• Sonuç bulunamadı

Ulusal Kimliğin İnşası Sürecinde Türk Romanında “Kötü Yol” İmajı Olarak Sinema

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Ulusal Kimliğin İnşası Sürecinde Türk Romanında “Kötü Yol” İmajı Olarak Sinema"

Copied!
10
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

TÜRK ROMANINDA “KÖTÜ YOL” İMAJI OLARAK SİNEMA

Gizem Akyol

*

CINEMA AS AN IMAGE OF MORAL CORRUPTION IN THE PROCESS OF BUILDING A NEW IDENTITY

ÖZ: Cumhuriyet’in ilk yıllarında sinema, yalnızca bir eğlence olarak değil, eğitici ve öğretici niteliği de bulunan bir terbiye vasıtası biçiminde değerlen-dirilmiştir. Bu dönem, İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e, yeni toplumsal düzenin yerleştirilmeye çalışıldığı ve aynı zamanda yeni bir kimlik inşasının söz konusu olduğu bir dönemdir. Sinemanın, toplumun ahlâkî yapısını olumsuz etkilediği-ni düşünen bazı yazarlar, Cumhuriyet Batılılaşmasıyla birlikte düşündükleri bu konunun, toplum tarafından algılanış biçimini eleştirmişler ve dolayısıyla Cum-huriyet Batılılaşmasının yanlış yorumlanışına işaret etmişlerdir.

Anahtar Kelimeler: Kadın, roman, sinema.

ABSTRACT: In the first years of Republic the cinema was not only utilized as an entertainment but also as a means of education. This period beheld a new social order in the the process of transformation from the empire to republic, and also the emergence of a novel identity. Some authors, who believed that the cinema was disintegrating the moral values in society, questioned the way society viewed the issue in terms of westernization Project of the republic and consequently laying stress on the mis-interpretation of republic westernization. Keywords: Woman, novel, cinema.

Yeni Türk Edebiyatı Dergisi, Sayı 7, Nisan 2013, s. 93-102 * Dr., Kültür Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi.

(2)

...

Toplumdaki sosyal, kültürel ve siyasal değişimlerin, söz konusu toplumun fert-leri tarafından doğru bir şekilde benimsenmesi zaman alan bir süreçtir. Bu süreç, beraberinde birçok sıkıntının yaşanmasına sebep olabilir. Cumhuriyet’in ilanından sonra siyasal değişime paralel olarak sosyal ve kültürel alanların tamamını kapsayan pek çok değişim de toplum tarafından kabul edilmeyi beklemiştir. Bu dönemde siyasi iktidar edebiyat, tiyatro, sinema, gazete ve radyo gibi kültürel ve teknolojik araçlar vasıtasıyla, benimsetmek istediği değerleri yaygınlaştırmak ve ulusal bir kimlik ya-ratmak için seferber olmuştur.

Söz konusu araçlar içinde sinema, Cumhuriyet’in ilk yıllarında sadece eğlen-dirici bir araç değil, eğitici ve öğretici niteliği ön planda olan, yeni bir insan ve toplum yaratılmasında etkili bir sanat ve adeta bir “propaganda aracı” olarak kabul edilmiştir. Bu dönemde, siyasi iktidarın sinema ile ilgili bazı projeleri olmuş; ancak bunlar, ekonomik açıdan ülkenin içinde bulunduğu durum ve devletin dış kaynaklı projelere tedirgin yaklaşması gibi sebepler yüzünden hayata geçirilememiştir.1 Bu projelerden biri olan “ibret yerleri”nde, sinema ve tiyatrolarla halkın sosyo-kül-türel seviyesinin yükseltilmesi ve aynı zamanda da gösterilen temsiller sayesinde gerçek anlamda “ibret” almaları hedeflenmiştir.2 Ayrıca, bazı propaganda filmleri aracılığıyla ülkenin dışarıda tanıtılması düşünülmüştür. Örneğin, 1931 yılında bir Amerikan şirketinin Türkiye’yi tanıtmak amacıyla propaganda filmi yapma talebi, dönemin siyasi kadrolarınca olumlu karşılanır. Çünkü bu filmle imparatorluktan yeni bir devlete geçişte yaşanan Türk inkılâp hareketinin gücü, dünyaya duyurul-mak istenir.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında sinemayla ilgili konulardan biri de sansür meselesi-dir. O yıllarda, sinemada gösterilen filmler, ahlâk kurallarına ve kamu düzenine uyup uymadığı noktasında denetlenmeye başlanır.3 1939 yılındaki Sansür Nizamnamesine göre, herhangi bir devletin siyasi propagandasını yapan; herhangi bir ırk ve milleti tezyif, dost devlet ve milletlerin hislerini rencide eden; din propagandası ve millî reji-me aykırı siyasi, iktisadi ve içtimai ideoloji propagandası yapan; umumi terbiyeye ve ahlâka aykırı bulunan; askerlik şeref ve haysiyetini kıran; memleketin emniyeti bakı-mından zararlı olan; suç işlemeye tahrik eden filmlerin gösterilmesine izin verilmez.4 1 Öztürk, Serdar, Erken Cumhuriyet Döneminde Sinema, Seyir, Siyaset, İstanbul: Elips Yayınları, 2005,

s. 62.

2 Öztürk, Serdar, “Erken Cumhuriyet Yıllarında Sinema Konusunda Başarısız Kalmış İki Girişim:

Çe-kilemeyen İki Propaganda Filmi ve İbret Yerleri Projesi”, Selçuk Üniversitesi İletişim Dergisi, Cilt 3, Sayı: 3, 2004, ss. 77-82.

(3)

Sinemanın toplum üzerinde etkili bir güç olduğu yönündeki bu düşünceler, özellikle 1930’lu yıllardan sonra yazılan bazı romanlara da yansımıştır. Bu romanlarda sine-manın, “batılı” bir eğlence aracı olarak, gençlerin ve genel olarak toplumun ahlâki yapısına zarar verebileceği üzerinde durulmaktadır. Romanların yazıldığı tarihler göz önünde bulundurulduğunda, bu tarihlerin Cumhuriyet’in ilk yıllarında değişen de-ğerlerin toplum tarafından henüz hazmedilmediği yıllar olduğu görülür. Romanlar-da, Cumhuriyet dönemindeki Batılılaşmanın bir sonucu olarak yansıtılan sinemanın olumsuz etkilerine işaret eden yazarlar, Cumhuriyet’ten sonraki alafranga modaların yaratabileceği kültürel yozlaşmanın tehlikelerini vurgulamaktadırlar. Bu romanlarda, sinemanın genel olarak kadınlar üzerinde etkili oluşu dikkat çeker. Gerçeklerle bağ-larını yitirecek kadar sinemaya düşkün olan kadınlar için sinema, hayallerini besle-yen bir unsur olarak gösterilir. Sinema ile kadın arasında kurulan böylesi bir ilişki, Tanzimat romanlarında, okudukları romanların etkisiyle birtakım hayallere kapılan kadın karakterlerini hatırlatır. Mehmet Celal, 1895’te yazdığı Roman Mütalaası adlı küçük risalesinde, yazdığı romanları özellikle genç kızların okumasını istemediğini belirtmiştir. Çünkü ona göre romanlar, hassas ve kolay müteessir olan genç kızların duygu ve düşüncelerini bulandırmaktan başka bir işe yaramaz. 19. yüzyılda roman, “topluma sunduğu yaşama tarzı (modern hayat), zihniyet (bireyin özgür olarak var olması) ve insani ilişkiler (bedeni aşk, flört, ihtiras, ifşa, ihanet, kazanma hırsı vb.)” bakımından “geleneksel hayatın mazbut ve mahdut ortamı içinde 19. asır Osmanlı insanına ters gelmiş” ve kendi yaşama normlarına göre fazla serbest, baştan çıkarıcı ve dişi olarak algılanan bu “anormal tür” ahlâkilik olgusu odağında değerlendirilerek kadınlardan uzak tutulmaya çalışılmıştır.5 Nurdan Gürbilek de “Erkek Yazar, Kadın Okur” adlı makalesinde, erken dönem Türk romanlarında kadın okurun romandan etkilenmişliği üzerinde durur: “Ahmet Mithat’tan, Yakup Kadri’ye, Hüseyin Rah-mi’den, Halit Ziya’ya, Nabizade Nazım’dan, Peyami Safa’ya yarım yüzyılı aşkın süre boyunca yayımlanmış romanların birçoğunda kadın kahramanın elinde bir ro-man vardır” diyen Gürbilek, bu roro-manlarda kadınları roro-man okumaya iten nedenlere değinerek romanlardaki kadın karakterlerin hayatı ve aşkı, okudukları romanlardan öğrendiklerini ifade eder.6 “Kitaptan kapma tutkularla” hareket ettikleri için de hüs-ranla biten sonlar bekler kadınları. Söz konusu durum, kadının Osmanlı İmparatorlu-ğu’ndaki sosyal statüsü ile ilgili bir sonuçtur. Osmanlı İmparatorluğu’nda Batılılaş-maya bağlı olarak yeni rol ve statüler edinen kadınları yeni değerlerden oluşan hayata hazırlayan unsurlardan biri de romanlardır. Osmanlı’da Türk kadını, geleneksel ola-rak aile kurumunun içinde algılanmış ve bu durum, “onların bireysel kimliklerinin

haneciler Derneği Bülteni, Cilt: 7, Sayı: 3-4, 1959, ss. 18-19.

5 Andı, Fatih, Roman ve Hayat, İstanbul: Kitabevi Yayınları, 1999, s. 35-36.

6 Gürbilek, Nurdan, “Erkek Yazar, Kadın Okur”, Kör Ayna Kayıp Şark, İstanbul: Metis Yayınları, 2007,

(4)

ve cinselliklerinin inkârına yol açmıştır.”7 Kadınlar, “realitede tadamayacağı gönül maceralarını, kolaylıkla yakalayamayacağı kadın-erkek yakınlaşmasını okuduğu romanlar vasıtasıyla muhayyile dünyasında” tanımıştır.8 Batı medeniyeti ve kültürü çerçevesinde oluşan, bu medeniyetin yaşam tarzını ihtiva eden ve bu özellikleriyle kadınlar üzerinde olumsuz birtakım etkileri olduğu düşünülerek ihtiyatlı yaklaşılan romanın yerini, Cumhuriyet’in ilk yıllarında aynı görevi icra eden sinema almıştır.

Erken dönem Cumhuriyet romanlarında sinema, asrî hayatın bir göstergesi ola-rak ele alınır. Sinemayı “misyoner” bir eğlence olaola-rak değerlendiren ve sinema gibi “cahilane bir Frenk mukallitliği”9 yüzünden gençlerin eski terbiyenin faziletlerinden uzaklaştığını düşünen Peyami Safa, Sözde Kızlar (1923) adlı romanında sinemayı Cerrahpaşa’da kendi halinde bir ailenin kızı olan Belma’nın “sınıf atlama” hayal-lerinin bir parçası olarak değerlendirir. Asıl adı Hatice olan Belma, küçüklüğünden beri sinemaya, artistliğe heves etmektedir. Filmlerde gördüğü hayatlara özenerek, ait olmadığı bir dünyanın içindeymiş gibi yaşamaya çalışır. Belma’ya göre sinema “süslü bir istikbal”e giden yolun başlangıcıdır. Sinema yıldızı olduğunda hayatının değişe-ceğine inanır ve bunu şu sözleri ile ifade eder: “Dehşet! Bir aktris ne serbesttir, ne iyi, ne rahat, eğlenceli yaşar! Eğer bir sinema filmine girebilirse, Avrupa’ya gider, Amerika’yı görür, para da kazanır, şöhret de olur, beğenilir de sevilir de alkışlanır da! Mükemmel, mükemmel, diyordum; ismimden başlayarak kendime ait her eski şeyi bıraktım. Hatice’ydim, Belma oldum. Cerrahpaşa kızıydım, Beyoğlu kadını oldum.”10

Yazarın Server Bedi adıyla yayımladığı Sinema Delisi Kız (1935) adlı romanın-da romanın-da Şehzadebaşı’nromanın-da “orta halli alaturka bir aile”nin kızı olan Sabiha’nın sinema tutkusu nedeniyle başına gelen olaylar anlatılır. Kendisini “sinema delisi” olarak ta-nıtan Sabiha, aktörlerle tanışabilmek umuduyla Beyoğlu civarında dolaşmaya başlar ve sinemadan çıktığı bir gün, ünlü bir aktör zannederek, Çıtkırıldım Sadık lakaplı ve genç kızları kandırıp tuzağa düşüren bir adamla tanışır. Sadık, Sabiha’nın kendisini ünlü bir aktöre benzettiğini anladığında, rejisörü ile birlikte Cumhuriyet’ten sonra değişen Türk kültürünün ele alınacağı bir filmin hazırlığı içinde olduğu yalanını uy-durur. Bu film için Sabiha’ya başrol teklif eder. Sadık’ın yalanlarına inanan Sabiha, “sinema yıldızı” olma umuduyla ailesini terk etmeye karar verir. Sadık’ın güya prova yapmak için kiraladığı apartman dairesinde yaşama fikri, ona doğal gelmeye başlar. Sabiha’nın içinde yaşadığı çevrenin ahlâki değerleriyle uyuşmayan davranışlarda bu-lunmasında ünlü bir aktör zannettiği Sadık’ın gözünde küçük düşme korkusu vardır. 7 Kadıoğlu, Ayşe, “Cinselliğin İnkârı: Büyük Toplumsal Projelerin Nesnesi Olarak Türk Kadınları”, 75

Yılda Kadınlar ve Erkekler, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, 1998, s. 100.

8 Andı, Fatih , a.g.e., s. 39.

(5)

Çünkü, “sözde aktör”ün, kendisini eski mutaassıp Türk kızları gibi zannetmesinden korkar. Ona göre asrî bir genç kız eğer kendi ahlâkına güveniyorsa her şeyi yapmakta serbesttir.11 Kendini bu şekilde teselli eden Sabiha, bir taraftan da ailesinin bu durum karşısında nasıl bir tavır sergileyeceğini düşünür. Bu içsel hesaplaşmanın bir yönü Beyoğlu-asrî hayat ise diğer yönü Şehzadebaşı ve ailedir. Sabiha, sinema aracılığıy-la Şehzadebaşı’ndan, Beyoğlu’na geçmiş ve bir anaracılığıy-lamda sınıf ataracılığıy-lamıştır. Ona göre Şehzadebaşı’ndan uzaklaşmak demek, geleneksel bir yaşam tarzından ve özellikle de “ev kadını” olmaktan kurtulmayı ifade etmektedir. Çünkü ev kadını, gözlerinin önüne ya saçları oğlan gibi kesilmiş bir besleme kızını ya kollarını dirseklerine kadar sıvayarak leğenin önüne eğilmiş bir çamaşırcı kadını ya da başına bir tülbent sararak elinde tavan süpürgesi ile örümcek ağlarını alan bir hizmetçiyi getirmektedir. Peyami Safa’ya göre inkılâptan sonra Türk cemiyeti büyük bir sarsıntı geçirmiş ve bunun sonucu olarak toplumdaki her şey (adetler, kıyafetler, kanunlar, vs.) değişmiştir.12 Bu değişen şartlar, Türk kadınının önüne iyi ve kötü her türlü imkânın kapısını açar. Yazara göre, cazibeleri temsil eden sokak, sinemaları ile kadını kendisine çekmekte ve evden uzaklaştırmaktadır. Romanda sinema, asrî hayatın icaplarından biri olarak gösterilir. Yazara göre, “taşan bir alâka ile merbut olmamak şartıyla sinema zararlı bir şey değildir.”13 Fakat ona göre, insanın bir düşmanı vardır: “İfrat.” Romanda, si-nemanın, genç kızları “kötü yol”a sevk eden, ifrat kapısını aralayan bir unsur olarak yansıtılışı dikkat çeker.

Mahmut Yesari’nin Su Sinekleri (1932) adlı romanında da sinemaya buna benzer bir bakış söz konusudur. Nuran, Fatma, Ayfer, Sabbek ve Dürdane “ayrı mekteplere gittikleri, nispeten ayrı semtlerde oturdukları halde, sinema hastalığı onları birbirine dert ortağı” etmiştir.14 Bu kızlar, tanıştıkları erkekleri film artistleri ile karşılaştırır-lar; bu karşılaştırma o kadar ileri boyutlara varır ki, neticede film artistinin kendisi ile birlikte olduklarını zannederler. Romanda, genç kızların içinde bulunduğu durum şu şekilde tasvir edilir: “Onlar, hayalleri içinde o kadar bunalmışlar, boğulmuşlardı ki ölülerin dirilmeleri imkânına, ihtimaline bile inanıyorlardı. En olmayacak şeyleri tabii gören bir imanları vardı. Esasen gördükleri, kendi hayallerinden başka bir şey değildi. Düşüne düşüne, araya araya dimağlarındaki hayalleri hakikatte mevcut görü-yor, daha doğrusu benzetiyorlardı.”15

Peyami Safa’nın romanlarında olduğu gibi Su Sinekleri romanında da sinemayla ilgilenmenin genç kızlar tarafından bir sosyal statü göstergesi olarak algılandığı gö-rülmektedir. Sabbek, diğer arkadaşlarından farklı olarak oldukça yoksul bir ailenin 11 Safa, Peyami, Sinema Delisi Kız, İstanbul: Semih Lütfi Kitabevi, 1935, s. 22.

12 Safa, Peyami, Kadın Aşk Aile, İstanbul: Ötüken Yayınları, 1973, s. 180. 13 Safa, 1935, a.g.e., s. 122.

14 Yesari, Mahmut, Su Sinekleri, İstanbul: Sühulet Kütüphanesi, 1932, s. 16. 15 Yesari, a.g.e., s. 32.

(6)

kızıdır. Sabbek’in, arkadaşı Nuran’ı hazırlanırken seyrettiği sahne onun ruh dünyası hakkında bir ipucu verir: “Hayır, o ne eter koklamış, ne de başı ağrıyordu! Orada Nuran’ın hazırlanmasını seyrederken hastalanmıştı. Ağrıyan, başı değil, kalbi idi. Ne zaman arkadaşının yatak odasına girse, meçhul, karışık ümitlerle renklendirilmiş, çiçeklendirilmiş, ışık ışık yanan hülyaları sönüp solup sararmaya başlar, ta içinde onulmaz çöküntüler duyardı.”16 Nuran’ın odasında gördüğü her şey, Sabbek’e kendi odasının fakirliğini hatırlatır. Onun için sinema, hem hayal âlemine kapı aralayarak içinde bulunduğu yoksulluğu unutturan hem de zengin arkadaşlarıyla arasındaki or-tak tek konu olması bakımından önemlidir. Bunun yanı sıra Sabbek’e göre sinemaya ilgi duyan genç kızlar dikiş diken, kitap okuyan, ev işlerine meraklı ve bu özellikle-rinden dolayı “ruhen bayağı” olan kızlardan değildir.17 O, bu tür kızların geleneksel olduklarını düşünür ve sinema gibi modern bir eğlenceyle ilgilenen kişilerin bu gele-neksellikten kurtulabileceklerine inanır.

Gerek Peyami Safa’nın romanlarında ve gerekse Mahmut Yesari’nin romanın-da sinemanın olumsuz etkilerine açık olan gençler, aileleri tarafınromanın-dan romanın-da yeterince ilgi görmezler. Bilindiği gibi Cumhuriyet’in ilk yıllarında aile kurumunun sağlıklı olması, toplumun ilerlemesi için ön koşul olarak düşünülmüştür. Bu romanlarda bir “sokak” eğlencesi olarak sunulan sinema, ailevi ilişkileri zedeleyen bir unsur gibi de gösterilmektedir. Sinema Delisi Kız romanında Sabiha’nın babası, sinema yaygınlaş-tığından beri kız çocuk yetiştirmenin zor olduğundan yakınır.18 Su Sinekleri’nde ise Batı özentisi bir ailenin kızı olan Dürdane’nin sinema tutkusu, “hazımsızlık kurba-nı şımarıklardan” olan ailesiyle ilişkilendirilir.19 “Kendi nefsine karşı bile samimi” olmayan bu aile, Dürdane’nin fakir ailelerin kızları ile gezmesini ister. Çünkü bu durum, gururlarını okşamakta, “maziden yaralı hasta benliklerine şifa” olmaktadır. Yazar, onların evlerini de bir bedesten dolabına benzetir. Bir tarafta Frenk işi halılar, tabureler, diğer tarafta da eski tezhipli levhalar... Bu ortamda yetişen çocuklar da tıp-kı evlerindeki eşyalar gibidir: “İrfanları, babalarının, analarının izanları, görenekleri gibi renk renktir, birbirini tutmaz. İngiliz Misi’nden Fransızca öğrenirler, piyanistten keman meşk ederler. Senfoniye çalışır, fokstrot çalarlar.”20 Fatma’nın annesi Nezahat Hanım ise, geceleri evden çıkmakta ve içkili yerlerde ahlâk dışı ilişkiler yaşamakta-dır. Fatma, annesinin ne iş yaptığını bildiği halde buna göz yumar. Çünkü aralarında bir çeşit “günah arkadaşlığı” vardır.21 Ayfer’in anne ve babası ise “yalnız kendi his-lerinin, menfaathis-lerinin, zevkhis-lerinin, planlarının ve hilelerinin birleştiği noktalarda” 16 Yesari, a.g.e., s. 41.

17 Yesari, a.g.e., s. 22. 18 Safa, 1935, a.g.e., s. 45. 19 Yesari, a.g.e., s.70. 20 Yesari, a.g.e., s.73.

(7)

Ayfer’e ihtiyaç duymaktadır.”22 Romanlardaki bu kızlar için sinema, “harikulade bir hayat”ın başlangıcıdır. Sahip olmadıkları hayatları sinemanın sunduğu renkli bir dün-yanın içinde ararlar ve gerçeklerle yüz yüze geldiklerinde “dağılıveren hayallerinin, vehimlerinin, hülyalarının acı tortusu” ile baş başa kalırlar.23

Romanlarda dikkat çeken noktalardan biri de roman karakterlerinin gerçekle bağlarını yitirecek kadar hayalperest olmalarıdır. Sinema ve psikiyatri arasında bir ilişki kuran araştırmacılar, sinemanın da psikiyatri gibi insan duygularını, düşünce-lerini, davranışlarını ve dürtülerini odak noktası aldığını belirtirler.24 Romanlarda sinema, karakterlerin hayal dünyalarını besleyen olumsuz bir unsur olarak gösteri-lir. Su Sinekleri romanındaki gençlerin sinema afişleri toplaması ve kendilerini bu afişlerdeki aktör ve aktristlerle özdeştirmeleri, söz konusu psikolojik durumun ifa-desidir. Romanda sadece kızlar değil, erkekler de sinema afişi toplar. Yazara göre bu erkekler, Allah’ın yarattığı şekli beğenmeyip, kabul etmeyip kendilerini “sinema kapılarını süsleyen artist fotoğraflarına benzetmeye uğraşan ve kısmen de muvaffak olan çocuklar”dır.25 Yazar; “Turhan Tahir, Duğlas’a benzemeye uğraşıyordu. Vamık Behçet İvan Petroviç; Ekrem Besim Ramon Novarro; Naim Naci Con Jilbert; Hüsrev Hakkı da Valantino idi. Fakat bu özeniş, benzeyiş, benzetiş, kendi hayallerinin do-ğurduğu bir vehimden başka bir şey değildi” şeklindeki sözleri ile söz konusu genç-lerin içinde bulunduğu durumu özetler ve her birini “karanlıklardan ışığa doğan” ve “kendi hayallerinden başka renk, başka ışık görmeden gene karanlıklara” dönen su sineklerine benzetir.26

Kendini sinema yıldızları ile özdeşleştiren hayalperest kişiler Safiye Erol’un

Kadıköyü’nün Romanı’nda (1939) da vardır. Hassas bir kişiliğe sahip olan Nesrin,

çocukluk arkadaşı Necdet’e âşıktır. Necdet ise onu bir kardeş gibi sever. Ailesi tara-fından her isteği yerine getirilmeye alışmış olan Nesrin’in en büyük eğlencesi sine-madır. “Beyaz mobilyalar, mavi döşemeler, pembe abajur”lar, “bebekler, oyuncaklar, ayılar, boynu kurdelalı köpekler”le dolu olan odasının duvarlarını sinema aktörlerinin fotoğrafları ile süsler.27 Necdet’in Charles Rogers’a benzediğini düşünür. Necdet’ten beklediği ilgiyi göremeyince Charles Rogers’a olan hayranlığı artar ve bu hayranlık daha fazla hayallere kapılmasına sebep olur. Romanda sinema hayalperest ve hassas bir ruh haline sahip olan Nesrin’in hayallerini besleyen bir unsur olarak ele alınmak-tadır. Sinema afişleri ve bu afişlerde görülen güzel kadınların ve yakışıklı erkeklerin 22 Yesari, a.g.e., s. 117.

23 Yesari, a.g.e., s. 228.

24 Glen, Gabbard, O.-Krin, Gabbard, Psikiyatri ve Sinema, (Çev. Yusuf Eradam), İstanbul: Okuyan Us

Yayınları, 2001, s. 13.

25 Yesari, a.g.e., s. 177. 26 Yesari, a.g.e., s. 337.

(8)

çağrıştırdığı renkli dünyalar ile yaşanılan hayatın maddi ve manevi eksiklikleri ara-sındaki tezat, roman kahramanlarını sinemanın olumsuz etkilerine açık kılmıştır.

Bilindiği gibi romanlar, hem içinde bulunulan sosyal şartları yansıtmakta hem de “devrin hâkim unsurlarına yönelik toplumsal değiştirme gücü olarak fonksiyon icra etmektedir.”28 Sinemanın toplumsal yozlaşmaya sebep olduğunu düşünen bazı yazarlar, söz konusu durumun önüne geçmek için birtakım tekliflerde bulunurlar. Bu yazarlardan biri olan Yakup Kadri, Ankara (1934) adlı romanında sinemanın top-lumsal bir amaca hizmet etmesi gerektiğini ileri sürer. Bu bağlamda, sinemanın hem yapımcılar hem de izleyiciler tarafından doğru bir biçimde algılanması yönünde uya-rıları olur. Üç bölümden oluşan romanın üçüncü bölümünde yazar, görmek istediği Türkiye’yi tasvir eder ve bir gün sinema filmlerinin “Anadolu’nun bir yerinde bir ba-taklık kurutuluşunu, yeni bir demiryolu hattı üstünde ilk trenin işleyişini veya Seyhan sahasındaki pamukların Kayseri bez fabrikalarına gelip oradan beyaz patiska veya renkli basma halinde çıkışını gösteren millî aktüalite filmleri”nin, “sinema salonlarını alkış ve sevinç çığlıklarıyla çın çın” çınlatacağını hayal eder.29 Kötü sinema filmleri-nin, kötü kitaplar ve danslar gibi “bir genci daha yirmi yaşını bitirmeden iliğine kadar çürümüş bir sefihin karanlık maneviyatına” düşürdüğünü belirten Yakup Kadri, böyle bir genç için hayattaki “bütün temiz ve masum heyecan kaynakları”nın kuruduğunu düşünür.30 Yazar, yeni Türkiye’nin dayandığı maddi ve manevi temellerin halka anla-tılmasında, millî kültürü yaymak ve millî şuuru uyandırmak için verilecek mücadele-de sinemaya da önemli görevler düştüğünü vurgular.

Enis Avni Akagündüz’ün Yayla Kızı (1945) adlı romanında da sinemanın, millî bir amaca hizmet ettiğinde, toplumu olumlu yönde etkileyebileceğine işaret edilir. Sakarya Savaşı’nda şehit düşen Mehmet Çavuş’un kızı olan Petek, babası öldükten sonra annesi ile birlikte Yozgat’a taşınır ve bir süre sonra iş bulmak üzere Ankara’ya gider. Burada, hasta annesine para gönderebilmek için bir barda çalışmaya başlar. Ünü gittikçe artan; ancak bozulan işleri nedeniyle İstanbul’a yerleşmeye karar veren Petek, Samuel Bensuan adında eski bir sinema yapımcısı ile tanışır. Galatasaray’dan iyi bir derece ile mezun olarak, Beyazıt Hukuk Mektebi’ne devam eden Bensuan, Sorbon’u bitirmiştir. II. Abdülhamit devrinde baş müteahhit olan babası ölünce, bü-yük bir servetin sahibi olur; o dönemde bir “salgın” halini alan dans ve sinemayla ilgilenir.31 Amerikalılarla anlaşarak film komisyonculuğu işine başlar. Petek’i sinema ile tanıştıran Bensuan, onu bir Greta Garbo olacağına ikna eder. Romanda Beyoğlu, kültürel yozlaşmanın yaşandığı, sinema gibi eğlencelerin yaygın olduğu bir mekân 28 Şan, Mustafa Kemal, “Türk Modernleşmesine Romandan Bakmanın Önemi Üzerine”, Edebiyat

Sos-yolojisi İncelemeleri, Editör, Köksal Alver, İstanbul: Hece Yayınları, 2004, s. 122. 29 Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Ankara, İstanbul: İletişim Yayınları, 2004, s. 181. 30 Karaosmanoğlu, a.g.e., s. 220.

(9)

olarak yansıtılmaktadır. Petek, Beyoğlu’nda gördüğü yaşam tarzını “kepazelik” ola-rak nitelendirir ve kendini bu yaşam tarzına yakınlaştıran bir unsur olaola-rak gördüğü sinemadan uzaklaşmaya başlar. Yazar, bu romanda Cumhuriyet’in ilk yıllarında sine-manın toplumda “tangoluk”32 olarak algılanışını eleştirmektedir.33 Petek’e göre sine-ma, millî ahlâka zarar vermemeli, kültürel birlik ve beraberliği güçlendirmelidir. Bu nedenle bir Türk binbaşısının kahramanlıklarını anlatan ve binbaşının, kızını Mustafa Kemal’e emanet ettiği senaryo teklifini kabul eder. Bu sayede vatanına hizmet ede-ceğine inanır.

Erken Cumhuriyet döneminde, toplumu modernleştirme anlayışı çerçevesinde düşünülen sinema, Batılılaşmanın, medenileşmenin temel araçlarından biri durumun-dadır. Romanlarda toplumun seciyesini bozduğu ve bir tür kültür istilasına ortam hazırladığı için eleştirilen sinemanın bu olumsuz etkileri karşısında adeta bir “ulusal sinema” kavramı önerilir. Bu bağlamda sinema, ‘millîleştirici’ işlevi ağır basan bir kurum olarak kullanılabilecektir. Bu sayede ise bir kimlik ve kültür ortaklığının inşa-sında önemli yeri olacaktır.

KAYNAKLAR

Akagündüz, Enis Avni, Yayla Kızı, İstanbul: Ötüken Yayınları, 1945. Andı, Fatih, Roman ve Hayat, İstanbul: Kitabevi Yayınları, 1999. Erol, Safiye, Kadıköyü’nün Romanı, İstanbul, 2007.

Glen, Gabbard, O.-Krin, Gabbard, Psikiyatri ve Sinema, (Çev. Yusuf Eradam), İstanbul: Oku-yan Us Yayınları, 2001.

Gürbilek, Nurdan, “Erkek Yazar, Kadın Okur”, Kör Ayna Kayıp Şark, İstanbul: Metis Yayın-ları, 2007.

Kadıoğlu, Ayşe, “Cinselliğin İnkârı: Büyük Toplumsal Projelerin Nesnesi Olarak Türk Ka-dınları”, 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, 1998.

Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Ankara, İstanbul: İletişim Yayınları, 2004.

Öztürk, Serdar, “Erken Cumhuriyet Yıllarında Sinema Konusunda Başarısız Kalmış İki Giri-şim: Çekilemeyen İki Propaganda Filmi ve İbret Yerleri Projesi”, Selçuk İletişim Dergisi, Cilt 3, Sayı: 3, 2004, s. 77-82.

, Erken Cumhuriyet Döneminde Sinema, Seyir, Siyaset, İstanbul: Elips Yayınları, 2005. Safa, Peyami, Sinema Delisi Kız, İstanbul: Semih Lütfi Kitabevi, 1935.

, Gençliğimiz, İstanbul: Ötüken Yayınları, 1966. , Kadın Aşk Aile, İstanbul: Ötüken Yayınları, 1973. , Sözde Kızlar, İstanbul: Ötüken Yayınları, 1974.

32 “Tango” Peyami Safa’nın Sözde Kızlar adlı romanında, “dinini, milliyetini sevmeyen, mahallesine,

ailesine isyan eden; ırzını, namusunu satan, her günahı işleyen ve böyle Allah tarafından bin türlü hastalıklarla hırıldaya hırıldaya geberen mel’un karı” olarak tarif edilmektedir. Bu tarif, söz konusu yıllarda yazılan birçok romanda da kullanılmıştır.

(10)

Şan, Mustafa Kemal, “Türk Modernleşmesine Romandan Bakmanın Önemi Üzerine”, Edebi-yat Sosyolojisi İncelemeleri, Editör, Köksal Alver, İstanbul: Hece Yayınları, 2004. Ulaş, Bahri, “Türkiye’de Film Senaryolarının Tetkiki ve Sinema Filmlerinin Kontrolü”, Türk

Kütüphaneciler Derneği Bülteni, Cilt: 7, Sayı: 3-4, 1959, s. 16-20. Yesari, Mahmut, Su Sinekleri, İstanbul: Sühulet Kütüphanesi, 1932.

Referanslar

Benzer Belgeler

Genel haci.z yolu ile takipte yap ılan değişildil<lerden birisi takibe itiraz- la ilgilidir. De ğişiklikten önce itiraz etmek isteyen ve zaman kazanmak isteyen kötü

[r]

醫療衛教 糖尿病視網膜病變 返回醫療衛教 發表醫師 吳廷郁醫師 發佈日期 2014/12/19  

Her ikisi de Sevillalı (İşbîliye) olan İbn Haccâc’ın el-Mukni fî el-Filâha’sı (Ta- rımcılık Üzerine Görüşler) ve İbn el-Avvâm’ın Kitâb el-Filâha’sı

*Student t- test for independent samples, Mann-Whitney U test and Chi-square test AF - atrial fibrillation, BMI - body mass index, CAD - coronary artery disease, DBP - dias- tolic

The Fenerbahce peninsula will be detached from the mainland by a canal 10 m wide to form an island with a cafeteria, a tea-garden, eight workshops, a filling station,

Edward Blak’ın üç oğlundan Almanya’da eğitim gören Ed­ mond Blak, Osmanlı ordusunda subaylık yapmış ve Blak Paşa olarak tanınmıştır. Blak Paşa,

20 yıl önce öldürülen gazeteci-yazar Abdi İpekçi'nin kızı Nükhet İpekçi İzet, babasının katillerine seslendi: Siz eski yaşamların üzerine yepyeni