isimleri tarafından benimsenen Weberyen analiz, zamanla sözü edilen öznelerin Osmanlı tarihi konusunda standart başvuru kaynakları haline gelmeleri ile birlikte her yeni çalışmada tekrar tekrar üretilir hale gelmiştir (Abou-el-Haj, 1992: 4).

Sınıfl ar yerine zümreler arasındaki ayrımlar üzerinden şekillenmiş bir toplum-sal örgütlenme, siyasi egemenliğe sahip olan ve olmayan kesimler arasında mutlak bir ayrım, siyasi egemenliğe sahip zümrenin kul statüsünün gereği olarak her türlü “kişisel” çıkardan azade biçimde devletle özdeşleşmesi, devlet mülkiyeti üzerinden şekillenen ve devletin ekonomik alandaki tam hâkimiyetine dayanan bir iktisadi yapı ve siyasal sistemin dışında bırakılmış zümrelerin dikey olarak bölünmüşlüğü üzerinden kurgulanan bu anlatının uzantıları ise malumdur (Sümer: 86): Batı’da, Krallar, lordlar ve diğer yerel güçlerin çoğulluğu mevcutken; Osmanlı’da patri-monyal yönetimin tebaa üzerinde mutlak denetimi ve kontrolü söz konusudur. Dolayısıyla, Osmanlı İmparatorluğu’nda, Avrupa’daki durumun tersine, toplum devlete tabidir. Ayrıca, Avrupa’da gücünü pazar ilişkilerinden ve özel mülkiyetten alan iktisadi faaliyetlerle uyuşacak tipte kültürel ve davranışsal niteliklere sahip bir sivil toplum oluşurken; “merkez”in “çevre” üzerinde mutlak denetimi ve kontrolü-nün geçerli olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nda ticarete ve ekonomik çıkarların gö-zetilmesine pejoratif anlamlar yüklemiş, Batı’dakinden tamamen farklı bir değerler sistemi ortaya çıkmıştır (Dinler: 21). Sözü edilen yaklaşıma göre, Osmanlı-Türkiye tarihinde, Batı’dakinin aksine uzlaşmaya dayalı, yasal olarak zorunlu bir sözleşme 14 Söz konusu yönetsel şemanın, 1930’lu ve 1940’lı yıllar Türkiye’sinin, en tepede bir “milli şef” veya “ebedi şef”, onun

al-tında bu şefi n oluşturduğu kadrolardan oluşan tek parti iktidarı ve en alt katmanda da “sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış bir kitle”den mürekkep modelle olan paralellikleri ve 1930’lar Türkiye’sinin Osmanlı tarihçiliğinin genetiğini nasıl belirlediği ayrı bir çalışmanın konusu.

(11)

hiçbir zaman var olmamıştır. Osmanlı-Türkiye tarihi için söz konusu olan sivil top-lumun gelişmesini önleyen, baskıcı bir siyasal hayat alanı olan “merkez”in “çevre” üzerindeki mutlak kontrolü ve denetimidir. Temel toplumsal çelişkilerin, “yöneten devlet-yönetilen toplum” ikiliğinde arandığı bu yaklaşım ise şüphesiz, toplumu salt siyasal bir bütün olarak algılamaya mahkûmdur. Özetle, Osmanlı-Türkiye tarihini Batı’ya referansla bir dizi yoklukla okuyan bu yaklaşıma göre Osmanlı İmpara-torluğu, merkez-çevre karşıtlığına dayanan, durağan, sınıfl arın olmadığı, her şeyi yönlendiren kadir-i mutlak/despotik bir yapıya sahiptir.

Geleneksel otorite ve patrimonyalizm kavramları, Osmanlı İmparatorluğu rihine ilişkin bu okumanın yanında; Osmanlı tarihiyle yakın dönem Türkiye ta-rihi arasındaki sürekliliği göstermede de analiz araçları olarak başta Şerif Mardin, Metin Heper, Ahmet İnsel, Çağlar Keyder gibi isimler olmak üzere, çeşitli sosyal bilimciler tarafından kullanılmıştır. Heper, sözü edilen sürekliliklere bürokrasi ve devlet yapısı alanlarında yoğunlaşırken; Keyder, devlet-sınıf ilişkileri konusunda söz konusu yaklaşımı kullanmıştır. Ayşe Buğra, devlet-işadamı ilişkilerini, Ziya Öniş ise 1980’lerde Türkiye ekonomisinde devletin rolünü yine aynı modeli kulla-narak incelemişlerdir (Dinler: 18). Söz konusu isimlerin yaklaşımlarına göre, klasik dönem Osmanlı tarihinden bugüne kadar, devlet, toplumun üzerinde mutlak bir hâkimiyet kurmuş; toplumsal yaşamın tüm alanlarına nüfuz etmiş, demokratik hak ve özgürlüklerin gelişmesini engellemiştir (Keskin: 30). Ancak bu yaklaşım, sözü edilen isimlerin görece rafine analizleriyle sınırlı kalmamış; bir noktadan son-ra, yazının başında işaret edilen “86 yıllık statüko”nun her dönem sınıfl ar üstü kalabilen “bir avuç bürokrat” tarafından sürdürüldüğü eksenine oturan vulgarize biçimlerine de kaynaklık etmiştir.

Ça r p ı k ve B a ğ l a m ı n d a n Ko p a r t ı l m ı ş We b e r O k u m a s ı

Oysa, hem klasik dönem Osmanlı tarihine hem de yakın dönem Türkiye tarihi-ne ilişkin söz konusu Weberyen modelin, esasında çarpık ve bağlamından kopartıl-mış bir Weber okumasının ürünü olduğu söylenebilir. Bu okuma çarpıktır; çünkü, Weber’in metodolojisinde tarihsel ve toplumsal gerçekliğin karakteristik yanlarının vurgulanması yoluyla analiz aracı olarak kullanılan ve gerçekliğin anlaşılmasını kolaylaştıracak bir soyutlama olan “ideal tip” kavramsallaştırması (Özlem, 1999: 208-209), soyut düşünme alışkanlığı zayıf Türkiye tarihçiliği tarafından gerçekliği bire bir yansıtan tanımlar olarak okunmuştur. Weber, temel heuristic kavramı olan “ideal tip”e ilişkin, ideal tiplerin hiçbir yerde kavramsal safl ığında bulunamayaca-ğını vurgular. Öte yandan Weber, tarihsel ve toplumsal gerçekliğin teorik olarak inşa edilmiş ideal tiplere yakınlıklarının veya uzaklıklarının değerlendirilmesinin önemine dikkat çeker (Kalberg, 2009: 50). Oysa, Osmanlı tarihçiliğinde sözü edi-len değeredi-lendirmeye rastlanmaz. Osmanlı tarihçiliği için söz konusu olan, “ideal tip”in, tarihsel gerçekliğin kendisiymiş gibi okunmasıdır. Örneğin, Osmanlı

(12)

ta-rihçiliği tarafından Weber’in ideal tiplerinden biri olan patrimonyalizm, “Osmanlı patrimonyal sistemi, özellikle klasik döneminde (1300-1600) kesin kurallara göre düzenlenmiş bir siyasal sisteme dayanmış gibi görünmektedir.” (İnalcık, 1992: 55) ifadesinde somutlaştığı gibi bir soyutlama olarak değil, tam da gerçeği doğrudan yansıtan bir tanımlama olarak okunmuştur. Hem “ideal tip” hem de patrimon-yalizm okumasının sorunlu olması, bununla da sınırlı değil. Tam da bu satırların bulunduğu makalenin başka bir yerinde geçen, “Osmanlı Devleti, İslam tarihinin en başarılı statü toplumlarından biri olarak bilinmesine rağmen, saf patrimonyaliz-me ulaşma konusunda yine de başarılı olamamış görünpatrimonyaliz-mektedir.” (İnalcık, 1992: 62) ifadesinde görüldüğü üzere, aslında patrimonyalizmin ne olduğuna ilişkin bir kafa karışıklığı da söz konusudur Osmanlı tarihçiliğinin Weber okumasında. Şüp-hesiz, problemli “ideal tip” okumasından ve dolayısıyla patrimonyalizmin tarihsel gerçeklikte kavramsal safl ığında bulunabileceği yanılsamasından kaynaklanan bir kafa karışıklığı.

Öte yandan, klasik dönem Osmanlı tarihi ve yakın dönem Türkiye tarihine ilişkin Weberyen model, bağlamından kopartılmış bir Weber okumasına daya-nır. Bu okuma Weber’i bağlamından kopartır; çünkü salt Weber’in yazdıklarına odaklanır. Sözü edilen okuma, zamanının ve toplumunun insanı olan Weber’i ve dolayısıyla Weber’i modelini geliştirmeye yönelten saikleri göz ardı eder. Sonuç olarak da Weber’in politik ve entelektüel motivasyonlarını incelemeyen bu mesai, esasında Weber’in modelini ve kavramsallaştırmalarını kavrayamaz. Ancak belir-tilmeli ki, bağlamından kopartılmış Weber okuması, doğrudan Türkiye’deki aka-demyanın bir zaafı değil. Belirtildiği gibi, Türkiye’deki sosyal bilimlerde Weber etkisinin ağırlık kazanması, Anglo-Amerikan akademyasının baskın bloğunun II. Dünya Savaşı’ndan sonra Weber’e yönelimi dolayımıyladır. Dolayısıyla, şu söylene-bilir: Türkiye’deki sosyal bilimciler, Weber’i okuduktan sonra bilinçli olarak bağ-lamından kopartmamışlardır. Türkiye’deki sosyal bilimciler, Weber’in II. Dünya Savaşı’ndan sonra Anglo-Amerikan akademyasına rengini veren kesimi tarafından keşfedilmesinin ve bağlamından kopartılmasının ardından Weber’i keşfetmişler ve Anglo-Amerikan akademyasının Weber’i okurken yaptığı hataları ve çarpıtma-ları tekrarlamışlardır. Bununla birlikte daha vahimi, hem Anglo-Amerikan hem de Türkiye akademyası, Weber’in çalışmalarını yaşadığı dönem bağlamında ince-lememiş, dönemin Almanya’sının düşünsel hayatına damgasını vuran bir eğilim olan partikülarizmi görmezden gelmiş ve dolayısıyla bu eğilimin etkisiyle Weber’in yaptığı hataları sürekli olarak yeniden üretmişlerdir.

Bu iki zaafl ı noktayı biraz daha açmak adına öncelikle dönemin Alman düşün-sel hayatını ve Weber’in entelektüel üretimini derinden etkileyen partikülarizmden kısaca bahsedilebilir (Blackbourn ve Eley: 239-240). Özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında, dönemin entelijansiyasının Almanya’nın tarihine ve mevcut durumu-na bakarken gösterdikleri eğilim Almanya’nın farklılığı, özgün yolu (sonderweg)

(13)

yani Almanya’nın biricikliğidir. Blackbourn ve Eley’in Alman tarihyazımına çok önemli bir müdahale niteliğindeki çalışmalarına göre, Weber de dâhil olmak üzere dönemin Alman liberallerinin amentüsü “Almanya ile İngiltere’nin neden farklı yollar izlediği” sorusudur (Blackbourn ve Eley: 164). Blackbourn ve Eley, Alman tarihinin diğer Batı Avrupa ülkelerinin tarihlerinden gerçekten farklı bir yol izle-yip izlemediğini sorunsallaştıran çalışmalarında, dönemin Alman liberallerinin ve akademisinin söz konusu soruya ilişkin buldukları en net yanıtın, Prusya ordusu-nun ve Alman zihniyetinin oynadığı “habis” rol olduğunu kaydederler. 19. yüzyıl Alman entelijansiyasındaki partikülarist anlayışa göre, Almanya’nın güçlü ve ar-kaik devlet aygıtı, ekonomik gelişmeye toplumsal-siyasal gelişmenin eşlik etmesini engellemiş; burjuvazi kendi değerlerini dayatmak yerine Prusya ordusu, Junkerler ve bürokrasiyle uzlaşmayı seçmiştir. Dolayısıyla Alman burjuvazisi taleplerini dev-let aygıtı aracılığıyla sağlayabilmiş ve İngiltere ve Fransa’daki türünden bir burjuva devrimine ihtiyaç duymamıştır. Bu durum da, liberal demokrasi için büyük bir yıkımla sonuçlanmıştır (Blackbourn ve Eley: 7).15

Blackbourn ve Eley’e göre ise hem 19. yüzyıl Alman partikülarist tarihçilik ge-leneği hem de II. Dünya Savaşı’ndan sonra Anglo-Amerikan akademyası İngiltere-Fransa ve Almanya arasındaki karşılaştırmalarda, iki tarafın tarihsel gelişimini farklı nedenlerle kasten çarpıtmışlardır (15-17). Bu iki isme göre, 17. yüzyılda İngiltere’de ve 1789’da Fransa’da burjuvazinin sınıfsal çıkarları uğruna, liberal demokrasi prog-ramıyla ayaklandıkları anlatısı bir mittir ve Alman burjuvazisi “sessiz” fakat diğer Batı Avrupa ülkeleri gibi başarılı bir burjuva devrimi gerçekleştirmiştir (144; 51-61). Alman burjuvazisinin “sessiz burjuva devriminin” mülkiyet ilişkileri, ekonomik ör-gütlenme ve hukuk alanlarındaki başarıları, önce Weber’in de dâhil olduğu 19. yüzyıl partikülarizmi ve sonra da II. Dünya Savaşı’nın ardından Anglo-Amerikan akadem-yası tarafından bilinçli olarak çarpıtılmıştır (Blackbourn ve Eley: 176-205).

Peki ama 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan, 20. yüzyılın ilk çeyreği boyunca serpilen ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra tekrar parlatılan Alman yolunun farklılığı ideolojisine başvuruluş sebepleri nelerdir? Sondaki tarihten başlanacak olunursa şu söylenebilir: II. Dünya Savaşı’ndan sonra veya daha yerinde bir tabirle Soğuk Savaş sırasında, Anglo-Amerikan akademisinin Alman tarihsel gelişiminin “farklılığı” vurgusu, faşizmin Almanya’da iktidar oluşunun vebalinin burjuvazi-den alınıp; Almanya’nın “farklı bir yol” izlemesine yüklenmesi çabasından kay-naklanmaktadır (Blackbourn ve Eley: 39, 42, 49). Böylelikle yapılan aslında bir taşla iki kuşu birden vurmaktır. Hem faşizmin iktidara gelişinin günahı burjuva-zinin üzerinden alınmış oluyor; hem de Almanya’nın seyrettiği tarihsel güzergâhın Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’dan ziyade Rusya ve Çin’e benzetilmesi yoluyla, “Doğu”daki “totaliter rejimler” ile “Batı”daki “liberal demokrasi”ler arasında ku-15 19. yüzyıl Alman liberallerinin ve akademisinin Alman tarihine ilişkin özetlenmeye çalışılan okumasının, Türkiye’deki

liberal-muhafazakâr entelektüellerin Osmanlı-Türkiye modernleşmesini okuyuşlarıyla neredeyse birebir aynı olması dikkate değerdir.

(14)

rulan dikotomi ile faşizm ve sosyalizm bir tür el çabukluğuyla aynı kefenin içine koyuluveriyordu.16

Partikülarizmin 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Alman entelektüel ha-yatına damga vurmasının sebebine ilişkin ise söylenmesi gereken, partikülarizmin Fransız Devrimi’yle birlikte yayılmaya başlayan ve 1848’de pik noktasına ulaşan “zararlı fikirler”den sakınma ideolojisi olarak ortaya çıkmasıdır (Blackbourn ve Eley: 3). Bu dönemde, sanki Kapital’de numune olarak İngiltere’yi ele alan Karl Marx, diğer ülkelerin işçilerine “anlatılan senin hikâyendir” dedikçe; diğer ülke-lerin burjuva düşüncesi özgücülüğün açtığı alan sayesinde “milletçe müstesnayız” yollu haykırarak, sınıfı ve sınıf mücadelesini toplumsal bilgi düzeyinden ve giderek siyasetten silme seferberliği başlatmıştır (Zeren, 2010: 116). Yalnız bu kadar da değil. Almanya’nın tarihsel gelişiminin İngiltere ve Fransa’dan farklı olduğu ve Almanya’nın geleceğinin Batı tarzı bir rejimden geçtiği söylemi, dönemin liberal entelijansiyasının, Alman burjuvazisine “vesayet rejimi” aleyhine alan açılması, li-beral siyasi bilincin güçlenmesi ve burjuvazinin halkın liderliğini üstlenmesi gerek-liliği vurgularına son derece elverişli bir zemin hazırlamaktaydı.17 Özetle, Weber de çağdaşları gibi 19. yüzyılın ortalarından itibaren giderek güç kazanan partikü-larist eğilim üzerinden Almanya tarihini ve siyasetini okumuş ve modelini sözü edilen özgücü anlatı üzerinden inşa etmiştir. Weber’in üretimini yaşadığı dönem bağlamında incelemeyen Anglo-Amerikan ve Türkiye akademileri de Weber’in de yeniden üretilmesine katkıda bulunduğu partikülarist anlayışı deyim yerindeyse ıskalamış ve dolayısıyla Weber’in yaptığı hataları tekrarlamışlardır.

Weber okumasının sorunlu olmasının ikinci ayağı ise Weber’in politik moti-vasyonlarının görmezden gelinmesine ve Weber’in bağlamından kopartılmasına ilişkindir. Anthony Giddens, Weber’in kariyeri boyunca hem akademik hem de siyaseten tartışmalı bir sima olduğunu ve çağdaşlarının Weber’in üretiminin aka-demik ve siyasi yanlarının birbiriyle çok yakından bağlantılı olduğunun bilincinde olduklarını kaydeder. Ancak Giddens’a göre, özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra Weber üzerine gelişen literatür, Weber’in akademik ve entelektüel üretimini, onun siyasi görüş ve faaliyetlerinden soyutlayarak analiz edegelmiştir (1972: 8). Weber üzerine yaptıkları çalışmada Gerth ve Mills de Weber’in “siyasi profesör” tipinin son temsilcilerinden biri olduğunu vurgularlar. Orta sınıfl arın entelektüel öncüsü olarak siyaseten de etkin bir isim olan Weber’in akademik ve entelektüel üretimi, esasında siyasal olayların ve ilgilerin ifadesidir. Bu iki isme göre, ömrü boyunca kendisini üniversite kürsüsünde eğreti hisseden bilim adamı Weber, yazılarını her zaman aktif siyasetçinin perspektifiyle kaleme almıştır. Dolayısıyla da Weber’in siyasal ilgileri göz önünde tutulmadan, düşünsel yönelişleri ve incelemeleri anlaşıla-16 Bu literatürün belki de en bilinen örneği Barrington Moore’a aittir. Bkz. Moore (1967).

17 Bu noktada, günümüz Türkiye’sindeki liberal-muhafazakâr entelijansiyanın da benzer söylemleri tekrarladığını ve Türkiye’nin nevi şahsına münhasır bir ülke olduğunu vurguladığını hatırlamak manidardır.

(15)

maz (Gerth ve Mills, 1958: 25-44). Weber’in siyasal ilgilerinin merkezinde olan ve dolayısıyla akademik ve entelektüel üretimine damgasını vuran etken ise Alman-ya’daki partikülarist düşün geleneği kısmında işaret edildiği gibi “Alman gelişme-sinin sorunlu yanları”dır.

Weber’in çocukluğu ve gençliği, Almanya’nın iki gelişmeyi eşzamanlı yaşadı-ğı bir döneme denk düşer: Bismarck önderliğinde merkezi bir ulus-devlet haline gelme ve hızlı endüstriyel gelişme. Ancak, dönemin Alman entelijansiyasına göre, bu eşzamanlı gelişmenin öğeleri kendi içerisinde oldukça gerilimlidir. Bütünleşmiş Alman devleti, sivil bürokrasisi ve resmi ordusu toprak sahibi Junkerlere dayanan ve yarı-feodal bir otokrasi olan Prusya’nın liderliğinde vücut bulmuştur. Öte yandan, söz konusu liderlik, Güney’deki Alman devletlerinin çok daha liberal anayasaları ve kurumlarıyla çatışma kaynağıdır. Almanya üzerine olan özgücü tarihyazımına göre ise bu çatışma, ülkedeki endüstriyel gelişmenin, İngiltere’deki gibi “uzlaşmacı” bir toplumsal ve siyasal düzen içerisinde gerçekleşmesini engellemiştir. Dolayısıyla dönemin Alman entelektüellerine göre, Almanya’da kapitalist gelişme, “başarılı” bir burjuva devrimi oluşmaksızın, iktidarın geleneksel elitlerin elinde bulunduğu bir siyasal-toplumsal yapı içerisinde ve Prusya askeri gücü tarafından güvence altına alınan siyasi bir merkezileşme süreci çerçevesinde ilerlemiştir (Giddens: 15, 16, 28). Söz konusu çerçeve ise dönemin entelijansiyasının ve dolayısıyla Weber’in Almanya’yı algılayışlarını derinden etkiler. Bu algıya göre, sözü edilen çerçeve Al-manya özelinde, siyasal alanda bir hanedan, bürokrasi, federasyon, temsili sistem ve istibdatın aynı zamanda ve hepsi bir arada olmak üzere mevcudiyetine yol açmıştır. Hohenzollern hanedanının büyük bir ağırlığı, güçlü bir yapısı ve sadık bir tebaası vardır. Bunun yanında, federasyon, bir görüntü değil, gerçekliktir. Ancak federas-yon içinde esas olan Prusya’nın iradesidir. Prusya’nın oyu, federasfederas-yonun diğer üye-lerinin oylarından daha ağırlıklıdır. Federasyonu oluşturan devletlerde, üst meclis ve genel oyla seçilen bir alt meclis olmak üzere çifte meclis bulunur. İmparatorluk Meclisi’nin (Reichstag) başında şansölye vardır ancak; şansölye, meclise karşı değil Kayzer’e karşı sorumludur. Dolayısıyla, devletin yürütme ve yasama gücü karşısın-da Kayzer ve şansölye birer despot durumunkarşısın-dadırlar. Bunların yanınkarşısın-da, dönemin Almanya’sı bir büyük bürokrasidir. Düzenli ve etkin kamu personeli büyük üne sahiptir. Almanya’da devlet, ordusu ve bürokrasisi aracılığıyla gündelik hayatın dokusuna önemli biçimde nüfuz etmektedir. Gene bu partikülarist anlayışa göre, Alman yurttaşları bu sisteme Avrupa’nın diğer yerlerinde görülmeyen bir biçimde itaat etmektedir. Almanlar, takdis edilmiş kralları idam etmemişler ve İnsan Hak-ları Bildirisi’ni imzalamamışlardır (MacRae, 1985: 36-39).

Bu kısa anlatım göz önünde tutulduğunda, Weber’i çalışma konularına yö-nelten saiklere ilişkin bir izlek kendiliğinden ortaya çıkıyor. Toplumsal ve siyasal hayatın trajik eğilimlerini ifşa ettiği sık vurgulanan Weber’in akademik ve ente-lektüel ilgilerinin ve ürünlerinin kaynağı büyük oranda, kendi döneminin Alman

(16)

toplumunun karşılaştığı sorunların karakteristikleridir (Giddens: 28). Weber’i ça-lışmalarına yönelten temel sorunsal tam da Almanya’nın ulus-devlet oluşumu ve endüstrileşme yolunda izlediği hattın diğer Batı Avrupa ülkelerinden neden “farklı bir güzergâh” izlediğidir. “Neden Almanya’daki devlet aygıtı ve bürokratik yapı İngiltere ve Fransa’dakinden farklı”dır? “Neden Almanya, Fransız ve Amerikan Devrimlerinin ‘İnsan Hakları’ ve Aydınlanma değerlerini doğurmaktan aciz kal-mıştır”? Ve neden Alman toplumu, Weber’in 1890’larda yazdığı gibi “yeni bir Se-zar özlemi” içerisindedir (Weber’den aktaran MacRae: 43)? Weber’in akademik ve entelektüel üretimine ilk momentini bu sorular verir.

Bu sorular, Weber’in dikkatini Almanya ve Rusya arasındaki benzerliğe çeker. Weber’e göre, Almanya’da olduğu gibi Rusya’da da siyasi olarak bilinçli bir burjuva-zi henüz cılızdır ve iki ülkede de geleneksel elitler Batı Avrupa’dakine oranla olduk-ça fazla etkindir. Ayrıca, Almanya’daki “anayasal” hükümet de en az Rusya’daki kadar “utanç verici”dir (Giddens: 13). Peki, Batı ve Doğu arasındaki Almanya’nın, Rusya’ya Batı’dan daha çok benzemesinin sebebi nedir? Weber’in bu soruya verdiği yanıt basittir: Almanya ve dolayısıyla Almanya’nın da bir parçasını oluşturduğu Batı, Doğu’nun saldırısı altındadır. Batılı değerler, Doğu’daki türünden bir sosyal durgunluk ve kemikleşme heyulası tarafından tehdit edilmektedir (Kalberg: 113). Weber’in bu cevabı, hem sonraki akademik çalışmalarına neden olan temel sorun-saldır ve hem de politik konumlanışını belirleyen ana etmendir.

Politik konumlanışından başlanacak olunursa, Giddens’ın da altını çizdiği gibi, Weber için Almanya’nın geleceğini etkileyen asli sorun, burjuvazinin halkın lider-liğini üstlenmesi için yeterli siyasal bilinç geliştirip geliştiremeyeceği ve bu anlam-da Almanya’nın Doğu’anlam-dan farklılaşıp farklılaşamayacağıdır. Dolayısıyla, Weber’in siyasi yazı ve faaliyetlerinin hepsi esasında söz konusu liberal siyasi bilinci ortaya çıkartma girişimidir (Giddens: 18). Weber, her şeyden önce, kralların kutsal hakları savına sığınan birisi olarak nitelediği Kayzer’e karşı sesini yükseltir. Sorumlu siyasal önderlerin seçimle işbaşına gelmesini engelleyen siyasal yapıyı eleştirir. Weber’in Kayzer’e ilişkin yazdığı

“Bu adamın rejimine rıza gösterdiğimiz için, ulusumuza karşı dış dünyadaki ta-mamen haklı küçümseme bizim için birinci derecede önemli bir siyaset sorunu haline gelmiştir. Yabancı basını birkaç ay takip eden herkes bunu görebilir… Demokratik ve ulusal politik ideallere yakın herhangi biri veya parti, dünya-daki konumumuzu sömürge sorunlarının tümünden çok daha fazla tehlikeye sokan bu rejimin sorumluluğunu üstlenmemelidir” (Weber’den aktaran Gerth ve Mills: 31).

satırları Almanya’daki rejime bakışını özetler. Ona göre, Almanya’daki gösterme-lik meşrutiyetçigösterme-lik, güçlü bürokrasi ve Bismarck gibi isimler tarafından hükme-dilen zayıf parlamentolar, siyasal kariyerin yetenekli ve etkili insanlar için çekici

(17)

olmaktan çıkmasına neden olmaktadır.18 Dolayısıyla da burjuva liberalizminin halkın liderliğini üstlenmesinin önemli bir kanalı daha baştan tıkanmış durumda-dır. Weber’in Almanya için önerdiği, İngiliz tarzı bir meşruti monarşidir. 1918’de Alman Demokratik Partisi adındaki yeni bir liberal partinin kuruluşuna kurucu üye olarak katılır; çeşitli seçim kampanyası konuşmaları yapar ve bu konuşmaların içeriği Kayzer’in tahttan inmesi gerekliliğidir (Kalberg: 126-127).

Almanya’nın 19. yüzyıl sonundaki durumunun temel sebebine ilişkin Doğu’nun Batı’nın saldırısı altında olduğu yorumu, Weber’in politik tutumunun yanında, aka-demik ve entelektüel üretimini de belirler. Batılı değerleri, Doğuya özgü değerlerin tehdidi altında görmesi ve bunun bir varyantı olan Batı ve Doğu arasında kurdu-ğu karşıtlık Weber’i, Batı’nın biricikliğinin savunulmasına götürür. Ellen Meiksins Wood’a göre, Weber’in tüm yaşamı boyunca akademik uğraş alanını, Batı uygarlığı-nın özgünlüğünü göstermek oluşturmuştur (2008: 184). Kalberg de Weber’in akade-mik çalışmalarının odağında modern Batı’nın biricikliğinin ve bu biricikliğin tarih-sel seyrinin tanımlanması olduğunu belirtir (Kalberg: 53-95). Nitekim Almanya’nın geleceğinin burjuvazinin siyasal bilincinin serpilmesinde yattığı tespitinden hareket-le, burjuva bilincinin tarihsel kaynaklarını tespit etmeye yöneldiği Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı ünlü çalışmasında da Weber, modern Batı’nın biricikliğinin tarihsel nedenlerini tarif etmeye girişmiştir (Weber: 1976).

Weber’in analizinde, Batı’nın Doğu toplumlarından farklı tarihsel seyrinin iz-lenmesinin varacağı yer ise kapitalizmi çağdaş Batı dünyasının uygarlığı olarak ta-nımlamaktır. Wood’un, Weber’in tarihsel sosyolojisinin merkezinde, bütün tarihi kapitalist ekonominin prizmasından geçiren bir kavramsal çerçeve vardır derken kastettiği budur. Ve bu yaklaşım, bütün tarihin ileriye doğru gittiği anlayışına da-yanan Marksizm öncesi teleolojiye geri dönmek demektir. Weber, tarihsel seyrin, her zaman kapitalizm hedefine yönelen olumlu ya da olumsuz yola işaret ettiğini, toplumsal biçimler arasındaki farklılıkların bu yegâne hedefe ulaşılıp ulaşılamaya-cağını gösterdiğini ileri sürerek, tarihsel ve sosyolojik araştırmalarına yönelmiştir (Wood: 177-184).

Söz konusu araştırmalarında Weber, Batı’nın kendine özgü tarihsel gelişimi-nin nedensel bir açıklamasını sunmak için Batı ve Doğu toplumlarını karşılaş-tırmalı fakat özcü bir perspektifl e incelemiştir. Batı hangi açılardan biricik ola-rak tanımlanabilirdi? Batı’da toplumsal değişimin parametreleri nelerdi? Batı’da meydana gelen sosyal değişimin doğası nedir? Farklı toplumsal bağlamlarda sosyal eylemin yönelişleri nasıl anlamlı hale gelmiştir? Weber’in karşılaştırmalı çalışma-larında cevap aradığı temel sorular bunlardır. Ona göre, ancak bu tür bir sosyoloji, Almanya’ya ve dolayısıyla Batı’ya özgü çıkmaz ve bunalımları aydınlatabilecektir 18 Ancak anlaşılabileceği gibi, Weber’in demokrasi anlayışı son derece pragmatiktir. Weber, demokrasiye, demokrasinin

kendi içinde değerli bir olan bir tutumlar bütünü olduğu için yönelmemekteydi. “Doğal hukuk”, “insanların eşitliği” veya “eşit haklar” gibi demokrasiye içkin “öz değerler”den ziyade, demokratik kurumları ve fi kirleri, etkili siyasal önder-lerin seçilmesine olanak sağlaması yönünden değerlendiriyordu. Gerth ve Mills (33-38).

(18)

(Kalberg: 23-37). Bunun yanında, Batı’nın biricikliği, şüphesiz Doğu toplumla-rının kendine özgülüğünü de gerektirmektedir. Zira temel problemi Batı’da kapi-talizmin ortaya çıkışının biricikliğinin koşullarını ve özelliklerini araştırmak olan Weber, “kendi doğal gelişimiyle kapitalizme ulaşamayan” ve “toplumsal değişimin tepeden reformlarla gerçekleştiği” Doğu toplumlarını, metodolojisi gereği Batı’dan farklılaştırmak zorundaydı. Bu yaklaşım da onu, Batı ve Doğu toplumları, daha doğru bir ifadeyle Batı toplumları ve Doğu devletleri tarafından izlenen gelişme güzergâhlarının ve dolayısıyla Batının biricik çıktığı tarzların izlenmesine yöneltir. Ve buradan hareketle Weber, prebendalizm-feodalizm, patrimonyalizm/geleneksel otorite-akılcı otorite gibi ayrımlarını oluşturur. Bu sınıfl andırmaların her biri, Batı ve Doğu toplumları kategorizasyonudur.19 Bunu yaparken amacı, işaret edilmeye çalışıldığı gibi, politik motivasyonlarla ve determinist bir teleolojiyle Almanya’nın ve dolayısıyla Batı’nın biricikliğini göstermektir.20

Yalnız bu kadar da değil. Batı ve Doğu arasındaki keskin ayrım ve “Doğulu de-ğerlerin” eleştirisi esasında Doğu’nun tehdidi altında gördüğü döneminin Alman-ya’sındaki iktidara ve rejime karşı da dolaylı eleştirilerdir. Elbette Montesquieu’nün Acem Mektupları’nda yaptığı açıklıkta, Batı’nın “Doğu despotizmi” üzerinden hicvi değil Weber için söz konusu olan.21 Dönemin Almanya’sının etkili bir hanedanı, güçlü bir bürokrasiyi, bir federasyonu ve temsili sistemi, Bismarck iktidarını, is-tibdatı, Junker etkinliğini bir arada yaşadığı ve bu kurumların hemen hepsinin Weber’in geleneksel otorite, patrimonyalizm, akılcı otorite, karizmatik önder-lik ve prebendalizm kavramsallaştırmalarında karşılığı bulunduğu düşünülürse, Weber’in tarihsel sosyoloji çalışmalarında üzeri örtük de olsa dönemin Almanya’sı-na ilişkin eleştiriler söz konusudur.22 Ve ayrıca, Weber’in ününün azımsanmayacak bir kısmı bilindiği gibi bürokrasi üzerine olan çalışmalarından kaynaklanır. Weber, kendi dönemindeki Alman devletinin, yönetsel aygıtı aracılığıyla gündelik hayatın hemen her alanına etkide bulunduğu bir toplumda, sözü edilen bürokratik düzeni, yine Doğu’nun patrimonyal imparatorlukları ve devlet aygıtları üzerinden teşhis etmiştir. Buradan hareketle de, her modern devlette, siyasi liderliğin önündeki en 19 Weber’in sınıfl andırmasındaki üçüncü kategori, toplumlar bazında sistematik olarak incelenmemiş, fakat tüm

dünya-da, dolayısıyla hem Batı hem de Doğu toplumlarındünya-da, karizmatik liderlerce gerçekleştirilmiş dönüşümleri açıklamakta kullanılmıştır.

20 Weber’in teleolojik yaklaşımı için bkz. Wood (176-210). 21 Montesquieu’nün yaklaşımı için bkz. Althusser (2005: 109-112).

22 Giddens şöyle diyor: Weber’in Almanya’nın siyasi yapısına ilişkin analizi üç ana öğenin ilişkilerine değinir: Gelenek-sel olarak var olan feodal Junker toprak sahiplerinin konumu; devlet tarafından “denetim altına alınmayan bürokratik hakimiyete” yönelik eğilim; bu faktörlerin her ikisine birden bağlı olan siyasi liderlik sorunu. Bu üç öğe çok daha ge-nel bir düzeyde Weber’in siyaset sosyolojisinde egemenlik tipolojisi olarak (geleneksel, yasal ve karizmatik) yeniden ortaya çıkmaktadır. Junkerlerin hakimiyeti elbette Weber’e daha erken dönem yazılarında Almanya ile beraber belirli karşılaştırmalar yaparak kullandığı Roma örneğiyle birlikte, geleneksel ve yasal egemenlik tipleri arasındaki karşıtlığın ve bunlarla ekonomik etkinliğin arasındaki ilişkilerin sonuçlarını ortaya koymada bir model olarak hizmet etmiştir… Weber, genel kaygısıyla uyum içinde geleneksel egemenliğin idari pratiklerinin rasyonel kapitalist faaliyetin gelişme-sini engellediğinde ısrarcıdır. Buradaki özel anlam, geleneksel yönetimin rasyonalitenin doğuşuna karşı olan “keyfi ” karakteridir (Giddens, 36-37).

(19)

temel sorunlardan birinin bürokratik despotizmin kontrol edilmesi olduğunu vur-gulamıştır (MacRae: 38; Giddens: 22). Bu vurgulama da şüphesiz, işaret edilmeye çalışılan, Doğu üzerinden, daha doğru bir ifadeyle, çarpıtılmış bir Doğu okuması üzerinden döneminin Almanya’sının incelenmesidir.

We b e r ’e N e d e n Yö n e l i n d i ?

Bu yazılanların ardından bir soru sorulabilir: Peki, Weber’e neden yönelindi? Türkiye’de Weber’e yönelinmesinin, Anglo-Amerikan akademyasının baskın bloğu-nun Weber’e yönelimi dolayımıyla olduğu belirtilmişti. Buradan hareketle, formüle edilen soruyu iki alt soru şeklinde de sormak mümkün. ABD ve Avrupa’da, II. Dün-ya Savaşı’ndan sonra Weber’e neden yönelindi? Türkiye’de genelde sosDün-yal bilimciler, özelde de akademik tarihçiler neden Weber’e yöneldiler? Sorunun Avrupa ve ABD ayağına ilişkin kısmına Wood’un “uzun zamandan beri Marx’a karşı Weber, aka-demisyenlerin sevdiği bir demirbaştı; daha doğrusu Weber, Marx’ı dövmek için çok sevilen bir sopaydı” (Wood: 176) satırları göz önünde tutulmadan cevap verilemez. Wood’un ifadesini, Weber’in sosyal bilimlerde önem kazanmasının, yaşamı sırasında veya ölümünü takip eden yıllarda değil, neredeyse tamamen II. Dünya Savaşı’ndan sonra olduğuyla birlikte düşünmek ön açıcıdır. II. Dünya Savaşı’nın sonunun ve dola-yısıyla Soğuk Savaş’ın başlamasının ardından, Anglo-Amerikan akademisinin sosyal bilimlerde Marksizmin ağırlıklı etkisini bertaraf etmesi gerekmekteydi. Bu noktada Anglo-Amerikan sosyal bilimcileri tarafından Weber, işaret edilmeye çalışılan bağla-mından kopartılmış okumalarla, Marx’ın doğrudan karşı kutbuna yerleştirildi. Za-manla, sosyal bilimlerde Marksizmin karşısına çıkartılan başlıca kaynak haline geldi ve bu literatür üzerinden Weber’e atfedilen önem giderek arttı.

Peki, Türkiye’de Weber’e neden yönelindi? Bir ölçüde geçerli fakat yüzeysel olan ilk cevap, Anglo-Amerikan akademisinde yönelinilen ve moda haline gelen hemen her kimsenin, alanın veya yöntemin Türkiye’de de hızla, kayıtsız şartsız alıcı bulmasına ilişkindir. Ancak şüphesiz Weber’e yönelimin temel sebebi bu değil. Türkiye’deki sosyal bilimler alanlarında Weber’e yönelimin ikinci sebebi, Anglo-Amerikan dünyası için geçerli olanın Türkiye için de geçerli olmasıdır. Türkiye’de de sosyal bilimlerde Weber etkisinin ağırlık kazanması, ya Marksizmle veya solla arasına mesafe koymaya özen gösteren, Marksizmin akademik ve entelektüel hayat-taki etkisine alternatif arayan sosyal bilimcilerce ya da doğrudan doğruya Marksiz-min veya solun karşı kutbunda yer alan ve politik olarak liberal veya muhafazakâr isimler sayesinde gerçekleşmiştir. Akademik tarihçiliğin Weber’e yönelimine ilişkin ise, sayılan nedenlerin yanında23 çok daha belirleyici önem taşıyan bir faktörden

23 Türkiye’deki akademik tarihçilik söz konusu olduğunda, ilk iki nedenden ilki, Türkiye’deki tarihçiliğin büyük kütlesinin dışa kapalılığı düşünülürse neredeyse tümden geçersizdir. Şüphesiz, son derece olumsuz bir tutuma işaret eden dışa tümden kapalı oluşun ironik de olsa yegâne avantajı, Türkiye’deki diğer sosyal bilimler disiplinlerinde sıkça görülen Anglo-Amerikan akademyasındaki her türden akımın sorgusuz sualsiz alıcı bulması ve düşünsel süreçlerden geçme-den kısa zamanda moda haline gelmesi yaklaşımından akademik tarihçiliği azade kılmasıdır.

(20)

daha bahsetmek gerekir. 1930’lu yılların ikinci yarısından başlayarak, özellikle 1940’larda düzenin tutucu restorasyonunun, Türkiye’deki akademik tarihçilikte yansımasını bulduğuna ilişkin daha önce çok yazılıp çizildi.24 Dolayısıyla, Osman-lı tarihçiliğinde bu yıllarda ortaya çıkan ve klasik dönem OsmanOsman-lı tarihi araştır-malarına rengini veren “biz bize benzeriz”cilik anlayışının eleştirisini burada bir kere daha tekrar etmek çok gerekli değil. Ancak şu mutlaka söylenmeli: 1930’ların sonlarında ve 1940’larda ortaya çıkan ve Osmanlı tarihçiliğinin ortodoks akımı haline gelen söz konusu partikülarizme ilerleyen dönemlerde, Weber’in gösteril-meye çalışıldığı gibi çok farklı bağlamlardan ve amaçlardan hareketle geliştirdiği kavramlardan, teorik bir çerçeve devşirilmeye çalışılmıştır. Yapılmaya çalışılan, Türkiye’deki akademik tarihçiliğin özgücü yaklaşımıyla 1940’lı yıllardan itibaren geliştirdiği Osmanlı tarihi anlatısına, daha sonraki dönemlerde deyim yerindeyse, Weber etiketli daha gösterişli bir kıyafet sağlamaktır. Bunun yanında, Weber’in kendi analizi dahi, Osmanlı İmparatorluğu’nun diğer patrimonyal/prebendal ör-neklerle karşılaştırılmasını içeriyorken; Türkiye’deki akademik tarihçilik Weber’in sözü edilen yaklaşımını görmemiş; deyim yerindeyse katmerli bir partikülarizmde ısrar etmiştir. Bu durumun en büyük göstergesi Türkiye tarihçiliğinde, Osman-lı İmparatorluğu’nun Batı’ya benzemezliğine ilişkin mesainin ve üretimin payına karşın; Osmanlı İmparatorluğu ile diğer “patrimonyal” doğu toplumlarının kar-şılaştırılmasına yönelik çabaların neredeyse sıfır düzeyinde olmasıdır. Söz konu-su katmerli partikülarizme saplanıp kalma durumunun nedenleri, hem politiktir hem de üzerine ayrıca çalışılmayı gerektiren Türkiye’deki akademik tarihçiliğin formasyonuyla ve donanım eksikliğiyle ilintilidir. Akademik tarihçiliğinin, klasik dönem Osmanlı tarihinin kendine özgülüğü anlatısı için kuramsal bir temel bul-duğu Weber’in ise Batı’nın ve Almanya’nın biricikliğini savunan ve akademik ve entelektüel üretimini söz konusu biriciklik üzerinden kuran bir isim olması mese-lesi de ayrıca dikkate değerdir.

S o n u ç : We b e r E t k i s i ya d a E p i s t e m o l o j i k K a m u f l a j

Bu yazının sınırlarının biraz dışına çıkmak pahasına, Türkiye’deki Osmanlı ta-rihçiliğinin referanslarına ilişkin bir harita çizilmeye çalışılırsa, çıkartılacak haritanın topografyasını belirleyen üç ana kaynaktan söz etmek gerekir. Türkiye’deki Osmanlı tarihçiliğinin politik kaynağı partikülarizmdir (Berktay, 1983a). Osmanlı tarihçile-rine göre metodolojik kaynakları Annales Okulu (Sönmez, 2010b) ve benimsedikle-rini iddia ettikleri epistemolojik kaynak da Weber’in patrimonyalizm ve geleneksel otorite kavramlarıdır. Söz konusu kaynaklar arasında ise en belirleyici olanı, Annales ve Weber etkilerinin sathiliği nedeniyle partikülarizmdir. Annales etkisinin yüzey-selliğinden kısaca söz etmek gerekirse ilk elden söylenmesi gereken, doğrudan doğru-ya kendisinden önceki tarihçilikle metodolojik bir mücadelenin ürünü olan Annales 24 Bu konuyu ilk gündeme getiren ve söz konusu yaklaşımı eleştiren isim Halil Berktay’dır. Bkz. Berktay (1991; 1983a)

Referanslar

Benzer Belgeler

Performans değerlendirme ölçeğinin güvenirlik çalışması için yapılan test tekrar test uygulaması, sektördeki personel devir hızının oldukça yüksek olması

Bu sayımızda da bu değerli işbirliğinin bir ürünü olarak 2002 yılına ait hemşirelik indeksini siz okur- larımıza sunuyor ve bu çalışmada emeği geçen hemşirelik

Bir araştırmanın eleştirel olarak nasıl okunacağı ve sonuçlarını kullanma kararı verileceği konusunda Greenhalgh’ın (2001) tıp doktorları için yazdığı

Bu olgu sunumunda, benign tiroid patolojisi nedeni ile tiroidektomi yaptığımız bir olguda sinir eksplorasyonu esnasında saptadığımız, inferior laringeal

8-) Divan’daki gazeller büyük ölçüde şekil ve muhteva bakımından klasik dönem gazellerine uygun bir özellik taşımaktadırlar. Ancak bazı gazellerde işlenen aşkın ve

üniversiteleri ve coğrafya bölümleri, ülkeler coğrafyası uzmanı yetiştirememiştir. Bu gün komşu ülkelerimiz konusunda uzman bir coğrafyacımız

Öğretmenler (dört temel dil becerisine eşit önem vermemektedirler) okuma ve yazma faaliyetleri için ders sırasında yeterli zaman ayırmakta, fakat dinleme ve

Bu araştırmanın amacı Irak’ta yaşayan Türkmen ortaokul öğrencilerinin milli kimlik algılarını çeşitli değişkenler açısından incelemektir. Araştırma