• Sonuç bulunamadı

Fotoğraflı bir 'Yemen Türküsü': Yüzbaşı Mehmet Arif Bey'in hicranlı hayatından bir kesit

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Fotoğraflı bir 'Yemen Türküsü': Yüzbaşı Mehmet Arif Bey'in hicranlı hayatından bir kesit"

Copied!
10
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Evrâk-ı Metrûke...

Fotoğraflı Bir ‘Yemen Türküsü’:

Yüzbaşı Mehmet Arif Bey’in

Hicranlı Hayatından Bir Kesit

Oktay ÖZEL

*

I

Aşağıdaki resim 1914 yılının ikinci yarısında Yemen’de çekilmiş: Yüzbaşı Mehmed Arif. Harput’lu İshak Ağa’nın oğlu. “Anadolu’nun ilim ve irfan mer-kezi” Harput doğumlu. Ortaokul’u Mamüretülaziz’de (Elazığ) okurken Askerî Rüşdiye’ye geçmiş. Ardından Erzurum’da Askerî İdadi’yi bitirmiş. 1903’te girdi-ği Harp Okulu’dan 1905’te mülâzım-ı sâni yani asteğmen olarak mezun olmuş.

Belki o zamanların yaygın bir uygulaması sonucu, kendi memleketine yakın bir yerde, Dersim Sancağı’nın Çemişgezek kazasındaki 76. Alayın 2. Taburunun 2. Bölüğüne tayin edilmiş. Beş yıl burada “isyan halindeki Dersim eşkıyasına” karşı yapılan harekatlarda savaşmış; bu arada bacağından yaralanmış. 1910’da üsteğmen olarak Kığı Redif Taburu’nun 4. Pülümür müstakil bölük kumandan-lığına tayin edilmiş.

1912 yılının Aralık ayında Dersim’deyken yetiştirdiği ve Elazığ Redif Tabu-runa bağlı Türkçe konuşmasını bilmeyen bölüğü ile Balkan Savaşı’na katılmış, Edirne’nin geri alınışında bulunmuş.

Kendi sözleriyle hayatının bu ilk devresi “hep maddi ve manevi mahrumiyet-ler içinde geçmiş.” “Bir taraftan kutsal askerlik görevini her ne pahasına olursa olsun yerine getirmeye çalışırken, diğer taraftan içinde bulunduğum ve kendime sürekli mücadele zarureti veren şartlara dayanmaya çalışıyordum.”

(2)

Nihayet, “bu duruma bir son vermek için” başka bir yere tayinini istemeyi düşünürken, kötü talihi ona çoktan oyununu oynamıştır. “Gıyabi kura” ile ve yüzbaşılık rütbesiyle Ye-men’e tayin işlemi yapılmış, atamayla ilgili padişah emri beklenmekteymiş! 15 Mart 1914’te bu emir kendisine tebliğ edilir. Ancak hâlâ bir şansı vardır: İsterse vücudunun sıcak mem-leketlerde görev yapmaya müsait olmadığına dair bir rapor alması ha-linde Yemen’e gitmekten kurtulabile-cektir. Ama o buna asla tevessül et-mez. Erzurum’da askerî hastaneden sağlam raporu almak için bir kahvede sırasını beklerken yanına yaklaşan sivil bir şahsın “Beyefendi, isterseniz vü-cudunuzun sıcak memleketlerde gö-rev yapmaya müsait olmadığına dair bir rapor verilmesini temin edeyim” teklifini de kabul etmez, cevabı net olur: “Sıhhatim hakkında herhangi bir itirafta bulunamam!”

Bütün meslek hayatı boyunca doğruluk, dürüstlükle eş anlamlı “istika-met”iyle hep ciddiyetle görev yapan Yüzbaşı Mehmed Arif Bey, böylece hayatı-nın gidişatını bir kez daha talihinin eline bırakır. Dersim’de eşkıya/düşman ko-valamakla geçen ilk beş yılından sonra, şikayet ettiği maddi ve manevi mahrumi-yetler şimdi kendisini “gidenin gelmediği” Yemen’de beklemektedir. Ve sanki Dersim’de Kürt eşkiyasını/düşmanı kovalamasaydı Yemen’de benzer konum-daki Arap eşkıyayla/düşmanla savaşma görevi de kendisine kalmayabilecekti! Yemen’e giden yolu sanki Dersim’deki görevi açmış gibidir.

Ama o Dersim ve Yemen ayrıntılarına girmeyelim.

II

Buraya kadarki bilgilerimiz Mehmed Arif Bey’in uzun sürmüş muvazzaf as-kerlik mesleğinin ilk safhasına dair notlardan ibaret. O notlar arasında olmayan özel hayatının diğer boyutlarına dair kısa bilgileri ise hatırat niyetine yazmış olduğu metnin orasına burasına sıkıştırmış. Adeta sırası geldiğinde değinmiş o kadar! Haksızlık etmeyelim yine de: O değinmelere duyguları, duygulanmaları da eşlik ediyor yer yer. Bir askerin elinin vardığı, dilinin döndüğü kadarıyla tabii. Ama samimiyetinden şüphe etmeyelim.

Madem öyle, biraz yakından bakalım.

(3)

25 Mayıs 1914 tarihinde Pülümür’den sıcak bir uğurlamayla ablasının yaşadı-ğı Nazımiye’ye, oradan öğretmen ağabeyinin bulunduğu Malazgirt üzerinden memleketi Harput’a geldiğinde kendisini bekleyenler arasında muhtemelen eşi ve beş yaşında bir kızı da vardı. Muhtemelen diyoruz çünkü Arif Bey daha fazla ayrıntı vermiyor. Öyle ki bütün hatırat içinde eşinin adını dahi öğrenemeyeceğiz! Yine o zamanlar epeyce yaygın olan bir adete uyarak, belli ki Dersim yıllarında evlendiği bu isimsiz kadın, uzak veya yakın bir akrabasının kızı mıydı onu da bilemiyoruz. Ama sonraki yazdıklarından tahmin yoluyla, bu eşini ilk görev yeri olan Çemişkezek’e ve Pülümür’e de beraberinde götürdüğü ileri sürülebilir.

Yemen için yola çıktığında 5 yaşında olduğunu belirttiği kızının adını ise bili-yoruz. Arif Bey onu adıyla yazmayı ihmal etmemiş: Makbule. Bu kızının haya-tında önemli bir yeri olduğu anlaşılıyor.

Tarihlerin bu hikayede çok önemi yok, zaten Arif Bey’in hatıratında geçtiği yerlerde de bir karışıklık olduğu belli. Ancak burada verdiği tarihi takip ederek gidecek olursak, 5 Haziran’da ismini bilmediğimiz eşi ve beş yaşındaki kızı Makbule ile Harput’tan Yemen istikametinde yola çıkarlar. O Harput ki, Arif Bey’in vurguladığı gibi sadece Müslümanlar için bir “ilim ve irfan merkezi” de-ğildi. Belki bu tanımlama şehrin Ermeni nüfusu için daha fazla geçerliydi. Arif Bey hatıratının hiç bir yerinde kasabanın bu öteki sakinlerinden söz etmez. Belli ki onun da seçici hafızası yaşamının (belki kendi özel hayatına da değen) o kıs-mını unutmayı, konuşmamayı seçmiştir. Suskunluğuna saygı duyup geçelim.

Maaile Harput’tan yola çıkan Arif Bey’e eşlik eden sadece karısı ve kızı de-ğildir. Sonraki sayfalarda bir yerde yazdıklarından anladığımız kadarıyla, kayınva-lidesi de kendileriyle beraberdir. Onun da adını bilmiyoruz. Belki yine Dersim dağlarında görev yaparken de eşini ve yeni doğmuş kızını kendisine emanet ettiği kayınvalidesini yine yanına almıştır. Eşi ve kayınvalidesinin Erzincan-Harput bölgesinde başlayan hayatları, talihin ve bir askerle evlenmiş olmanın cilvesiyle artık Yemen’de devam edecektir! Hiç bilmedikleri, belki sadece acıklı asker türkülerinden adını duydukları o meçhul diyarda... Ama “imparatorluk” tam da bu demekti işte... Bir köşesinde doğar, özellikle kaderinizi devlet çarkının bir parçasıyla birleştirdiğinizde, olmadık uzak bir diyarında bulurdunuz kendini-zi bir anda. Şart da değildi aslında askerlik mesleğini seçmiş olmanız; ya da me-mur veya idareci olmanız. Merkep ve ester (katır) üstünde dağ tepe taşınırdınız ve taşırdınız iki denk eşliğinde ailenizi oradan oraya. Eğer şanslıysanız sağ varır, daha da şanslıysanız sağ dönerdiniz “memleketiniz”e...

Yüzbaşı Arif Bey, yanında eşi, kayınvalidesi ve beş yaşındaki sevgili kızı Makbule ile tam da böyle yola çıkmışlardı Harput’tan, 5 Haziran 1914 günü. Diyarbakır-Siverek-Urfa yoluyla Halep’e uzanacaktı seyahatlerinin ilk safhası. Tabii o zamanlar her yerde tren yok. Otobüs ise henüz icat edilmemiş olmalı. Arif Bey’in iyimser deyimiyle, “zamanın en mükemmel nakil vasıtası” olan kapa-lı bir yaykapa-lı arabayla yola çıkarlar. Kendilerine verilen 22 küsur altın lira harcırah ile Yemen sahillerindeki ilk durakları olan Hudeyde’ye kadar idare etmeleri bek-leniyordu. “Maddi” mahrumiyet Arif Bey’i bu yeni görevinin ilk aşamasında da bu şekilde karşılamıştı! Tahmin edileceği ve hatıratındaki kimi pasajlardan da

(4)

anlaşılacağı üzere, Arif Bey tutumlu, tasarruflu bir insandı. Ama bu paranın bu yolculuğa yetmeyeceği de aşikârdı. Nitekim öyle de olacak, Arif Bey ve ailesi bu yolda 6o altın lira sarfetmek zorunda kalacaktı. Bunu önceden tahmin eden ya da önceki tecrübelerinden bilen Arif Bey, her ihtimale karşı Harput’taki iki bah-çesini ve bir evini satmak zorunda kalmıştı daha yola çıkmadan... Buraya da fazla takılmayalım.

Elazığ’dan Halep’e kiraladıkları o yaylı arabayla 10 günde varırlar.

Bu şehirde bir gün istirahattan sonra tekrar başlayan yolculuğun sonraki du-rağı Şam’dır. Bu kez trenle, Hama ve Humus üzerinden. Elektrikli tramvayı bile olan bu güzel, ucuz ve bereketli şehirde, Şam’da Meserret Otel’de kalırlar. İmpa-ratorluğun diğer cemilesi: Arif Bey’in burada da bir akrabası vardır ve dört gün onlarda kalınır.

Ve tekrar yol... Yine trenle ve bu kez rota Beyrut’adır. Bu önemli ve zengin ticaret şehrinde de elektrikli tramvay vardır. Mağazalar, kıraathaneler... Ama Arif Bey ve ailesi yüksek rakımlardan birden deniz kenarına inince sıcaktan bunalır. Burada yüzbaşımızın vücudunun aslında o kadar da güçlü ve dayanıklı olmadı-ğını anlıyoruz. Belli ki Erzurum’daki askeri hastaneden Yemen iklimi için sağlam raporu alırken vücudundan ziyade irade ve namusuna yüklenmiştir. Bunaltıcı sıcak ve rutubette iki gün otele kapanır, dışarı çıkmadan vapur beklerler.

Nihayet Hidiv vapuruyla Hudeyde’ye yola çıkılır. Port Said-Süveyş-Hudeyde güzergâhını takip edecek olan bu vapur yolculuğunun bedeli 18 altın liradır. Ama keşke tek bedeli bu olsa... Sahil boyunca Akka, Hayfa ve Gazze’yi seyrede-rek Afrika sıcağında yapılan bu vapur yolculuğunun ilk kısmı Port Said’de sona erer. Yanlarına aldıkları eşyalarını etüve’e sokmadan hemen Süveyş’e gitmek üze-re bekleyen tüze-rene binerler. İsmailiye üzerinden vardıkları Süveyş kasabasında bir otelde bir kaç gün müteakip vapuru beklerler. Aylardan Haziran, mevsim Haç zamanıdır. Kasabada bekleşen çok sayıda hacı vardır.

Kendileri gibi imparatorluğun yollarına dağılmış birçok asker ve subayın eşli-ğinde nihayet kalkan vapurla tekrar yola çıkılır; bu kez hedef Hudeyde limanıdır. Ancak Sudan kasabasından Kızıldeniz boyunca Hicaz istikametindeki yolculuk esnasında şiddetli fırtınalar yaşarlar; sıkıntı çekerler. Cidde’de uzun süren indir-bindir fasılası Arif Bey ve ailesini daha da bunaltır.

Yukarıda, maddi sıkıntılardan bahsederken “keşke” demiştik. Evet, bütün sı-kıntılar maddi ve fiziki zorluklardan ibaret olsaymış... Olsaymış, çünkü kendile-rini daha büyük ve bu kez “manevi” bir sıkıntı, büyük bir acı beklemektedir. Kızıldeniz sahilinde Suakin iskelesinde de bir indir-bindir yapılıp vapur tekrar hareket ettiğinde beş yaşındaki kızları Makbule hastalanır. Birkaç saat içinde durumu daha da kötüleşir ve ne olduğunu anlayamadan “hakkın rahmetine kavuşur”, “ebediyete gözlerini yumar”. Yaylı araba, tren, vapur, tren, tekrar vapur derken, babasını bile bunaltan bu zorlu yolculuğun hiç değilse tren ve vapur safhalarının büyüsünü ve keyfini çıkarmaya fırsat bulup bulmadığını dahi bilmediğimiz küçük Makbule’nin kaybının aileye verdiği acıyı tahmin etmek güç olmasa gerek. Arif Bey şu kadarını yazabilmiş: “Beklenilmeyen bu kayıp beni çok

(5)

perişan etti. Hastalandım. Kızım makbule Kızıldeniz’in sol sahilinde toprağa verildi.” Bü-yük acısını bu üç ağır mı ağır cümleye sığdırmış Arif Bey belki yıllarca sonra kaleme aldığı hatıratında, belki hâlâ sızısını sonuna kadar hissederek. Perişan olmuş ve kendisi de hastalanmıştır. Ailesinin ilk gerçek ve ağır kaybı küçük Makbule’nin uzun yolculukta epeyce sarsılmış olduğunu tahmin edebileceğimiz narin bedeni Kızıldeniz’in uzun sahillerinde toprağa teslim edilmiştir. Bir süre sonra kendisinden küçücük bir izin bile kalmayabileceği ihtimalinin acısıyla, hayat da yolculuk da devam eder!

Evet, hayat da yolculuk da devam etmektedir. İkincisinin üzerine ilkinin ağır-lığı da eklenerek şüphesiz. Yüzbaşı Arif Bey, karısı ve kayınvalidesi Yemen top-raklarına varmadan ilk kayıplarını böylece vermişlerdir. “Bu vaziyetteyken vapur Hudeyde iskelesine yaklaşıyordu.” Tarih: 8 Temmuz 1914.

Yukarıda, bu yazıda tarihlere fazla takılmayalım demiştim; siz bu tarihi 8 Ağustos olarak okuyabilirsiniz (Harput’tan yola çıkış tarihini de isterseniz bir ay ileriye kaydırabilirsiniz). Ailemizin Hudeyde’ye 8 Temmuz’da değil, 8 Ağustos’ta vardıklarını varsayalım. Çünkü Arif Bey, Osmanlı Devleti’nin Cihan Harbi ön-cesinde seferberlik ilan ettiği haberini dört katlı bir otele naklolundukları bu şehirde almıştır. Belli ki geride bıraktığı topraklarda işler hızla kızışmaktadır.

Ancak ailenin de Arif Bey’in de acısı ve bitkinliği sona ermemiştir: “Gerek kaybettiğim çocuğumun acısından gerekse sıcak ve rutubetten bitkin bir haldeydim... Su istedim. Getirdikleri su tuzlu olduğundan içemedim. Kahve ve çay istedim. O da aynı sudan yapılmış olduğundan onları da içemedim.” Gerçek cehennem hali bu olsa gerek! Bu durumda dahi bir yudum su bile içememek...

III

Yüzbaşı Arif Bey Yemen’deki görev yerini Hudeyde’de öğrenir: Hacur’daki 120. Alayın 3. Taburunun 1. Bölük kumandanlığı. Kuzey’deki Hacur’a gitmek için deniz yoluyla Luhye istikametini tercih edecek, oradan da Zühre üzerinden kara yolculuğu yapacaktır. Yani kendilerini son kez zorlu bir yolculuk beklemek-tedir. Bu yolculuğun dört gün süren ilk kısmını askeri erzak götüren bir azanbuga (yelkenli gemi) ile yaparlar. Luhye kasabasında inzibatların kendilerini götürdük-leri bir arşa’da (ottan yapılmış ev) kısa bir dinlenirler. Oldukça yorgun ve bitkin bir halde başladıkları ikinci safhasını ise topçu taburundan verilen iki katır ve yüklerini taşıyan bir deve ile, iki de milis askeri eşliğinde gerçekleştirirler.

Arif Bey hastadır. Zorlu ve maceralı bir yolculuktan sonra ertesi günü sabaha karşı Zühre’ye varırlar. Zühre’de askerler ve tesadüfen hemşehrisi çıkan doktor binbaşı Hüsnü Bey kendilerini sıcak karşılar, misafir ederler. Daha fazla kalıp dinlenmeleri yolundaki ısrarlara rağmen, akşama katırlar değiştirilir, gece Vazan istikametinde tekrar yola çıkılır. Bütün gece yürürler ve güneş doğarken Vazan’a gelinir.

Fakat Arif Bey hâlâ hastadır. 118. Alay’ın merkezi olan bu kasabada bir kaç gün kalırlar; kendisi dinlenir ve tedavi edilir. Ancak bir an önce yola çıkmak istemektedir. Tekrar yola çıkarlar, bu sefer dağlara doğrudur yolculuk.

(6)

Yüksel-dikçe hava serinler. Müteakip menzil olan Dağsan’da bir kaç gün kalıp, bir katır ve beyaz merkeple, deve eşliğinde yola devam ederler. Geceyi Beni Şuayyip aşireti reisinin evinde geçirirler; artık yürüyüş yüksek dağlık arazide gündüzleri yapılmaktadır. Önlerindeki menziller Hicre köyü, Şemerli geçidi ve Mediha köyü ile kalesi geçilir. Nihayet, oradan yalçın kayaların üstünde karga yuvası gibi ko-nuşlanmış olan 120. Alayın 3. Taburunun merkezi Şahil kasabasına ulaşırlar. Burada bir hastane ve kışla, bir bölük de asker vardır; diğer bölükler dışarıda isyancı kabilelere karşı savaşmaktadırlar.

Arif Bey ve ailesi Şahil’de boş bulunan bir eve yerleştirilir. Mevsim bize göre Ağustos ayının sonları, hatıratın muhtemelen yanlış çevrilmiş tarihine göre ise Temmuz ayının 25. günüdür. Bu günler Ramazan’ın da son günleridir. 1600 metre rakımda, her tarafı açık bir dağın tepesinde olan bu nihai görev yeri hava-dardır; gündüzleri ılık, geceleri serindir, kayalar arasında üzüm bağları ve meyve bahçeleri vardır. Arif Bey o derece bitkindir ki, burada ancak bir kaç ay istirahat-tan sonra kendine gelebilir.

Arif Bey’in bu tarihten sonraki yaklaşık beş yılı Yemen’de bu merkez bazen de Abesi ekseninde ve Sana istikametindeki dağlık bölgede genellikle İngilizlerce desteklenen “isyancı” Arap kabilelerinin sayıları bazen beş-altı binleri bulan derme çatma milis kuvvetlerine karşı savaşmakla geçer. Osmanlı yönetiminin yanında yer alan kimi kabilelerin kuvvetleriyle de ittifak halinde yer yer şiddetle-nen, “Allah Allah mesafesi”nde süngü savaşlarından, havan ve cebel topu en-dahtları eşliğinde düzenlenen köy ve burç baskınlarına, bazen de tasarruflu kul-lanmak zorunda oldukları mermi ve bombalar yüzünden üç-beş metre mesafede yaşanan “taş muharebeleri”ne uzanan bir çeşitlilikte emrindeki düzenli kuvvet-lerle ve yerli milis desteğiyle bir çeşit yarı-gerilla harbi yapar. 16 Nisan 1917’de Tahame’nin kızgın güneşi altında öğle sıcağında susuz bir çölde emrindeki kuv-vetlere düşmana karşı yaptırdığı başarılı süngü hücumundan bilhassa gururla söz eder. Bu çatışmaların birinde kalçasından yaralanır. İkinci kez gâzi olmuştur.

Arif Bey 1918 yılı Ekim’inde binbaşılığa terfi eder; yer yer tabur ve alay ku-mandanlığı, bir ara da İdrisi cephesinde Dağu ve Kuzey Mıntıkaları Kumandan-lığı yapar. Belli ki büyük bir ciddiyet içinde ve hiç bir suistimale meydan verme-den yürüttüğü bu görevleri esnasında kendine güveni de artmıştır. Bu yüzverme-den olsa gerek, her vakit kendi birliğinin üstünde bulunan birliklere kumanda etme “kudret ve kabiliyeti”nde olduğunu bir kaç kez dile getirmekten geri kalmaz. Tevekkül sahibi ve dindar bir insandır. En zor arazi görevleri esnasında bile orucunu ihmal etmez. Bir keresinde bütün gün sağanak yağmur altında sığına-cak bir yer arayıp sonunda katırlarıyla birlikte zar zor sığındıkları bir mescidin damından akan sularla nasıl oruç bozup, iftar ve sahur ettiklerini anlatır. Ve sık sık hastalanır. İyileşir iyileşmez de kaldığı yerden devam eder. Kendisine verilen görevi her koşulda yerine getirir; görevini iyi yapmayan ve hatta bir muharebe esnasında “ihanet” anlamına geldiğini söylediği akranı bir subayın yanlışını veya kasdini ise Allah’a havale edecek kadar da iyi niyetli ve hassastır.

(7)

Yüzbaşı Arif Bey’in sağlam inancı ve tevekkülü bu sefer Yemen’de, bu ko-şullarda ve bir kez daha ailesi üzerinden sınanır. Sahi, Yemen’e ayak bastığından beri ailesinden söz etmedik. Etmedik çünkü Arif Bey de etmedi!

Ta ki, o meş’um güne kadar!

Yüzbaşı olarak adımını attığı Yemen’de karısını ve hâlâ yanındaysa kayınvali-desini nerede yerleştirdiğini açık olarak belirtmese de, en azından karısının kendi görev yerine bir kaç gün mesafedeki Zebdiye kasabasında olduğunu anlıyoruz yazdıklarından. Buna göre ve muhtemelen, Arif Bey hanesini görev yaptığı birli-ğin konuşlanmış olduğu Şahil’e veya Adesi’ye taşımamış, daha güvenli ve uygun gördüğü Zebdiye’de ev açmış, karısını da orada bırakmıştı. Yine muhtemeldir ki izinli olduğu zamanlarda evini ve eşini ziyaret etmekle yetinen bir pratik kur-muştu kendine.

Ve o meş’um olay kendisi Adesi’de iken karısını Zebdiye’de gelip bulmuştu. Arif Bey 24-25 Mayıs’ı gecesi bir rüya görür; eşi hastalanmıştır. Ertesi gün izin alıp hemen Zebdiye’ye gitmek üzere yola çıkar. Telaş ve sıkıntı içinde, yanına aldığı bir kılavuz eşliğinde yine zorlu ve maceralı bir yolculukla beş konaklık yolu bir çeyrek günde alarak Zebdiye’ye varır. Ama geç kalmıştır. İsmini hâlâ bilmediğimiz eşi iki gün önce, kendisini rüyasında gördüğü gün vefat etmiştir. Arif Bey Zebdiye’de eşinin ancak cenazesine yetişebilmiştir. Sonradan öğrendi-ğine göre, Zebdiye’den yollanan ve eşinin hastalığını bildiren, izin alıp acilen gelmesini isteyen telgraf dört beş gün gecikerek ulaşmışmış Adesi’ye.

Süveyş ve Kızıldeniz’e kurban verdiği kızından sonra şimdi de Yemen eşini kendisinden almıştır!

Arif Bey karısına son dinî vecibelerini yerine getirir. Bu arada öğreniyoruz ki, karısı geride daha yaşını yeni doldurmuş bir oğlan çocuğu bırakarak öbür dün-yaya intikal etmiştir. Yemen koşullarında ve çoğunca kocasından uzakta geçirdi-ği, belki artık tamamen yalnız, bu süre içinde kocasına bir oğul daha vermeyi başarmış ama birlikte daha uzun bir hayat sürdürmek kısmet olmamıştı kendisi-ne.

Oğlunu daha uzun süre bağrına basmak Arif Bey’e de kısmet olmaz ne yazık ki. Bir anda “annesiz ve bakımsız kalmış” olan ve bu hikayede annesi gibi ken-disinin de ismini öğrenemediğimiz henüz bir yaşındaki oğul da, babası kendisine yetişene kadar tutunabilmişti hayata; babası onu da hasta bulmuştu. Gösterilen bütün özen ve ihtimama rağmen çok geçmeden o da vefat eder. Arif Bey bir kez daha yıkılmıştır: “Bunun üzerine Zebdiye bana bir zindan oldu.”

IV

120. Alay 3. Tabur 1. Bölük Yüzbaşısı Mehmet Arif Bey, eşinin hastalandığı-nı rüyasında görüşünden tam 46 gün sonra görev yeri Abesi’ye geri döner. 5 Mart 1919 tarihine kadar görevine devam eder. Bu tarihte, bölge İngilizlerce işgal edildiğinde, mütareke ahkâmınca ve verilen emir gereğince, görev arkadaş-larıyla birlikte “o zamana kadar şan ve şerefini” korumaya çalıştıkları silaharkadaş-larıyla

(8)

birlikte yine Hudeyde’de İngilizlere teslim olurlar. Bir Osmanlı subayı hikayesi-nin Yemen safhası da burada böylece kapanır.

Mehmet Arif Bey artık Binbaşıdır, ama kendi deyimiyle “birinci evliliğinde Yemen’e giderken beraberinde götürdüğü ilk eşini, beş yaşındaki kızı Makbule’yi ve orada doğan bir yaşındaki oğlunu Yemen topraklarında kaybetmiştir. Kendi-sinin bu son bilanço cümlesinde eşi ve çocuklarının yanında kayınvalidesi de son kez karşımıza çıkar! Evet, onu da bu arada Yemen’de muhtemelen kızına eşlik ederken kaybetmiştir Arif Bey. Bir Osmanlı subayının beş yıllık Yemen görevinin ağır bilançosu iki kadının ve iki çocuğun hayatları oldu. Arif Bey aile-siyle gittiği Yemen’den ancak tek başına dönebildi.

Hikayenin gerisi meraklısının okuyacağı hatıratında yazılıdır. Bu hikayeye bi-zim son sözümüz ne olabilir? Aşağıdaki fotoğrafların altındakilerle yetinelim.

1919’da Yemen sonrası Mısır’da İngilizlerin elinde esarette (* işaretli olan Binbaşı Arif Bey). Çoğu binbaşı ve yarbay olan elli subay ile bir o kadar sivil memur ve beş yüz erden oluşan esirler grubuna âmirlik yaptığı esnada çekilmiş olmalı. Ardından 66 gün

Süveyş’te karantina kamplarında kalıp nihayet Tura kampına naklolundu. Eğer isim benzerliği değil ve sözünü ettiği yer “Ayn Tura” ise, Halide Edib’in bir ara yönettiği

(9)

Yemen’den sonra bir süre İstanbul’da görev yapan, ardından Ankara hükümetinin hizmetine geçen, Merkez Ordusu’nun emrinde Rum çetelerine karşı mücadele etmek

üzere Çorum’da bir tabur teşkil eden Binbaşı Mehmet Arif Bey, Kurtuluş Savaşı’nın son safhasında emrindeki birliğiyle Garp Cephesi’ndeki muharebelere de katılır. Savaşın ardından 1922 yılında izinli olarak geldiği ve Ermeni mahalleleri çoktandır birer hayalete dönmüş olan memleketi Harput’ta akrabası Müftü Alâfdarzâde Mahmud Kâmil

Efen-di’nin kızı Nadire Hanım’la ikinci evliliğini yapar. Bu evliliğinden ilk çocuğu 29 Ekim 1923 günü dünyaya gelir ve ismini bu mutlu günün şerefine Müşerref koyar. Yukarıdaki fotoğrafta yeni ailesi efradıyla gördüğünüz Mehmet Arif [Seyhun] Bey artık Albay’dır ve bu fotoğraf yaş haddiyle emekli olmasına rağmen, İkinci Cihan Harbi sebebiyle tekrar göreve çağrıldığı sıralarda çekilmiştir. Albay Arif Bey’in Dersim’de başlayıp Yemen’de devam eden “maddi ve manevi zorluklar ve mahrumiyetlerle” geçen hayatının erken aşamalarında yaşadığı acılar, belli ki biraz melankolik olan tabiatını daha da pekiştirmiş

görünüyor. Yanında oturan her daim mütebessim çehresiyle Harput Müftüsü Kamil Efendi’nin kızı, ikinci eşi Nadire Hanımı, hayata yeniden başlaması için Tanrı’nın ken-disine bahşettiği bir lütuf olarak gördüğü olmuş mudur acaba? Ya çocuklarının gözle-rindeki, belki babalarından kendilerine sirayet etmiş o derin bakışlardaki hüzne ne demeli? Yoksa bu fotoğraf çekilirken Yemen’de bıraktığı ilk ailesi ve küçük kızı Makbu-le’nin hayali bir an olsun geçmiş olmasın zihninden? Belki bu resimdeki çocuklarına her

(10)

Bu yazının tek kaynağı için bkz. Piyade Tuğbay Gâzi Mehmet Arif Seyhun, Katıldığım Dört Savaş ve Yaşam Öyküm, haz. Müşerref Seyhun (Ankara: Kültür Bakanlığı, 2000).

Albay Mehmet Arif Bey’in, nadiren gülümseyen yüzünü az biraz ve sadece bu fotoğrafta görüyoruz. Onu da Harp Okulu’ndan arkadaşlarıyla buluştuğu 23 Mayıs 1945 tarihli bu fotoğrafa saklamış sanki. Ama hep aynı görev adamı; aynı tevazu; belki hayatın kendisine

sundukları ve elinden aldıkları karşısındaki eziklik ve hüzün! Bu arkadaşlarıyla başka tarihlerdeki buluşmalarında çekilen fotoğraflarında ise yine ciddi ve hep üniformalı, hep kenarda veya arkada. Sanki o üniforma hem sığınağı hem hayat karşısında tek dayanağı,

Referanslar

Benzer Belgeler

Yoksa gidip Sinağrit Baba oltayı kesmiş, biraz sonra Si­ nağrit Baba tutulduğu zaman kim kesecek.. Kim akıl ede­ cek yakamozu

Bunu anlamak, görmek çok yararlıdır.» Sayın Akbal, yıllardan beri bizi bir .yerlere İtmeye ya da çekme­ ye çalışanlara alıştık artık.. Cehov

Havuz suları organik maddelere ve dezenfektanlara ek olarak ter, saç, deri, idrar ve yüzücülerin kullandığı kozmetik ve güneş koruyucular gibi maddeler barındırır.”

Özellikle İnternet kullanımı için tasarlanmış bu sınıftaki dizüstü bilgisayarların, standart dizüstülere göre daha düşük çözünürlüklü ve daha küçük.. ekranları

Daha sonra Cumhurbaşkanlığı Filar­ moni Orkestrası, yeni kurulan Devlet Konservatuarı ve Devlet Operası’nda çeşitli görevlerde bulunan Alnar, Atina Devlet,

Fizikçiler 1995’te Bose-Einstein Çökeltisi (BEC) denen, soğutulmuş atomların aynı kuantum durumuna gi- rip tek bir "süperatom" gibi davrandık- ları bir

Bu çalışmada, tedavi naiv non-sirotik KHB hastalarında, serum sklerostin düzeyleri değerlendirilerek serum sklerostin düzeyi ile kemik mineral dansitometri skorları

Bir taraftan modernleşme unsurlarını içinde barındırırken diğer taraftan da muhafazakâr/gelenekçi unsurları da bünyesinde barındırması sebebiyle Konya, din