[Sabahattin Çağın, Tanzimat Dönemi Türk Ede-biyatında Hikâye, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2017, 141 s.]
Türk edebiyatında tahkiye geleneği, edebi metinler üretmeye başladığımız ilk dönem-lere kadar dayanmaktadır. Herhangi bir olayı muhataplarını etkileme kabiliyetine sahip bir kurgu doğrultusunda estetik bir dille aktarma yolculuğumuzun, ilk edebi ürünlerimiz olan destanlarla başlayıp halk hikâyeleri, masalları ve mesneviler vasıtasıyla yüzyıllar boyunca olgunlaştığını söylemek yanlış olmayacaktır kanısındayım. Ancak saydığımız bu türlerin 19. yüzyıl itibariyle müstakil birer tür olarak önce Avrupa’da gelişen ardında da Osmanlı aydınları arasında rağbet görmeye başlayan modern hikâye ve romanla ilişkileri her bakım-dan çok azdır. İlk ve öncelikli olarak bu türler, form bakımından ağırlıklı olarak nazımdır ve bizim edebiyatımızda nesir, 19. yüzyıla kadar tarihî ve bilimsel metinlerin aktarımında
kulla-nılan, yazılan met-nin özelliğine göre sade, orta ve süslü üslupları benimse-yen ve çoğunlukla edebî eserlerin dı-şında bırakılan bir formdur.
Geleneksel tahki-ye edebiyatımız-daki türler mes-neviler haricinde
sözlü anlatıma dayanan, dil bakımından yerel söyleyişi yansıtan ve anlatıcının kimliğini ve üslubunu (bir diğer deyişle varlığını) yoğun olarak hissettiren türlerdir. Modern hikâyenin macerayı ve onu yaşayan kişileri okuyucuyla karşı karşıya bırakan tavrının bizim gelenek-sel anlatımlarımızda yakalanması mümkün olmamıştır. Ayrıca destanlar ve halk masalları başta olmak üzere halk hikâyeleri ve kurgu bakımından en gelişmişi olarak kabul
edebi-Yeni Türk Edebiyatı, Sayı 18, Ekim 2018, s. 175-178.
HİKÂYE YAZMAYA NASIL BAŞLADIK?
Burcu Çakın Erdağ
*HOW DID WE START WRITING STORIES?
176 BURCU ÇAKIN ERDAĞ
leceğimiz mesneviler de dahil tüm türlerde olağanüstülükler metinlerin önemli bir kısmını bezemiştir. Gerçek hayatta mümkün olamaya-cak karakteristiklerle donanmış, tip özelliği gösteren kişiler, masalsı varlıklar, menkıbevî kahramanlar, dünya üzerinde bulunmayan mekânlar, hayvanlar ve yaratıklar, mantık sı-nırlarını aşan veya tamamen belirsiz olarak akan zaman dilimleri, mucizevi yaşantılar ve rastlantılar geleneksel türlerin yapısı içe-risinde kırılma noktalarını oluşturan önemli unsurlardır.
Son olarak bu türlerin uzunluğunu göz önü-ne almak gerekir. İç içe geçmiş birçok olayla zenginleştirilen olay örgüleri bu türlerin ha-cimli eserler doğurmasına yol açmıştır. Bu bakımdan modern türleri ilk defa deneyecek olan yazarlarımıza roman sahasında küçük bir ölçüde de olsa zemin hazırlayan geleneksel an-latımlar, kısa hikâye açısından türün özelliğini yansıtan eserler yazma sürecini zora sokmuş-tur. İlk örnekleri kaleme alan Ahmet Mithat Efendi’de yüzyıllardır süregelen alışkanlığın bu geriletici etkilerini belirgin olarak görmek mümkündür. Yazarların uzun süre roman ve kısa hikâyeyi terim olarak dahi ayrıştıramama-ları, olay örgüsünü toparlayamayarak roman boyutuna ulaşan metinler kaleme almaları, kısa hikâye için elzem bir ihtiyaç olan gerçekçi ve işlevsel tasvire ulaşmakta Recaizade Mahmut Ekrem ve hatta Samipaşazade Sezai’ye kadar beklemek zorunda kalmaları, kendi dillerinde yazılan metinlerin yeterli zemini hazırlayama-masından kaynaklanmaktadır.
Türk edebiyatı diğer tüm edebî nesir türleri gibi hikâyeyle de Tanzimat döneminde, Fran-sızca örnekler üzerinden tanışmıştır. Sabahat-tin Çağın’ın Tanzimat Dönemi Türk
Edebiya-tında Hikâye adlı eseri, bu tanışmanın nasıl
gerçekleştiğini yazarların türe ve genel olarak
edebiyata yaklaşımlarını da içine alan ve metin tahliline ağırlık veren bir bakış açısıyla aktar-maktadır. Çağın’ın eserinin önsözünde de vur-guladığı gibi Tanzimat dönemi, Türk toplumu için gerek sosyal, gerek siyasi gerekse edebî açıdan bir kırılma dönemidir ve bu dönemin çeşitli cepheleri üzerinde birçok bilimsel çalış-ma yapılmıştır. Edebî araştırçalış-malara bakıldığın-da yazarların birçok kez incelemelere tabi tu-tulduğu, bu dönemde edebiyatımıza giren veya şiir gibi istikametini değiştiren türler üzerine çokça çalışıldığı görülmektedir. Ancak gerek yazarlar üzerine yapılan çalışmalarda gerekse türlerin gelişimiyle ilgili incelemelerde hikâye türü ya romanla iç içe olarak ele alınmış ya da tamamen geri planda kalmıştır. Hikâye, az önce saydığımız geleneksel zeminsizliğinden ve Osmanlı toplumunun sosyal yapısının Avru-palı örnekleri doğrudan veya benzerlerini yaz-mak yoluyla okuyucuya aktarmayı imkânsız hale getirmesinden dolayı belki de en yavaş gelişen modern tür olmuştur. Bu da Tanzi-mat döneminde yazılan ilk metinlerin edebî açıdan geri planda kalmasına, hızla değişen şiir ve meddah hikâyelerinin yerini çabucak dolduruveren romanların arasında arka saflara itilmesine sebep olmuştur. Sabahattin Çağın’ın araştırması edebiyatımızda türlerin gelişimiyle ilgili yapılan metodik çalışmalar içerisindeki bu boşluğu doldurmakta ve bugün sevilerek okunan hikâye türünün başlangıç evresini önemli dikkatlerle okuyucuya aktarmaktadır. Eser, Tanzimat döneminin siyasi ve sosyal ya-pısını hatırlatan ve Tanzimat dönemi yazarla-rının hikâye ve romanla tanışmasını, tercüme faaliyetlerinin hangi yabancı örnekleri edebi-yatımıza getirdiğini, bu türlerin yayımlanan ilk örneklerini kronolojik olarak aktaran bir giriş bölümüyle başlamaktadır. Bu bölüm söz konusu devri; yazarları, kaynakları, temaları ve
177
HİKÂYE YAZMAYA NASIL BAŞLANIR?
gelişimi açısından bir bütün olarak algılamak için okuyucuda gerekli zemini hazırlaması bakımından dikkate değerdir.
Yazarlar ve eserler üzerine tahlilî çalışmaların yapıldığı yedi bölümün ilk üçü gelenekselden moderne geçiş sürecinin temelini atan
Muhay-yelat, Hançerli Hanım ve Müsameretname
adlı eserlere ayrılmıştır. Muhayyelat hem geçiş sürecinin ilk örneği olması hem de Tanzimat yazarlarının eserlerinde sıkça anılması bakı-mından önem taşırken Hançerli Hanım’ın bu dönemde yaratılan kadın karakterlerin pro-totipini oluşturduğu anlaşılmaktadır. Çağın,
Müsameretname’yi de doğu masalları ile
he-nüz kurulmakta olan modern Türk hikâyesi arasında bir köprü olarak değerlendirmektedir. Eserin geri kalan dört bölümü Ahmet Mithat Efendi, Recaizade Mahmut Ekrem, Samipaşa-zade Sezai ve NabiSamipaşa-zade Nazım’ı hikâyeleri ek-seninde ele alan ve içerisinde metin tahlillerini de barındıran incelemelerden oluşmaktadır. Tanzimat döneminin en üretken yazarı olan ve özellikle hikâye ve roman sahalarına yönelen Ahmet Mithat Efendi’nin hikâye türünde-ki eserlerinin tanıtıldığı dördüncü bölümde
Letaif-i Rivayat’la ilgili dikkatler edebiyat
alanıyla bilimsel açıdan ilgilenen araştırma-cılar için ufuk açıcı niteliktedir. Bu bölümde Ahmet Mithat Efendi’nin eserlerinde işlediği belli başlı temaları toplu olarak görmemizi, eğitimci tavrının kaynaklarını anlamamızı, çok sayıdaki romanlarında birer tip olarak karşılaş-tığımız kişilerin prototiplerinin hikâyelerinde yaratıldığını fark etmemizi sağlayan somut ör-nekler bulmak mümkündür. Yine bu bölümde “Ölüm Allahın Emri” hikâyesi kurgusal açıdan detaylı olarak incelenerek bugün postmodern edebiyatın vazgeçilmez tekniği olarak kabul edilen üstkurmacanın ve dönemindeki eserle-rin çoğundan farklı olarak kronolojik olay
ör-güsünün tersine işlediği ilmikli örgünün erken bir örneği olduğuna dikkat çekilir.
Edebiyatımızda esas köklü değişimlerin ya-şandığı Servet-i Fünun döneminin hazırlayı-cısı olmasıyla ve teorisyenliğiyle önemli bir yere sahip olan Recaizade Mahmut Ekrem’e ayrılan bölümde yazarın üç hikâyesi ince-lenmiştir. “Saime” hikâyesiyle ilgili verilen bilgiler dönemin edebî hayatıyla ilgili önemli bir noktaya parmak basar: Sansür… Ele alı-nan ikinci hikâye olan “Muhsin Bey”in ise Ekrem’in en çok ön plana çıkan eseri Araba
Sevdası’nın baş kişisi Bihruz’un hazırlayıcısı
olduğu görülmektedir. “Şemsa” ise bir sonraki dönemin vazgeçilmez teması olan hayal-ha-kikat zıtlığının ele alındığı ilk örnek olarak değerlendirilmiştir.
Kısa hikâyenin bizdeki kurucusu olarak ka-bul edilen Samipaşazade Sezai’nin bu türdeki önemli eseri Küçük Şeyler’in her yönüyle ele alındığını görmekteyiz. İşlenen temalar, kul-lanılan teknikler, tasvirin işlevsel hale gelişi, yazarın roman türündeki Sergüzeşt adlı eseri ile hikâyeler arasındaki bağlar, yine yazarın benimsediği realist tavrın hikâyeler üzerindeki etkisi somut örneklerle açıklanmıştır. Çağın, Tanzimat döneminin sonlarına doğru yayım-lanan, hikâye türünün bu ilk olgun örneğinin kendinden sonra gelen eserler üzerindeki et-kisini de ihmal etmemiştir.
Nabizade Nazım’la ilgili olan son bölüm ço-ğunlukla yazarın benimsemeye çalıştığı rea-list-naturalist tavrın hikâyelerinde ne kadar yakalanabildiğini tartışmaktadır. Ayrıca Ravi mahlasını kullanarak Ahmet Mithat Efendi’yle girdiği tartışmanın getirilerinin ele alınması, “Seyyie-i Tesamüh” hikâyesi vasıtasıyla döne-min edebî hayatına ve dil anlayışına yönelttiği eleştirilerin tespiti, yazara ait olup olmadığı tartışmalı olan bazı hikâyelerle ilgili
değer-178 BURCU ÇAKIN ERDAĞ
lendirmeler, Nazım’ın Tanzimat Dönemi’nin önemli bir figürü olduğunu göstermesi açısın-dan önemlidir.
Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatında Hikâye,
edebiyatımız ve toplumumuz açısından yeni-den kuruluş dönemi olarak değerlendirebile-ceğimiz evrenin önemli bir getirisi olan hikâye
türünü başlangıç örnekleriyle ele almaktadır. Bu açıdan bakıldığında eser “Hikâye yazmaya nasıl başladık?” sorusuna verilmiş kapsamlı bir yanıttır. Sabahattin Çağın’ın incelikli dikkati, okuyucuyu yormayan üslubu ve bilimsellikten ayrılmayan tavrı, bu eseri edebiyat araştırmala-rımız arasında önemli bir noktaya taşımaktadır.