• Sonuç bulunamadı

Anılar - notlar:Abdülhak Şinasi Hisar - Ahmet Haşim

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Anılar - notlar:Abdülhak Şinasi Hisar - Ahmet Haşim"

Copied!
6
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Anılar - Notlar :

T T

-ABDÜLHAIC ŞÎNASİ H İSA R - AH M ET HAŞİM

SAMÎ N. ÖZERDİM

I. A. Ş. HİSAR

Evde birkaç gün kapalı kalmamızı buyuran bir rahatsızlık, saatleri nasıl geçireceğimizi sorun haline sokar. Kendimizi bir kitabın üzerinde yoğun- laştıramayız. Okumak değil, oyalanmak gerekmektedir. Duvarları dolduran binlerce kitap karşısında, dolabındaki giysilerin bolluğu önünde hangisini seçeceğini bilemeyen şımarık bir genç kadın gibi kımıltısız, anlamsız kalı­ rız. Oysa, baştan sona karıştırılmakla baştan sona okunmuş sayabileceğimiz kitaplar vardır. İçinden bir tümce, bir parça bularak bundan bir yazı çıka­ racağımız kitaplar vardır. Kitaplar vardır, sayfalarını karıştırdıktan sonra, arkadaşımıza anlatacak konular toplarız. Günü geçirten, saatleri yeğnik- leştiren, üstelik boşa harcatmayan bu tür okumaları yabana atamayız.

Sermet Sami Uysal’ın Abdülhak Şinasi Hisar (1961) adlı kitabı, bana hem saatlerin ağırlığını unutturdu, hem de Hisar’la geçmiş birkaç İstanbul gününü anımsattı. Kitabın önsözünü bitirirken, A.Ş. Hisar şunları eklemek­ ten kendini alamamış: “Sermet Sami Uysal’ın kitabında nice mevzular yer alırken, bu kitap içinde beni tatmin eden bir cihet var. Çok zamandır yeni bir metin karşısında bulununca nahoş, nâmülayim ve nâmübarek birçok keli­ meler duymaya alışmışızdır. Halbuki okuduğum bütün bu sahifeler arasın­ da nâhoş, nâmünasip, nahak, nâbecâ ve nârevâ bir kelime duymadığım için Sermet Sami Uysal’a müteşekkir kalıyorum.”

Belki başka şeyler de söylemek istemiştir bu kapalı tümcede; ben ise, öz Türkçe sözcükleri anlatmak istediğini sanıyorum. Bu nedenledir ki, bir­ den, o günlerde bana: “Bu yenileri beğeniyor musunuz?” diye sorduğu çağ­ rışımı, anılarımı yeniledi. Yeniler, o günlerde iktidara geçmiş olan Demok­ rat Partililer idi. Hisar, ben susarken, ekleyivermişti: “Ben beğeniyorum.” Belki ardından gerekçesini de söylemişti! Günü gününe not tutma alışkanlı­ ğımızdan yoksun olmanın bize neler yitirdiğini sık sık yazarım. Her ne ise... Onun, o günlerde “nâmülayim” bulduğu öz Türkçeye karşı savaşla işe baş­ layan, Anayasa’yı yeniden Teşkilât-ı Esasiye’ye çeviren (sonraları Millî Müdafaa Vekili’nin, Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti tamlaması ile ne yapacağını bilemeyerek değişikliklere gittiği de unutulmamıştır) bir hü­ kümete, bir meclise yakınlık duyacağı doğaldı. Hisar’ın bendeki izlenimleri öylesine yumuşak ki, işin bu yanını geçiyorum. Bugün birdenbire gerilerde kalmış olmasına en başta dili neden olmuş olabilir. Oysa, geçmişe karışmış

(2)

SAMİ N. ÖZERDİM 469

tatlı günlerin anılarını ustaca yazmış bir yazar olarak, zaman zaman suyun yüzüne çıkacaktır. Nurullah Ataç’ın vaktiyle onu beğenmiş olmasını da bu arada yazıvereyim. Her halde 1940’larda idi. Fakültede okuyordum; Abdlil- baki Gölpmarlı’nın çevresindeydim. Bir gece -İkinci Dünya Savaşının ka­ rartmak gecelerinden birinde- aralarında Ataç’ın da bulunduğu bir toplu­ luk Ankara caddelerinde dolaşıyor, söyleşiyordu. Ataç: “Tiirkçeyi en iyi yazan kimdir?” diye sormuş; herkesin susup kendisine baktığını görünce yanıtı vermişti: “Abdülhak Şinasi Hisar.”

İşte, yukarıda andığım 1950 sıralarında, rahmetli kardeşi Selim Nüzhet Gerçek’in geride kalan kitaplarım Millî Kütüphaneye satın almak üzere görevle İstanbul’a gelmiştim. Yanımda genç bir arkadaşı da getirmiştim. A.Ş. Hisar’ın, Gümüşsuyu’nda oturduğu apartmana giderken, onun için söylenmiş sözlerle az çok ürküntü duyuyordum: Çok titizmiş. Hani, kapı tokmağını ceketinin cebinden tutanlardan. Kimsenin elini sıkmazmış.

Hisar, çok nazik bir insandı. Yapma bir nezaket değil; bütün davra­ nışları gerçek bir incelik taşıyordu. Elimizi sıktı. Kitapları elden geçirmek günlerce sürmüştü. Bizi hemen her gün öğle yemeğine alıkoyuyordu. Bana, basılmış bütün kitaplarını -şu, eski Fransız romanlarının baskısını andırır, yine onlar gibi sarı kapaklı, Hilmi Basımları- imzalayarak armağan etmişti. Kibarlığının arkasında bir çocuksuluk da vardı. Örneğin, beş altı kitabı arka arkaya imzalarken, yazdıklarının birbirine benzememesi için bir an düşünü­ yordu; Çamlıcadaki Eniştemizde sıra gelince, o çocukça hevesle, hemen ben- zetivermişti: “İstanbul’daki dostumuz Sami N. Özerdim’e muhabbetle.” Oysa, ben “Ankara’daki” idim. “Dostumuz”a ğelince, büyük bir yazara saygı duyan genç bir adam olarak, henüz onun bu denli yakını değildim; birkaç günlük “resmî” bir ilişkinin içindeydik. Aradan yıllar geçtikten, o- nun beni unuttuğunu sanır olduktan sonra gelen yeni bir kitabı beni olduk­ ça şaşırtmıştı: Ahmet Haşim. Şiiri ve Hayatı (1963). Hisar, kitabı şu satır­ larla imzalamıştı: “Nice senelerin hâtıralarıyle dostum muharrir Sami Nabi Özerdim’e.” Bu tümceyi gönül üzgünlüğü ile karşıladım. Neden mi? Hisar bana yaşlanmışlığın sisleri arasından görünüyordu. Ona bir yardım eden olmalıydı; çünkü, babamın adı olan, sadece baş harfini yazdığım Nabi’yi nerden bilecekti?

Yine tanıştığımız günlere döneyim. Belleğimde kalan kırıntıları derle­ meye çalışayım. Bu, benün için bir ödevdir de.

Biz kitapları ayırırken, gelen gideni de oluyordu. O günlerde Ziya Os­ man Saba ile ortak bir çalışmaları vardı; ama, ne olduğunu sormaktan çe­ kinmiştim. Z.O. Saba, ozanların ermişi, uzun boyuna, belki iri sayılacak ya­ pısına karşın, bir eski çağlar genç kızı gibi utangaç davranışlı kişi, sıkılıp bükülerek: “Bir suçumu itiraf edeceğim” diye başlamıştı geldiği gün. “Ben, şiirlerimi yazmadan üstadımızın kitaplarını karıştırır, oradan esinlenirim.” Hisar, susuyor, ama bu “itiraf”ı iyice içine çekiyordu.

(3)

470 ABDÜLHAK ŞÎNASl H ÎSA R - AHMET HAŞlM

Bir başka gün, benden bir dilekte bulunmuştu. Söylediğim gibi, birkaç günlük tanışıklığımız vardı. Ama, o beni, güvenilecek bir “dost” gibi, bir kıyıya çekmiş; İstanbul’un bir başka örnek “efendisi” M. Seyfettin Özeğe’ ye borcunu nasıl ödeyeceğini bilemediğini, yardımıma gereksinme duydu­ ğunu, bir giz verir gibi, fısıldamıştı. Sorun gerçekten güçtü. M. Seyfettin Öz- ege’yi yeni tanımıştım. Onun bizim işimizle ilişkisi şöyle idi: Selim Nüzhet Gerçek’in kitaplarını inceleyerek bir kataloğunu yapmayı -gerçek bir uz­ man olduğu için- ondan istemişlerdi. Ankara’ya gönderilen iki defterdeki düzenin nedenini, Özege’yi tanıyınca anlamıştım. (Şimdi, 1729-1928 yılları­ nın bütün yayınlarını bir katalog halinde yayımlayan M. Seyfettin Özeğe, kurulların yapabileceği dev bir işin üstesinden gelmiştir.) Hisar, Özege’ye ne ödeyeceğini, en gücü, bunu nasıl yapacağını bilemiyordu. Özege’ye para önermek hiç olmayacak bir işti. Hisar, bunu da sezmişti. Bana bir görev ve­ rilmişti. Yüzümü kızartarak, her halde uygun bir dil ile bunu Özege’ye aç­ tım. “Kesin olarak olmaz!” diye ilk anda kestirip attı. “Ben, bu kitapları incelerken yenilerini gördüm, öğrendim, notlar aldım. Ücretim budur.” Sorun da böylece çözümlendi.

Anımsayabildiklerim bu kadar . . . Günlerce hem çalıştık, hem konuş­ tuk. Kim bilir daha neler söyledi; ama, yazılmadığı için unutulup gitti. Burada, iki kardeşin neden ayrı soyadları aldığına da değineyim. İs­ tanbul’un sevdalısı olduğu için Hisar soyadını alan Abdülhak Şinasi’nin kar­ deşi Selim Nüzhet, başka bir sevginin dürtüsü ile Gerçek’i soyadı olarak seçmişti. İstanbul Yangın Söndürme Örgütü Kurucusu Gerçek Davud’a olan saygısından . . . Geçen haftalar içinde, Selim Nüzhet’in adı geçince bu olayı düşündüm; yanılmıyorsam, yangın söndürücüye beslenen sevginin nedenini buldum. Selim Nüzhet Gerçek, bir kitap insanıdır. 1934’de kurulan Basma Yazı ve Resimleri Müdürlüğüne onu seçmişlerdir. Türkiye Bibliyografyası'' m o başlatmıştır. Türk Matbaacılığı adlı kitabı vardır. Derleme Müdürü iken, ileride kurulacak Millî Kütüphane (Ankara) için, kimisi Arap harfli, koleksiyonlar sağlamış, ya da satın almıştır. Bunları, ölümünden sonra Mil­ lî Kütüphanede açılan sandıkların başında bulunan bir memur olarak bi­ lirim; Gerçek’i derin bir saygıyla anarım. İşte, Selim Nüzhet, yangınların İstanbul’da -özellikle- basılmış ya da basılmamış nice yapıtı alıp götürdüğü­ ne içi yanan bir aydın olarak, Gerçek Davud’u soyadında yaşatmak istemiş olmalıdır.

Abdülhak Şinasi Hisar, bugün, bilmem kaçıncı yüzyılın divan ozanla­ rından biri imişçesine, adı anılmadan, kitaplarında bir anı olmuş. Kitapları dedim de Varlık''ın vaktiyle giriştiği Bütün Eserlerinin birden kesiliverdiği- ne de değinmek istedim. Birden yargıya varmak doğru değil. . . Yirmi iki yıl önce yayınlandığında iz bırakmamış olan Abdülhamid Düşerken (Nahid Sırrı Örik’in romanı), ondan daha eski bir yılın yapıtı olan Üç İstanbul (Mithat Cemal Kuntay’ın romanı) bu yıl güncel oluverdiler. Hem, iki yazar

(4)

SAMI N. ÖZERDİM 471

da aslında romancı olmadıkları halde. . . Gerçi, günümüzde -sokun beli sağ’dan daha çok tutunduğu- bir eskiye sarılma modası var. Ne olursa ol­ sun, ben, salt bir okuyucu olarak, bu iki romanı da severek okumuştum. Birtakım koşullar, unutulmuşları birden anımsatıveriyor. Yeni değerlendir­ meler ne denli modaya bağlı olsa, yapıtlar üzerinde yeniden düşünmeyi öneriyor bir bakım a. . . Hisar, kitaplarını yayımlamaya başladığında bir yandan övüldü, bir yandan yerildi. Her kitap bir belgedir. Özellikle, Hisar, seçkin bir belgecidir. Bu açıdan, “hikâye” dediği romanları, yosunlanmış suları aralayarak çekip çıkardığı anıları, yazınımızdaki yerinde yaşayacak­ tır. Bundan sonra okunmasa bile, bugüne değin okunmuş olmakla. . .

II.

AHMET HAŞİM - “SÜVARİ”

Başıboş okumalar, daha doğrusu kitap karıştırmaların bir saatinde, Şerif Hulusi’nin Ahmet Haşim (2. bs. 1967) adlı kitabına rastladım. “Süvari” adlı şiir üzerinde durdum.

Böyle saatlerde, çoktandır unutulmuş bir yazarın, bir ozanın dağarcı­ ğından bir şeyler karıştırır, sevdiğimiz şiirlerini yeniden okuruz. Derken, bir yere takılır, günlerce, bu takılmanın ardından kitaplık kitaplık dolaşırız. Bu kez, “Süvari” nedeniyle günlerce Ahmet Haşim’i izledim, gerilere doğru. . .

Bugünkü kuşak için bilinmeyen, yadırganacak bir ozan. . . Ama, bi­ zim ilk gençliğimizin günlerini renklendirirdi. Zaman zaman Yahya Kemal Beyatlı’ya da tutulduğumuz oldu: İkisi arasında bir seçme yapamadım. Şimdi ise, Ahmet Haşim’i ötekine üstün buluyorum. Yazın tarihçileri, eleş­ tiriciler ne derlerse desinler, bu benim kişisel beğenim. Bir kural değil elbet­ te; salt, kişisel beğenim. . . Düşünürüm de, “Tahattur” ya da “Bahçe” ad- larıyle bilinen şiirini yazınımızın en güzel şiiri saydığım olur. Kimi zaman ise

“en güzel şiir”, bence, “O Belde” olur.

Ahmet Haşim, yaşamı ile, talihsiz bir kişidir. Kendini çirkin bulduğu için sevgisini belirtmekten korkmuştur yaşamı boyunca. . . Y.K. Karaos- manoğlu’nun anılarından okumuş olmalıyım. İzmir’de bir İtalyan kızma vurulmuş. Arkadaşları acnnasız bir şaka düzenlemişler. Haşim’i aldatmış­ lar. Ayrıntıya girecek değilim. Ben olsam, bunu yapamazdım Haşim’e . . . Hele, Bağdat’ta doğduğu için ona “Arap” diyenleri hiç bağışlayamıyorum. Peyami Safa, 1928’de, Cumhuriyet'teki bir yazısında ona “Esseyid Haşim” diye seslenir. Ali Naci Karacan ise “Arap Haşim”in karşılığını acı bir gü­ lüşle alır. Yusuf Ziya Ortaç’tan okudum (Portreler, 1960): “Kendisi, aya­ ğında postallar, sırtında kaput, başında kabalak, Çanakkale cehenneminde askerliğini yaparken, iki dostundan biri Suriye’de Cemal Paşa’nın yaveriydi. Öbürü de, ciğerleri zayıf olduğu için İsviçre dağlarında . . . ” Ahmet Haşim,

(5)

472 ABDÜLHAK ŞlNASÎ HlSAR - AHMET HAŞlM

her ikisi için de ağulu nükteler bulmuştur. Zaman geçmiş, bu kez, Nâzım Hikmet, o saldırıcı günlerinde, Ahmet Haşim’i, “o kuşu” (işçiyi) “yolduğu gerekçesiyle yermiştir.

Haşim, acılar içinde öldü. Ölümünde her halde, başkalarını yolarak varsıllaşmış da değildi.

Şiiri yaşayacak mı? Bilemeyiz. Asım Bezirci, Ahmet Haşim adlı kitabın­ da (1967): “ . . . dün sevilen, önemsenen bir şair sayılmıştı. Bugün de öyle sayılıyor. Sanıyoruz ki, yarın da öyle sayılacak.” der. A. Bezirci, solcu bir yazardır. Bu açıdan, yargısını önemli sayıyorum. İnsan, toplumun dışında değildir. Toplumun dışında görülse bile. . . Ahmet Haşim bir insandı; acı­ larını da, hiç bir toplumsal kaygı taşımayan şiirlerini de sevdik; çünkü, in­ sanız. Yarının insanı da, onun dizelerinde kendisini bulabilecektir. Yaşamın akşamında, bütün savaşlarını, dinlenişlerini birlikte anımsadığında:

Bize bir zevk-ı tahattur kaldı Bu sönen, gölgelenen dünyada diyebilecektir; “tahattur”u sözlükten öğrenerek...

Şimdi “Suvari”ye dönelim. Şerif Hulûsi (Kurbanoğlu), yukarıda andı­ ğım kitabında, bu şiirin ilk kez nerede yayımlandığının bilinmediğini belir­ tiyor. Fevziye Abdullah Tansel ise, bir yazısında (Türk Kültürü, aralık 1967) şiirin ilk kez Ayda Bir dergisinde çıktığını imlemekte (1935’te ilk sayısında).

Ahmet Haşim’in ölümü üzerine Yeni Türk dergisinde düzenlenen bö­ lümde, Nuri Fehmi (Dr. Ayberk)’in yazısında bu şiirin ilk dörtlüğü; Mül­

kiye dergisinde İsmail Habib (Sevük)’ün yazısında ilk dörtlüğün ilk iki dize­

si yer almıştır (her iki derginin haziran 1933 sayıları). Ölümünden sonra yayımlandığını bildiğimiz (Şerif Hulûsi ise, ölümünden az önce çıktığını söylüyor) Ahmet Haşim Şiirleri (1933) adlı kitapta “Suvari”nin ilk dörtlü­ ğünü buluyoruz. Ben ise, bu şiirin ilk kez Şehir adlı bir dergide çıktığını a- nımsıyordum. Şehir'i Millî Kütüphanede buldum. 23.3.1933 günlü ilk sa­ yısından sonra kapanmış. Gerçekten, “Suvari”nin ilk dörtlüğü, anımsadı­ ğım gibi, iç kapakta, başlığın altında, o sayfayı süslüyor, tek başına. . . F.A. Tansel’in de hakkı var. İkinci dörtlüğü ile birlikte, tam olarak,

Ayda Bir'in ilk sayısında (1 eylül 1935) çıkmış. Hatta, bir de yazı var o sayı­

da: “Ahmet Haşim ve Yeni Bir Şiiri.” Bu yazıda, “Suvari”yi “ ...intişar etmemiş bir şiirini. . . ” diye sunuyorlar.

“Suvari”nin ikinci dörtlüğünün üçüncü dizesine de dokunacağım. A- sım Bezirci’nin kitabında ve başka yerlerde:

Açılıp kıvranarak göklerde biçiminde geçiyor. Oysa, ben:

Açılıp kıvrılarak. . . diye anımsıyordum. Nitekim, Ayda Bir'de de öyle. 141 sayılı Türk Dili'nde de öyle. Doğrusu bu olsa gerek. Çünkü, “açılmak”- tan sonra “kıvrılmak” daha uygun düşüyor.

(6)

SAMI N. ÖZERDİM 473

Özetlersek; “Süvari” -şimdilik- ilk kez Şehir'de yayımlanmış, iki dört­ lüğü birden ise Ayda Bir'de çıkmıştır.

Ahmet Haşim için kitap yazanlardan bir Ahmet Cevat vardır. Kimi yerlerde (Emre) soyadını eklemişler. Oysa, bu Ahmet Cevat bir başkasıdır. Yine Haşim üzerine yazılmış kitaplardan birinin yazarı Kunt Ozan’dır. Bu da Murat Uraz’m takma a d ı . . .

Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

İncelenen iki yazma etkinliği ortak çerçeve metni A1 düzeyi yazılı anlatım, genel yeterliği “Basılı tek tip sözcükleri ve kısa metinleri bakarak yazabilir.”

Spinocerebellar ataxia type 8 (SCA8) is reported to be caused by an unstable CTG repeat expansion in the 3’ untranslated region of a novel gene, KLHL1AS, on chromosome

“...Abdullah Cevdet Bey’in, bu sözlerini işittik­ ten sonra, Elaziz de bu adama rey değil, selam bile verecek Türk ve müslüman çıkmayacağına şüphe etmiyoruz (...)

Deramliner’›n kendisi kadar ilginç bir baflka uçak da, parçalar›n› Eve- rett’teki montaj fabrikas›na tafl›mak için kullan›lmakta olan özel yap›m kar-

N işantaşı’nda Milli Rea­ sürans Çarşısfnın arka tarafında küçücük, kendi halinde ama rengarenk bir bar var.. Öğlen yemeği ve tabii akşam ye­ meği de

IYazar yine de İstanbul konusun­ da rüya gördüğünü dolaylı yol­ dan itiraf edecek ve musiki din­ lemeyi nihayet rüya görmeye benzetecektir.. ÜŞEN Eşref Bey

Önemli olan antibiyotik kullanımı gerektiren ABRS ile antibiyotik kullanımının gerekmediği VRS ve basit, komplike olmayan soğuk algınlığı ayırıcı

Girişimler: Hastanın daha rahat uyuyabilmesi için gürültü ve seslerin azaltılmasına yönelik girişimler planlandı, uyku saatleri tekrar gözden geçirildi, gündüz