SAYFA CUMHURİYET 20 AĞUSTOS 2000 PAZAR
HABERLER
Devrim ve demokrasiyle özdeşleşmiş
46
yıllık başyazarımızı ölümünün
9.
yılında
anıyoruz
Başyazarımız Nadir Nadi, Cumhuriyet’in kuruluş yıldönümlerinden birinde Cumhuriyet Vakii Başkam eşi Berin Nadi ile... Nadir Nadi, gazetemizi okurken... (Fotoğraf: CENGtZ CİVA)
► Yazılarımı izleyen okurlarım bu
kitabın başlığını görür görmez,
içeriğini de sezmekte güçlük
çekmemişlerdir. İlkin Atatürk
sevgisini yaşatmakta, sonra
Atatürkçülük kavramını yetişen
kuşaklara anlatmakta, öğretmekte
öylesine bir basmakalıplığa
düştük ki, doğrusu bize çağdaş
uygarlığın ufuklarını açan o
büyük adamın izini bugün
neredeyse yitirir duruma geldik.
Ölümünün 9. yılında 53 yülık başyazarımızı sev gi, saygı, özlemle anıyoruz. Aydınlannıacı, devrim ve demokrasi ile özdeşleşmiş Nadir Nadi’nin ölüm yıldönümleri, ödünsüz bir gazeteciyi, bir güzel in şam birkaç yazısından birkaç alıntı ile de olsa hiç tanımayan genç kuşaklara taşımak, tanıyanların anılarım tazelemek için araç oluy or.
Gazetemizin kurucusu Yunus N adi'nin ölü münden sonra gazetenin yönetimi sonımluluğu- nu da üstlenen, 1945-1991 yılları arasında başya zarlığım yaparak Atatürk ¿evrimlerinin, demok rasinin, evrensel insan haklan değerlerinin kök salması için çabalayan Nadir Nadi'nin yazılann- daıı alıntılarla özlem gideriyoruz».
Sokakta Gürültü Var!
Bir gürültüdür gidiyor.
Gazete satan çocuklar avaz avaz bağırıyorlar: Filan ordu falan cephede üç koldan ilerliyormuş. Yakında top sesleri kulaklarımızı sağır edecek.
Top sesleri.
Merakla okuyor, derin derin düşünüyoruz, önüm üzü görmeye vaktimiz yok. Elindeki gaze teye dalan genç mektepli, kaldırımın üzerinde gü neşlenen kedinin kuynığuna basıyor. Keyfi bozu lan hayvancağızda bir haykırış.
Küfiir eder gibi.
Karşıdan gelen beş kişilik bob-stil grubunun içinden kabadayı bir ses yükseliyor:
Behey mister bana bak! Kelleni heybene tak!
Ses o kadar gür ki. köşedeki kahvede uyukla yan han bekçisi yerinden oynuyor ve şaşkın göz lerini fini fini döndürüyor.
Sorgu çizgisi gibi.
Komşu apartmana briç oynamaya giden san saçlı, pembe yüzlü, elli beşlik şişman bayan, bay gın gözlerini, yanında süklüm püklüm yürüyen ji golodan ayınyor, nefes nefese soruşturuyor:
- Ne oluyoruz, ne var kuzum?
Yüz seneden beri, yüz bin doktrin arasında bey ni sulanan ak sakallı filozof, koluna giren gaze tecinin anlattıklarım dalgın bakışlarla dinledikten sonra:
- Ya! Öyle mi?
Diyor. Hayretten açılan ağzı bir kanş.
Gazete satan çocuklar bağırıyorlar: Kıyamet kopuyor. Yakında yer yerinden oynayacak.
Bir gürültüdür gidiyor.
Bu, sokaktan alınmış bir enstantanedir. Sakın onda şimdiye kadar görmediğiniz bir yenilik ara mayın. Hayatımızın bütün enstantaneleri birbiri nin eşidirler. İsterseniz bir tanesini elimize alalım, şöyle bir göz gezdirelim. İşte bakın! Yürüyoruz, duruyoruz, konuşuyoruz. Gülüyoruz, ağlıyoruz, sevmiyoruz. Yani vakit geçiriyoruz.
Yüz seneden beri yüz bin doktrin arasında bey ni sulanan ak sakallı filozof, üzüntü ile soruyor:
- Bütün gürültüler bunun için mi?
Ve hani harıl, sıkılanlan oyalayacak idealler anyor. Büyüklü küçüklü, irili ufaklı, her keseye elverişli idealler.
Buluyor mu bilemem. Fakat o da vakit geçiriyor.
(Nadir N adi’nin, kendisi için özel bir yeri ol duğunu söylediği, 1943 yılında basılmış “Sokak ta Gürültü Var!” adını taşıyan kitabından.)
Ben Atatürkçü Değilim
Yazılanını izleyen okurlarım bu kitabın başlı ğım görür görmez, içeriğini de sezmekte güçlük çekmemişlerdir. İlkin Atatürk sevgisini yaşat makta, sonra Atatürkçülük kavramını yetişen ku şaklara anlatmakta, öğretmekte öylesine bir bas- makalıplığa düştük ki, doğrusu bize çağdaş uy garlığın uftıklannı açan o büyük adamın izini bu gün neredeyse yitirir duruma geldik. Atatürk’ü, belli günlerde anılan, ölüm yıldönümlerinde ya sı tutulan bir totem kılığına sokar olduk.
Oysa böyle mi olmalıydı? Atatürk “Beni kalıp laştırın. Yontularımı döküp kent, kasaba alanları na dikin, arada bir önümde esas duruşa geçip se lamlayın, sonra da bildiğinizi okuyun!” mu de mişti? Böyle bir düşünce onun kafa yapısına, ya şam felsefesine uyar mıydı?
Atatürk, Tanzimat’tan bu yana içinde bocala dığımız Batılılaşma girişimlerinin başarısızlığını görmüş, çağdaş uygarlığa bir an önce ulaşabilme mizi sağlayacak temel koşulları gecikmeksizin yürürlüğe koymuş bir büyük adamdı.
Onun başardıklarından bir bölümünü daha ön
ceden öneren düşünürlerimiz, hatta birtakım gi rişimleri de deneyen devlet adamlarımız olmamış değildi. Ama bölük pörçük göze alman bu giri şimlerle bir sonuca varılamayacağı besbelliydi. Yaradılış gereği, Atatürk, sorunu kökünden çöz me yoluna gitti. Kurtuluş Savaşımızın başlangı cında “Ya istiklal ya ölüm” dememiş miydi? Bü yük utkundan sonra da çağdaş uygarlığa en kısa zamanda ulaşmamız gereğini her fırsatta yinele di.
Ne yazık ki onun 15 yılda başardıklarını, o gün den bugüne geçen 45 yıl içinde biz törpüleye tör- püleye büyük ölçüde zedeledik.
Gerileyişimizin nedenleri üzerinde çok şeyler ileri sürülebilir. Zaten çok şükür sürenlerimiz de var.
Bugün için yöneticilerimizi bekleyen en büyük görev, gençliğimizi bunalımdan kurtaracak ön lemleri bir an önce almaktır. Bunların başında da onu gerekli gereksiz Atatürk yontuları önünde saygı duruşuna zorlamaktansa ona özgür düşün cenin kapılarını açmak çabası gelmektedir. Ata türk ilkelerini basmakalıp sloganlarla gençliğe
ezberletmenin tutarlı bir yöntem sayılmayacağı nı, son 30-40 yılda gözlerimizle görmedik mi? Her 10 Kasım’da sinemaları, tiyatroları kapat makla, lokantalara içki yasağı koymakla, ölümün den bunca yıl sonra halka, özellikle gençliğe Ata türk sevgisi mi aşılayabiliriz? Atatürkçü olmadan da Atatürk’ü sevmek, takdir etmek olasıdır. Ga yet iyi anımsıyorum, düşüncesi düşüncesine uy madığı için Atatürk’ten ayrılan Hamidiye kahra manı R auf Orbay yıllar sonra bir gün bana “Ata türk olmasaydı İstiklal Mücadelesi’ni biz kazana mazdık” demişti. İçtenlikle söylenen bu söz, onu söyleyeni onurlandırdığı ölçüde, bugünkü ve ya rınki yöneticilerimize de ışık tutacak niteliktedir. Bırakın konuşsunlar. İsteyen hiçbir yapmacıklı- ğa gerek duymaksızın istediği gibi içini rahatça döksün. Atatürkçülüğe karşı savsanız da beğen mediğiniz düşünceleri hoş görünüz. Siyasal sava şımda sabırlı, tahammüllü olunuz. Gençliğe ken di kafasıyla düşünmeyi ve karşıt düşünceleri de hoş görmeyi öğretiniz. Çağdaş uygarlığın ilk ko şullarından biri de sanırım budur.
Gençliği seviniz.
► Atatürkçü olmadan da
Atatürk’ü sevmek, takdir etmek
olasıdır. Düşüncesi düşüncesine
uymadığı için Atatürk’ten ayrılan
Hamidiye kahramanı Rauf Orbay
yıllar sonra bir gün bana “Atatürk
olmasaydı İstiklal Mücadelesi’ni
biz kazanamazdık” demişti.
İçtenlikle söylenen bu söz, onu
söyleyeni onurlandırdığı ölçüde,
bugünkü ve yarınki yöneticilerimize
de ışık tutacak niteliktedir.
Gençliğe güveniniz.
Zaten başka neye güvenebilirsiniz?
(12 Eylül sürecinde yargılanmasına konu olan “ Ben Atatürkçü Değilim” başlıklı kitabının biti- riş yazısından. Elmadağ, 16 Şubat 1982.)
Dostum Mozart
Keman öğretmenim Profesör Kari Berger, İs tiklal Caddesi’ndeki işhanlanndan birinin son ka tında oturuyordu. Ve ben yatılı kaldığım Galata saray Lisesi’nden haftada bir gün, akşam tenef füsleri sırasında, müdürün özel izni ile çıkar, ye mek vaktinden önce.dönmek üzere keman dersi ne giderdim...
...kemanla aram iyi değildi. Sevdiğim, saydığım hocam Berger’e haftada bir koşa koşa gitmemin asıl nedeni, kapalı bir cezaevini andıran okuldan bir-iki saatliğine kurtulmak, kent kalabalığı için de kısa bir süre olsun özgürlüğün tadını tatmak tı... Elimde ikisi teknik, biri de klasik müzikle il gili üç nota vardı. Bu sonuncusu, hiç unutmam, Mozart’ın si bemol majör (K. 378) piyano-keman
sonatıydı... O akşam sonatın andante bölümünü ilk kez çalacaktım...
...Notayı sehpaya koydum ve çalmaya başla dım. Birinci temayı kafamdaki piyanist işliyor, bense ona kemanla eşlik ediyordum. Daha ilk no talarda içimi birden bir aydınlık kapladı. O ana de ğin ömrümde rastlamadığım harika bir şeydi bu. Sonatın bütün güzelliğini yudum yudum tadıyor dum. Sanki bir Tanrısal dile ilk kez kavuşmuştum. Yüz elli yıl önce yaşamış bir sanatçının insanla ra söylediklerini ben, aradan bunca zaman geç tikten sonra aynı inanç, aynı heyecanla kelimesi kelimesine yineliyor, adeta Mozart’la özdeşleşi yordum. Nefes alışlarım hızlanmış, yanaklanm pembe olmuştu...
lşhanının loş merdivenlerinden inip de ışıl ışıl parlayan İstiklal Caddesi’ne çıktığım zaman, bir saat önce özgürlüklerine imrendiğim insanlar şimdi beni ilgilendirmiyordu. Kendimi alabildi- ğ in i’özgftr duyuyordum. İçimin aydınlığı yanın da caddenin ışıklan sönük kalıyordu. Deminki inanılmaz müzik tüm varlığımı sarmıştı. O güzel liği yitirecekmişim korkusuyla vitrinlere bile bak maksızın doğruca okula döndüm. Benim için bu rası da artık bir tür cezaevi değil, koca bir saray dı.
Mozart tutkusu bütün varlığımı sarmıştı. Bu adamı yakından, çok yakından tanımalı, yaşamı nı ayrıntılarıyla öğrenmeli, yapıtlannı inceleme li, keman için yazdıklannı çalabilmeliydim...
...Kuşaklar gelip geçmiş, ama Salzburg doğum lu Wolfgang Amadeus Mozart, insanlara (renk, dil, din ayrımı gözetmeksizin) mutluluk dağıtma yı sürdürmüştür.
Biz de gelip geçiyoruz. Bizden sonrakiler de ge lip geçecekler. Ve Mozart bizlere sevgi, umut ve mutluluk dağıtmayı yine sürdürecek.
Hoşça kal büyük Mozart. Sevgili dostum be nim!
(“Dostum M ozart” kitabından kimi satırlar...)
Odessa
Şehri geziyoruz. Opera, İhtilal Müzesi, Stad yum, Richelieu’nün heykeli: Lenin, Lassal, Rosa Luxemburg caddeleri, daha ötede liman denilen çamur banyoları.
Sinema şeridi hızıyla önümden geçen bu man zaralardan, iki gün sonra hangisini hatırlayaca ğım?
Gözüm halkta. Ona bakıyorum. Onu duymak istiyorum.
Sokaklarda büyük bir kalabalık görülmüyor. Mağazaların vitrinleri pek zengin değil. En göze çarpan şey, her tarafta kadın işçinin bolluğu. Tramvay vatmanları -herhalde bunlara vatman dememek lazım-, biletçiler, satıcılar, sokak süpü- rücüleri, yüzde doksan kadın. Polislerden, bele diye memurlarından da kadın olanlan var.
Halk şık giyinmiyor. İpekli çorap yok gibi. Fa kat herkesin sırtında kalın paltolar, ayaklarında sağlam çizmeler var. Kadınlar -sokak süpürenler de dahil- ellerinden geldiği kadar iyi kötü boyan maya gayret ediyorlar. Yalnız, yüzlerde bir hüzün, bir neşesizlik fark etmemek kabil değil.
Şu sağlam yapılı ihtiyar neden böyle mahzun duruyor? Bu güzel genç kızın nesi eksik? Karşı kaldırımda, ikişer ikişer sıraya dizilmiş mektep ten dönen çocuklar niçin gülüşmüyorlar?
Onları susturan mı var?
Üşümedikleri, açlık ve sefalet çekmedikleri yüzlerinden belli oluyor.
O halde nedir bu surat?
Bana kalırsa neşesizliği buraya mahsus bir şey sanmak yanlış olur. Sanki İstanbul’da daha mı çok gülüyoruz? Viyana’da, Berlin’de, Paris’te pek mi eğleniyorlar?
Somurtkanlık devrimizin hastalığıdır.
Ne de olsa bu halkı daha iyi tanımak, daha iyi anlamak lazım. Fakat bilmem on beş-yirmi gün de ne yapılabilir?
Lenin’in Maksim Gorki’ye söylediği söz meş hurdur: “Rusya’yıokadar az tanıyorum kLSimb- risk’te, Kazan’da, Petersburg’da bulundum ve bir kaç sürgün yeri gördüm. İşte hemen hepsi bu!”
168 milyonu on beş günde anlamaya kalkmak olmaz.
Onun hakkında doğruya yakın bir fikir edine-bilsek...
(1935 yılı sonunda gittiği ve 1936 yılı başında C um huriyetle yayımlanan röportajından. Daha sonra “İki Sovyet Rusya ve Pblonya” başlığı ile ki tap olarak yayımlandı.)