• Sonuç bulunamadı

YEPYENİ BİR İKLİM GİBİ ÇALAR KAPIMI”

Belgede bursa’da zaman (sayfa 96-99)

namazına yakalanışımız hiçbir zaman hatırımdan çıkmadı. Öyle bir sürprizle karşılaşmıştık ki o geceki namazın asla bitmeyeceğini sanmıştık. O geceden sonra mahalle arkadaşlarım ve ben, uzun süre Yeni Cami’nin önünden geçmeye bile ürker olmuştuk. Acısı tatlısıyla muhteşem bir iklimdi çocukluğumun hatta ilk gençliğimin Ramazan ayları ve oruçları. İstanbul’da fakülte hayatım başladığında artık yalnız ve öksüz Ramazan iklimlerine girmiştim. Her ne kadar öğrenci

arkadaşlarımla beraber iftar ve sahurlar yapıyor olsak da baba evi ve taşradaki lezzet yitip gitmişti. Özellikle de altmışlı yılların sonu ve yetmişli yılların başı itibariyle memlekette ideolojik kavgaların yoğunlaştığı dönemlerdi. Koca İstanbul şehrinde eğer belli muhitlerde değilseniz, sokaklarda Ramazan ayını ve orucun kendine mahsus iklimini hissetmeniz mümkün değildi. Sağ sol kavgaları en kızgın dönemini yaşıyor, birileri inadına oruçlu insanların suratına doğru sigaralarını savurarak içmeyi bir marifet sanıyorlardı. Hele sıkıyönetim ilan edilip devlet eliyle kötü ahlaklı filmlerin sinemalarda gösterimi serbest bırakılınca, iş iyice çığırından çıkmıştı. Artık Ramazan ayının geldiğini takvimlere bakmasak bizler bile fark edemez olacaktık.

Küçük şehirlerdeyken Ramazan ayı bir yana daha üç aylar girer girmez, Recep ayının başından itibaren evlerde oruç ikliminin ilk habercisi olan pazartesi Perşembe oruçları, altı gün oruçları, kandil günü oruçlarıyla beraber

hazırlıklar hızlanırdı. Oysa İstanbul’daki hayatta bizim gibi öğrenciler için bu anlattıklarım artık uzak bir hatıradan ibaretti.

Yetmiş dokuz yılında Bursa’ya

yerleşmeye karar verdiğimde tereddütler içerisindeydim. Bursa, ne kadar İstanbul’a benzeyecekti? Burada da bunalacak mıydım, kalabalıklar içerisinde süren yalnızlıktan? Daha ilk adımı attığımda dolmuş taksilere binen kadınlar, çocuklar

ve erkeklerin birbirlerine cömertçe selam verişleri dikkatimi çekmişti. Bu unuttuğum bir şeydi. Ramazan ayının arifesindeydik. Ev bulduk, eşya taşıdık, yerleştik derken Ramazan gelmişti. Ulu Cami’ye altı yedi adım uzaklıkta bir dükkânımız vardı. Ramazan’da şehir, çarşılar bir rehavete dalar zannederken tam aksine çarşı ve pazarları müthiş bir heyecan, coşku ve tatlı telaş sarmaya başlamıştı. Sanki ansızın müthiş bir iklim değişikliği olmuştu. Denize açılmış yelkenliler bekledikleri rüzgârı yakalamışlar da tayfalar “yelkenler fora” diye bağırıyorlardı. Muazzam sıcaklardan bunalmış insanların üzerine serin yaz yağmurları dökülmeye başlamış da, herkes birbirini muştulayarak yağmur altına çıkmış gibiydi. Mevsimler beklenen kıvamda yaşanmış da bütün ürünlerin hasadında umulandan ziyadesine kavuşmuşçasına sevinç çığlıkları atıyor gibiydi insanlar. İnsan sevinçlerini gören yemişler de sanki ürünlerini çoğaltıyordu bu iklimde. Çilekler daha tatlı, kirazlar daha verimkârdı. Hele o ıhlamur ağaçları ki, hiçbir şehirde Bursa’daki kadar güzel olmayan bu ağaçlar, ıtırlarını, rayihalarını var güçleriyle oruçlu insanların

dimağlarına salıvermekten nasıl da

mutluluk duyuyorlardı. Manolyalar da öyle. Çınarlar ise gölgelerini iki kat artırarak serinletme peşindeydiler oruçluları.

Bursa’da insanlarla birlikte sanki bütün tabiat Ramazan ikliminin farkındaymışçasına bu coşkuya bir ritim, bir meltem, bir damla su, bir usare katmaya can atıyordu. Bursa semalarında geçmiş zamanlarda saatin ve takvimin eksik olduğu dönemlerde, Ramazan ayına ve bayrama başlamak üzere ayı gözetlemeye çıkanlar, Uludağ’da Bakacak’tan bakarlarmış. Ne var ki Bursa’da güneş batarken ufuk genellikle puslu olur. Çünkü bir yanda orman öte yanda deniz, ikisi arasına sıkışan bulutlar daima şehrin bir bölgesini gölgelemektedir. Bu sebeple ayı gözetlemek pek mümkün olmasa da şehrin üzerindeki bulutlar, sanki Ramazan aylarında kendilerini farklı bölgelerde konumlandırarak doğal mahyalar oluştururlar.

Uludağ’da kekik yiyerek beslenen hayvanlar da Ramazan ayı gelince sütlerini daha bir kaymaklı verirler. Onlardan elde ettiğiniz yoğurtların tadına

doyum olmaz. Ve zaten onlar ancak vererek hayatiyetlerini sürdürüyorlar. Bütün tabiat böyledir. Hiçbir karşılık beklemeksizin insanlara sunarlar kimi yemişlerini, kimi odunlarını, kimi gölgesini, kimi çektiği yağmurları, rüzgârları ve bizi gölgeleyen bulutları. Vermek o kadar erdemli bir iştir ki bunu Ramazan aylarında Bursa’da fazlasıyla hissedersiniz. Mahallelerde evvela yoksulların kapısı, ardından yakın akrabalar, sonra komşular, herkes bir telaş içerisinde iftar sofralarına her gün birilerini davet etme yarışındadır. Varlığın paylaşıldıkça bereket kazandığını bilen insanlar vardır burada.

Tekrar çocukluğumdaki Ramazanların şevkini yaşıyordum sanki Bursa’da. Artık büyük bir özlem duymayacaktım geçmişime ve hayıflanmayacaktım. Hele o tarihlerde bütün çeşmelerinden kütür kütür suların aktığı, bütün köşe başlarında asırlık çınarların yükseldiği bu gölgeli şehrin camileri ise tam bana göreydi. Devlet ile din’in birbirinden kopmadığı, yöneticilerin kendilerini saraylara saklayıp halkından kaçmadığı, beş vakit namazda, Ramazan ve bayramlarda halklarının yanı başında bulunduğu dönemlerin camileriydi bunlar. Yeşil’de, Muradiye’de, Yıldırım ve Hüdavendigâr’da camiler aynı zamanda devlet işlerinin de görüldüğü mekânlardı. İçerisindeki odalar, kimi adalet, kimi nüfus, kimi askeri işlerin yürütüldüğü, kimi sultan kimi vezirlerin oturduğu makamlardı. Camilerde yalnızca namaz kılınmaz, aynı zamanda gündelik işler de orada görülürdü. Yöneticisine ulaşmak isteyen her yurttaş günlük namaza gelerek onunla yüzleşebilir, dertleşebilir, halini arz edebilirdi. Bursa’nın bereketi, kim bilir belki de buradan gelmekteydi. Bursa’da Ramazan her vakit yepyeni bir iklim gibi çalar kapımızı. Hele o ilk yerleştiğim yıllarda Ulu Cami’ye topu topu altı adım uzaklıktaki dükkândan akşama yakın çıkar, evvela Kapalıçarşı’nın giriş kapısına kadar uzayan dışarıdaki seyyar satıcıları bir

bir selamlayarak çarşıya girerdim. Uzun Çarşı’yı boydan boya arşınlar onlarca kişiye selam vererek dolaşırdım. Hanlar bölgesinde Koza Hanı o tarihlerde henüz koza alımlarının sürmesi sebebiyle daha bir canlıydı. Sonra İpek hanı, Emir Hanı, Geyve Hanı, Tuz Hanı, Fidan Hanı, benim ara duraklarımdı. Her birisinde bir esnafın kapısını çalar, yarenlikler ederdim. İpekle uğraşa uğraşa ipek gibi bir fıtrata sahip olmuş bu insanlar bende öyle bir izlenim bırakmıştı ki yıllar boyu yaşadığımız ülkede en temiz kalan sektör sahiplerinin küçük esnaf olduğunu söyleyip durdum. Kandil günleri akşama doğru daracık sokaklardaki eski evlerde yaşayan ailelerin çocukları, ellerine birer ip alarak yolu kesiyor ve gelip geçen yolculara “ya mum ya para” diye çağrıda bulunuyorlardı. Bu benim ilk defa Bursa’da rastladığım bir çocukluk eylemiydi. Uzun süre sebebini, kaynağını çözememiştim. Çocukların avucuna mum bırakacak halim yoktu elbette. Üç beş bozuk kuruşluk bırakır, ipin gevşemesiyle yoluma devam ederken, istenen “mum”un hikmetini düşünürdüm. Acaba geçmiş zamanlarda aynı mahallelerde oturan Müslüman, Ermeni, Musevi ve Rum çocukları her birisinin bayram veya kutlu bir günü geldiğinde, sokakları ortaklaşa keserek mi bu eylemi sürdürüyorlardı. Çünkü “mum” Müslüman çocuğun işine yaramaz ama Hıristiyan veya Musevi çocuk onu Kilise yahut Havra’daki tasvirlerin önünde yakarak sevap umuyor olabilirdi. Kendimce olaya getirdiğim yorum doğru muydu bilmiyordum ama içimi rahatlatmıştı.

Şair Bahattin Karakoç’u Umurbey Mahallesi’ndeki evimde misafir etmiştim. Sabah namazı için uyanınca onu da uyandırmak istediğimde ışığının yandığı gördüm. O kadar erken uyanmıştı ki, uyku mu tutmadı diye sormaya vakit bulamadan, “yahu”, dedi, “sizin şu karşıki bahçeden bülbül sesleri geliyor. İyice işiteyim diye pencereyi açtığımda ise müthiş bir ıhlamur kokusu çarptı yüzüme, hazdan bayılacak gibi oldum.

Hangi aptal bu güzelliği bırakır da uyur burada?” Hemen Üstadın bir kitabını çıkardım ve “Ihlamurlar Çiçek Açtığı Zaman” adlı şiirini kendisine okumaya başladım: “Dilimde sabah keyfiyle yeni bir umut türküsü/ Kar yağmış dağlara bozulmamış ütüsü/ Rahvan atlar gibi ırgalanan gökyüzü/ Gözlerimi kamaştırsa da geleceğim sana/ Şimdilik bağlayıcı bir takvim sorma bana/ Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.”

İklim demiştim, yani içinde türlü mevsimleri barındıran zaman parçası. O geldi mi bütün insanlar, mümin olanlar da olmayanlar da, ardından cümle tabiat, börtü böcek ondan bir biçimde etkilenirler. Bursa’ya Ramazan işte böyle geliyor. Kestanelerin o emsalsiz kahverengi var ya, öylesine parıltılı oluyor ki bu mevsimde, benim gibi kahverengi severler bayılmasın da ne yapsınlar? Şeftali mi dediniz; onu unutur muyum? Var mı dünyada şeftali çiçeğinin pembesiyle yarışacak bir başka çiçek; o da katılır bu seremoniye.

Bütün mevsimler baharmışçasına her çiçek baharın sarhoşluğu içerisinde seyredenlere baygın hülyalar telkin ederler. Güvercinler cami kubbelerindeki rakslarına yepyeni figürler eklerken, bazen denizden izin alarak şehre dalan martılar bile katılırlar şenliğe. Renk, ışık, koku, yumuşaklık, ılıklık, tazelik, bütün güzellikler oruç tutan insanların ruhunu yüceltmek maksadıyla yarış içerisindedirler. İnsanlar o zaman bütün kalleşlikleri, ihanetleri, düşmanlıkları bir yana bırakıp bu dost iklimde kendilerine ulvi bir emanet olan ruhlarını yüceltmenin ardına düşerler. Nine ile dedenin

yattığı döşeğin tam orta yerine masallar dinlemek üzere zıplayıp giren minnacık bir torun gibi girer hayatımıza Bursa’da Ramazan. Ona “hoş gelmişsin” demek yakışır bize.

Ramazan ayı boyunca devam edecek programı bu yıl diğer yıllara göre farklı bir yaklaşımla “Sentez” kavramı çerçevesinde oluşturuldu. Orta Asya’dan, Balkanlar’dan ve Avrupa’dan gelen, farklı etnik kökenlere sahip olup Ramazan ayının ritüellerini buna uygun yaşan Müslümanlar, Merinos Parkı çatısı altında bir araya geliyor. (Endülüs, İspanya, Azerbaycan, Kerkük, İran, Hindistan gibi ülkelerden yerel sanatçılar)

Merinos Parkı'nda bu yıl da söyleşiler, konserler, sahne gösterileri gibi farklı alanlardaki birçok etkinlik Bursa halkına sunulacak. “Sentez” kavramı ile hazırlanan Ramazan programında Bursalılar; uluslararası ve ülkemizin

farklı bölgelerinin Ramazan ayı kutlanışını izleme fırsatı bulacaklar. Programdan bazı sanatçılar…

- Balkan Savaşlarının 100.Yılı münasebeti ile İstanbul Sazendeleri

- Fatih Kısaparmak - Uğur Işılak

- Bağlama virtüözü Çetin Akdeniz - Mustafa Demirci

- Grup Dergah - Erol Köker - Erdal Erzincan

- Kerkük asıllı ünlü opera sanatçıları İhsan Ekber, Ahmet Tuzlu ve Türkmen üçlüsü

- Klasik Fasıl Üstadı Nurettin Çelik - İstanbul Türk Müziği Araştırma Topluluğu - İbrahim Sadri - Bedirhan Gökçe - İkbal Gürpınar - Serdar Tuncer - Ömer Döngeloğlu

- Hindistan Amrat Hussain Trio - Azerbaycan Zabit Nabizade Trio - İranlı Abbas Bakthiari ve dünyaca ünlü İranlı dansçı Sahar Dehghan

- Flamenco Sanatçısı Juan Carmona…

2012 Temaşa-i Ramazan

Belgede bursa’da zaman (sayfa 96-99)