• Sonuç bulunamadı

Yeni Adana Gazetesi’ne Göre Hatay (Sancak) Meselesi

BÖLÜM 2: BÖLGE BASININDA HATAY (SANCAK) MESELESİ 1936-

2.4. Yeni Adana Gazetesi’ne Göre Hatay (Sancak) Meselesi

Yeni Adana gazetesinin 1936-1939 yılları arasındaki tüm sayıları incelendiğinde Hatay meselesiyle başlangıçtan itibaren ilgilenmiş olmasına rağmen çok fazla başmakale yayınlamadığı görülür. Yani Hatay ile ilgili olayları ve gelişmeleri yakından izlemesine rağmen fazla başmakale yayınlamadığını görmekteyiz. Yine de yayınlanan bu makalelere bakarak Yeni Adanan gazetesinin Hatay meselesine bakış açısını ortaya koyabiliriz.

9 Eylül 1936 Fransa-Suriye Ön Anlaşması’ndan sonra Suriye’ye bağımsızlık öngörülürken anlaşmada Sancak ile ilgili hiçbir hüküm bulunmamaktaydı. Ancak

anlaşmayı imzalayan Suriye heyeti memleketlerine dönerken İstanbul’da gazetecilere verdiği beyanatla birlikte Suriye’nin Sancak üzerindeki asıl niyeti anlaşılmıştır. Suriye heyeti İstanbul’da gazetecilere Sancak’ın ilerde Suriye’nin bir parçası olacağını belirtmiştir. Bu durum karşısında Türk hükümetinden tepkiler geldiği gibi bölge basınında da tepkiler geldi. Bu bağlamda Falih Rıfkı Atay Yeni Adana gazetesinin 3 Ekim 1936 tarihli sayısında “Suriye’de” başlıklı bir başmakale ele alarak Suriye’ye sert bir şekilde tepki göstermiştir. Atay bu başmakalesinde ilk önce Antakya’da bir Türk bayrağının parçalandığını ve Şam gazetelerinde sokak edebiyatıyla Ankara’nın küçümsendiğini ileri sürmüştür. Daha sonra yazar, Şam’da çıkan bu gazetelerin Sancak’ın yanında bir de Kilikya’nın Araplığından söz etmeye başladıklarını belirterek bunlara sert bir şekilde cevap vermiştir. Bu konuda 20 Ekim 1921 Ankara Anlaşması’na bakılması gerektiğini belirten yazar, ayrıca Sancak’ta yaşayanların çoğunluğunu Türklerin oluşturduğunu bu yüzden Sancak’ın ekalliyetinden söz edilemeyeceğini ileri sürmüştür. Kısacası, yazar bu başmakalesinde Türklerin Sancak’ta azınlık olduğu iddialarını çürütmeye çalışmıştır (Yeni Adana, 3 Ekim 1936, sa:4074, s.1).

27 Ocak 1937 tarihine gelindiğinde Milletler Cemiyeti’nde Sancak’ı ayrı bir varlık olarak kabul eden Sandler Raporu kabul edilmişti. Bu raporla birlikte en kısa zamanda Sancak statü ve anayasası hazırlanacaktı. Hatay ve Türkiye için büyük bir zafer olan bu gelişme Türkiye hükümeti ve Türk kamuoyunda sevinçle karşılanmıştır. Aynı zamanda bu gelişme bölge basınında da sevinçle karşılanmıştır. Yeni Adana gazetesinin 30 Ocak 1937 tarihli sayısında Ahmet Remzi Yüreğir “Sevinç Günleri” başlıklı bir başmakale ele alarak Türkiye için sevindirici olan bu gelişmeyi şöyle değerlendirmiştir:

“Milli davamızdan olan (Hatay) meselesinin hüsnü suretle ve Milli arzumuz dahilinde halli dolayısiyla yurdun her köşesinde büyük sevinç, sonsuz heyecan, ölçüsüz şenlikler devam ediyor. Adanamızda bu günün bayramını yarın yapacaktır.

Yıllardan beri vücudumuzdan koparılarak ayrı bırakılmış olan ve ana yurdun burası, burasının ana yurt için gözyaşları döktüğü ve hasretini çektiği Hatay için bu gün ne yapılsa az olur. Bugün kazanılmış olan Türkün davası aynı zamanda hakkın da davasıdır. Çünkü yüz binlerce Türkü bağrında yaşatan ve kırk asırlık bir tarihe malik bulunan bu öz Türk ülkesinin hakkı verilmek gerekti. Ve nihayet buda oldu, ve bu hakkta teslim edildi.

Asiltürk, hakkına razı Türk, her zaman hakkını istemiş ve her zaman hakkını almıştır.

Buna en adil şahid; en yaşlı tarihtir.

Dünyanın en büyük adamlarını başında tutan dünyanın en yiğit en modern bir ordusuna malik bulunan Türkiye; istediği zaman istediği yerleri nihayet 24 saat zarfında işgal ve istirdat etmek kuvvet ve kudretine malik olduğu halde sırf hakkına razı, haklara ve ahitlere hürmetkâr olduğu için hiç bir vakit kuvvetten istifade etmek yollarını düşünmemiş bilakis dünya sulhu dünya rahatlığı için bir çok fedakârlıklara katlanarak işi politika yolundan halletmek cihetini tercih etmiştir.

İşte (Montro) konferansı, işte (Hatay) davası…

Bütün bu hareketler her zaman olduğu gibi bugünlerde; Türkün sözünün eri olduğunu ve ahitlere en kuvvetli bağlarla merbut bulunduğunu gösterir.

Türkün bariz vasıfları olan bu hallerini bütün dünyaya gösterip tastik ettiren ve bu suretle en büyük muvaffakiyetleri bizlere kazandıran Atatürkümüze ve hükümetimize Milletimizden sonsuz saygılar..” (Yeni Adana, 30 Ocak 1937, sa:4128, s.1).

Bu değerlendirmelerden anlaşılacağı üzere yazar, Hatay meselesini Türkiye’nin bir milli davası olarak nitelemiş ve yıllardan beri Hatay’ın Türkiye’den ayrı bırakıldığını ifade etmiştir. Bugün yüz binlerce Türk’ün Hatay’da yaşadığını ileri süren yazar, öz Türk olan Hatay’ın hakkının teslim edildiğini belirtmiştir. Daha sonra yazar, Türkiye’nin Hatay’ı alabilecek kadar güçlü bir ordusu bulunduğu halde sırf dünya barışını bozmamak için Hatay meselesini politika yoluyla halletmeye çalıştığını belirtmiştir. Türkiye’nin Montrö’de olduğu gibi Hatay davasında da barışçıl hareket ettiğini belirtikten sonra yazar, bu başarıyı kazandıran Atatürk’e ve Türk hükümetine teşekkür etmiştir.

Milletler Cemiyeti Konseyi’nde alınan 27 Ocak 1937 kararlarından sonra Uzmanlar Komitesi kurularak Hatay’a gönderilmiştir. Bunların görevi Hatay’da 27 Ocak 1937 kararları esas alınarak Sancak statü ve anayasasını hazırlamaktı. Ancak bu sırada Uzmanlar Komitesi’nin çalışmalarını ve dolayısıyla Milletler Cemiyeti’nde alınan Sancak’ın ayrı varlık kabul edilmesi kararını engellemeye çalışan bazı tahrikâtçılar olmuştur. İşte Falih Rıfkı Atay Yeni Adana gazetesinin 16 Mart 1937 tarihli sayısında “Eksperler” adlı bir başmakale ele alarak bu konuya değinmiştir. Yazarın bu tahriklerin başta Suriye tarafından başlatıldığını iddia ettiği bu başmakalesinin bazı kısımları şöyledir:

“…Ayni zamanda Suriye tarafından bir tahrik kasırgası koptuğunu görmekteyiz. Manzara odur ki Hatay davası hallolunmuş mudur, yoksa henüz münakaşasına mı başlanmıştır, hükümlerinden birini vermekte tereddüt edenler olabilir. Hakikat nedir?

Bizler milletler cemiyetinin bir yandan hakkı, öbür yandan şark Akdenizinde barış duruluğunu menfaatlerini göz önünde tutarak, tesbit ettiği teklifleri kabul ettik. Bazı fedakârlıklara razı olmuşsak bunun sebebi, Cemiyet azaları arasındaki dayanışmayı korumak ve barış nizamını müdafaa etmek milli politikamızın bize emrettiği düstürlar olmasındandır. Yoksa Sancak, hiç şüphe yok ki tam tamına Türktür ve en doğru hal şekli hiç tereddüt edilemez ki, Sancağın tam istiklali idi.

Şu halde konseyin hal ve prensipleri, bizim muvafık kalacağımız asgari haddi gösterir. İstatü ve anayasa tanzim olunurken, eğer bu prensipler, Sancağın Türklüğü lehine azami tefsir edilemezse, ipleri hangi ellerle çekildiğini bilmediğimiz tahrik koklalarının istediği olur: Yani Türkiye ve Fransa sağduyu sahibi soğukkanlıların, Milletler Cemiyeti davasına yeni bir hizmette bulunmak hususundaki gayretleri iflas ettirilmek tehlikesine uğrar. Hayır, eğer Hatay davası hallolunmak istenmişse, bu, istatü ve anayasa meselesinde oyunbozanlık etmemek

şartıyla hakikat olabilir. Cenevre mütehassısların müzakeresi, iyi ve kötü niyet sahibi cemiyetçiler için yeni bir imtihan safhası teşkil ediyor. Her tarafta tahrikçileri durdurmak, Sancak havasını bulandırmamak, hakkı ve barışı müdafaa zaruretlerine itaat etmek lazım gelir. Türkiye ne müzakerelerde hakkı, ne de hudutlarında emniyeti ile oynanılır Devletlerden değildir.

Biz Fransanın ve Suriyenin dostu, Milletler cemiyetinin sarsılmaz azasıyız: Her iki vasfımızın da en hafif karşılığı olan, iyi niyet ve adalet esaslarına riayet olunduğunu görmek isteriz. Tahrikçilerin, onların aletlerinin veya oyuncularının tehlikede hiçbir menfaatleri yoktur. Fakat onların Cenevre veya Sancakta su bulandırmalarına müsaade etmek, yeniden ağır mesuliyetlere meydan verebilir” (Yeni Adana, 16 Mart 1937, sa:4162, s.1).

Görüldüğü üzere yazar, başta Milletler Cemiyeti’nin aldığı kararları; Türkiye’nin barışı korumak, Türkiye’nin dış politikasında tercih ettiği barış yöntemini bir kez daha hayata geçirmek ve Milletler Cemiyeti üyeleri arasındaki dayanışmayı korumak için kabul ettiğini belirtmiştir. Yazar hemen arkasından Sancak’ın Türk olduğunu belirterek eğer Sancak statüsü düzenlenirken Sancak Türklüğü lehine karar verilemezse kimler tarafından yönetildiğini bilmediğimiz tahrikâtçıların amacına ulaşmış olacağını ileri sürmüştür. Yani Fransa ve Türkiye’nin mesele üzerindeki soğukkanlılığı ve Milletler Cemiyeti çalışmalarının iflas edeceğini ileri sürmüştür. Bu durumun oluşmaması için bu tahrikçileri engellemek gerektiğini belirten yazar, Türkiye’nin ne görüşmelerde hakkı ile ne de sınırlarında güvenliği ile oynanacak bir devlet olmadığını belirterek bir bakıma tehditlerde bulunmuştur.

Bu arada nihayet Uzmanlar Komitesi çalışmalarını tamamlamış ve 29 Mayıs 1937 tarihinde hazırladığı raporu Milletler Cemiyeti Konseyi’ne sunmuştur. Böylece

Milletler Cemiyeti’nde 27 Ocak 1937 tarihinde alınan Sancak statü ve anayasası kesin

şeklini alarak kabul edilmiştir. Hatay Türkleri ve Türkiye lehine alınan bu kararlar Suriye’de tepkilere neden oldu. Bazı Suriyeliler tekrar tahriklere hız vermişlerdir. Bu bazı Suriyelilerin davranışları bölge basınında büyük bir tepkiyle karşılandı. Bu bağlamda Yeni Adana gazetesinin 9 Haziran 1937 tarihli sayısında Ahmet Remzi Yüreğir “Yine Hatay Davamız” başlıklı bir başmakale ele alarak bu Suriyelilere sert bir biçimde tepki gösteriştir. Yazar bu başmakalesinde ilk önce çok uzun ve zorlu mücadelelerden sonra Hatay davasının Milletler Cemiyeti’nde onaylandığını belirterek bu meselede hakların ve hakikatlerin gerçek yüzünü kapatmak için bin bir türlü oyun ve entrikalar çevrildiğini; fakat hakkın yerini bulmasına bir türlü mani olunamadığını belirtmiştir. Hemen arkasından yazar, böylece hakikat ortaya çıktıktan sonra bu işle uğraşanlara yani Suriye’ye düşen vazifenin susmak ve hakkı teslim etmek olduğunu ifade etmiştir. Ancak böyle hareket edilmeyip tam tersine Donkişot gibi dünyaya meydan okunduğuna şahit olduklarını belirten yazar, henüz sömürge altında bulunan Suriye’ye ya da buradaki malum zümre olarak nitelendirdiği zümreye seslenerek şu uyarılarda bulunmuştur: “…Bu günkü dünya üzerinde büyük bir varlık ve mevcudiyete malik olan Atatürk Türkiyesine ve onun dostluğuna muhtaçtırlar. Hatay meselesini milli bir dava olarak kabul ve müdafaa eden de Türkiyedir…” Yazar Suriye’yi dikkatli davranması gerektiği konusunda uyardıktan sonra Suriye’nin bugünkü davranışlarını

şöyle değerlendirerek başmakalesini bitirmiştir:

“…Şu duruma göre Suriyelilerin bütün gürültü ve patırtıları Türkiyeye karşı oluyor demektir. Bir takım hayalperest politikacıların körüklemekte olduğu bu tehlikeli ateş; korkarız ki yine kendilerini yakacaktır. Çünkü Türkiye; Türklüğü müdafaa ve muhafaza için her zaman, her türlü vesaite sahip bulunmaktadır. Müteaddit tecrübelerden sonra bu hakikat anlaşıldığından artık bu tehlikeli iş üzerinde oynamak ve ısrar etmek bilemeyiz ki ne dereceye kadar akilana bir hareket olur.

Biz Suriyeli dostlarımıza yine tekrar ederiz:

Her bakımdan ve her zaman Atatürk Türkiyesinin yardım ve dostluğuna muhtaçtırlar” (Yeni Adana, 9 Haziran 1937, sa:4236, s.1).

Bu kısa değerlendirmelerden de anlaşılacağı üzere yazar, Hatay davası Milletler Cemiyeti’nde onaylandığı halde bazı Suriyeli gurupların hala tahriklerine devam ettiklerini iddia ederek bu Suriyelilerin davranışlarını eleştirmiş ve bu davranışları mantıklı bulmadığını vurgulamıştır. Daha halen sömürge altında bulunan Suriye’nin

Donkişotlaşmasına anlam veremediklerini belirterek Suriye’nin her zaman Türkiye’nin yardım ve dostluğuna muhtaç olduğunu belirtmiştir.

1938’in Mayıs ayına gelindiğinde Hatay meselesi Fransa hükümetinin ve onun Sancak’taki memurlarının faaliyetleri nedeniyle çıkmaza girmişti. Bu bağlamda Yeni Adana gazetesinin 20 Mayıs 1938 tarihli sayısında yine Ahmet Remzi Yüreğir “Hatay Davamız ve Fransa” adlı bir başmakale ele alarak bu konuya değinmiştir. Yazar bu başmakalesinde Hatay’daki karışık vaziyetlerden Fransa hükümeti ve onun Sancak’taki memurlarını sorumlu tutarak Fransa’yı şu şekilde çok sert bir biçimde eleştirmiştir:

“Türklükten hiç bir suretle ayrılmasına imkân bulunmayan ve buna herhangi bir

şekilde olursa olsun imkân verilmiyecek olan Türk Hatay; Fransız dostlarımız yüzündendir ki bu güne kadar şu karışık vaziyetten kurtulamadı ve kurtulamaz da…

Çünkü bu işin elebaşı Fransadır…

Biz Kilikyalılar ki bu Fransayı çok yakından görmüş ve tecrübe etmiş olduğumuz için bu iş üzerinde fazla söz söylemeyi zait görürüz.

Her zaman, her vakit Hatay meselesi mevzubahis olunca hatırımıza gelen şu olmuştur:

Madama ki orada bir Fransız idaresi ve onun şuursuz ve farfarı memurları vardır. Burasında düzgün ve hüsnüniyet üzerine iş görülmesine imkân yoktur.

İşte aylardan beri geçen hadiseler de bunu pek âlâ isbat etmiştir. Şunu bir kerre daha tekrar eldim ki;

Fransa hükümeti ve bunun allak ve düzenbaz memurları Hatayda bulundukça burada selâmet ve emniyetle iş görmek imkânsızdır. Bu vesileyle Kilikyadaki hatıraları ve buna sebep olanları tekrarlamak istemeyiz fakat; Dünya hüüriyetinin beşiği olduğunu nihayet bir maske olarak kullanan Fransanın Kilikyadaki hürriyet tarihine en büyük damgayı vurmuş olduğunu da söylemekten kendimizi alamayız. Kara günlerin bir facia sahnesi şikâyet ve tasvir için Kilikyanın Umum Valisi bulunan Bremon huzurunda; İran devletinin Adana Jeneral Konsolosu muhterem Asaf Han Bremonun yüzüne karşı; Bütün medeniyet ve insaniyete hürriyet alameti olarak gösterilen üç renkli Fransız bayrağını da lekelediniz diye haykırmamış mıydı?

Bu gün Hatayda da bulunan yine o hükümet ve yine onun memurları değil midir? Esefle söylemek gerekir ki; Fransa hükümeti ve onun memurları ne verdikleri sözde dururlar ve ne de koydukları imzanın şerefine riayet ederler. Meselâ Kilikya itilafnamesi Franklen Buyyon ile Ankarada imza edilip de buranın tahliyesi hazırlığı başladığı sıralarda bile Adanadaki Fransız kumandanı olan (Dofyo) Fransız mezarlığına diktirdiği bir kırık sütun önünde söylediği bir nutukta;

Kilikyadan çıkmıyacağız, Fransanın ruhu, vicdanı buradadır diye bağırmamış idi? Fakat Türkün azmi, iradesi bu palavracıya ve buna benzerleri daha gününden evvel Kilikyadan koğmuştu o da başka. Zaten Fransaya dünya sulhunun cadısı diyorlar. Hiçbir şeyi karıştırmadan daha doğrusu eline yüzüne bulaştırmadan halle yanaşmaz hem de zararına olmak şartiyle…

Hatay işinde ayni maske ile hareket eden bu hükümetin artık cadı vaziyetindeki hareketine bir son vermek zamanı gelmiş ve hatta geçmiştir bile…

Binaenaleyh; bütün mesuliyet Fransaya ait olmak üzere Türklük menfaatinin istihsaline geçmeliyiz. Artık Türklüğü hatta bütün acun sulhunu bu cadı politikasından kurtarmalıyız” (Yeni Adana, 20 Mayıs 1938, sa:4515, s.1-2).

Ele alınan bu başmakaleden anlaşılacağı üzere yazar, Hatay’daki karışık vaziyetten ve Hatay meselesinin bu zamana kadar halledilememesinde Fransa hükümetini ve onun memurlarını sorumlu tutmuştur. Daha sonra Türk Hatay’da Fransız hükümeti ve onun memurları bulundukça Hatay meselesinin halledilemeyeceğini ileri sürmüştür. Bu iddiasına ispat olarak da aylardır süren olayları kanıt olarak göstermiştir. Daha sonra yazar Fransa’nın sözünde durmadığını ve durmayacağını iddia ederek bunu kanıtlamaya çalışmıştır. En son olarak yazar Fransa’yı dünya barışının cadısı olarak nitelemiş ve tüm dünya barışının bu cadı politikasından kurtarılması gerektiğini ifade etmiştir.

Yine Yeni Adana gazetesinin 24 Mayıs 1938 tarihli sayısında Ahmet Remzi Yüreğir “Fransa-Yanlış Politika” adlı bir başmakale ele alarak Fransa’nın hem bir yandan dünyanın en demokratik idaresine sahip bir ülke olduğunu iddia etmesini hem de öbür yandan emperyalizm politikasını sürdürmesini sert bir biçimde eleştirmiştir. Yazar ayrıca Fransa’nın tek bir vatandaşının bile bulunmadığı Hatay’dan çekilmemesini ve ısrarla Milletler Cemiyeti’nin kararlarına rağmen Hatay anlaşmasını uygulamamak için elinden geleni yapmasını şöyle eleştirmiştir:

“Bu günkü dünya üstünde yanlış yollardan giden, daha doğrusu farfarı adamlar gibi hissine mağlup olarak hareket edenlerden birisi varsa, o da hiç şüphe yok ki Fransa hükümetidir. Fransanın Beynelmilel politikada mandaterlik veyahut sömürgecilik tutumlarında her zaman bu yanlış ve zararlı eserlerine şahit olunmaktadır. Bir taraftan kendisine dünyanın en müfrit demokrat idarecisi süsünü veren Fransa; bir taraftan da bunun aksine olarak en insafsız bir emperyalist tavrı takınmaktan geri durmuyor.

İşte bu hareketler dolayisiyledir ki; müttefik, dost ve yardımcıları yanında daima müşkül vaziyette kalıyor. Daha doğrusu, müttefik ve dostlarını zaman zaman müşkül ve karışık vaziyetlere sokarak işleri de berbat edip bırakıyor.

Meselâ; bütün milletlerin kendi hak ve hakimiyetlerinin kullanılmasının kabul edildiği şu devirde, Fransanın Suriyede ve Hatayda oturmasının ve bu iş üzerinde hâlâ ısrar etmesinin ne manası olabilir.

Suriye ile bir muahede yapar, aradan yıllar geçer, hâlâ tasdik edilerek tatbik sahasına konulmaz.

Hatay için Millerler Cemiyeti huzurunda sonsuz müşkülat ve bin bir entrikadan sonra bir itilafname imza eder, fakat tatbikine yanaşmaz. Kalleş, hilekâr memurlarıyla bunu da berbat bir şekle sokarki; işte bu entrikanın manzarasını bir sinema şeridi gibi bu günlerde seyredip duruyoruz.

Avrupada ise, İtalyaya, Almanyaya hatta İngiltereye karşı aldığı iki yüzlülük ve oyalama siyaseti de meydanda.

Biz şimdi onları bir tarafa bırakıyoruz. Yalnız anlamak istediğimiz nokta şudur: Bu gün tek bir Fransızın bile bulunmadığı Hatayda Suriyede Fransanın ne iş var?. Neden burasını hakiki sahiplerine bırakarak savuşup gitmiyor?.

Mamafih Bizim çok iyi tanıdığımız Fransadan böyle akılane hareketde beklemek beyhude bir şey olurya…” (Yeni Adana, 24 Mayıs 1938, sa:4518, s.1).

Görüldüğü gibi yazar, Fransa’nın emperyalist bir tavır sergilemesinin dost ve müttefiklerini de zor durumda bıraktığını belirterek buna örnek olarak Suriye ve Hatay’daki durumu göstermiştir. Yazar Fransa’nın daha halen Suriye’de ve Hatay’da ısrarla durmasını hayretle karşılamış ve bunun mantıksız bir hareket olduğunu belirterek Fransa hükümetini eleştirmiştir. Daha sonra yazar Fransa’nın her zaman ikiyüzlü ve verdiği sözü tutmayan bir politika takip ettiğini belirterek bugün Fransa’nın Hatay’da takip ettiği politikanın bu olduğunu ileri sürmüştür. Kısacası yazar, Fransa’nın tek bir vatandaşının bile yaşamadığı Hatay’da bulunmasının yanlış olduğunu belirterek Fransa’yı bu noktada eleştirmiştir.

Sonuç olarak Yeni Adana gazetesinin az sayıda yayınladığı bu başmakalelerinden Yeni Adana gazetesinin de yukarıda bahsettiğimiz Yeni Mersin ve Yenigün gazeteleri gibi Hatay meselesinde Hatay Türklerinin haklarını savunduğunu görmekteyiz. Hatay davasını Türkiye’nin milli bir davası olarak kabul etmiştir.

Yeni Adana gazetesi meselenin başlangıcından itibaren Suriye’nin Hatay’ı ve hatta Kilikya’yı Suriye’nin bir parçası gibi göstermesine sert bir şekilde itiraz ederek tepkisini her fırsatta göstermiştir. Daha bağımsızlığını ilan etmeden Suriye’nin komşusunun topraklarına göz dikmesini hayretle karşılayarak Suriye’nin bu durumunu Donkişot’a benzetmiştir. Yeni Adana gazetesi ayrıca Suriye’nin Hatay’da çoğunluğu Türklerin değil, Arapların oluşturduğu iddiasını kanıtlarla çürütmeye çalışmıştır. Her

zaman Hatay’ın Arap değil, Türk olduğunu üstüne basa basa anlatmaya çalışmıştır. Suriye’nin Milletler Cemiyeti’nde alınan kararların uygulanmasını engellemek için yaptıkları tahrik oyunlarını bu gazete eleştirerek Suriye’yi davranışlarını düzeltmesi konusunda uyarmıştır. Suriye’nin her zaman için Türkiye’ye muhtaç olduğunu belirtmiştir. Sürekli Suriye’yi ve Fransa’yı davranışlarını düzeltmesi konusunda tehdit etmiştir.

Yeni Adana gazetesi ayrıca sık sık Hatay meselesinde Fransa’nın ikiyüzlü bir politika izlediğini iddia ederek Hatay meselesinin bir türlü halledilememesinde Fransa hükümetini ve onun Hatay’daki memurlarını sorumlu tutmuştur. Fransa’nın yapılan anlaşmaları tatbik etmeyerek sözünü hiçbir zaman tutmadığını belirten bu gazete, Fransa’nın bundan sonra da sözünü tutmayacağını ileri sürmüştür. Ayrıca bu gazete, Türkiye’nin Hatay meselesinde barışçı bir politika izlemesine rağmen Fransa’nın bu barışçı politikayı yok etmeye çalıştığını iddia ederek Fransa’yı bu konuda eleştirmiştir. Ayrıca bu gazete sürekli olarak Fransa’nın Hatay’ı Suriye’ye vermekle 20 Ekim 1921 Ankara Antlaşması’nı ihlal ettiğini ileri sürmüştür. Zaten Fransa’nın hiçbir zaman sözünü yerine getirmediği iddia ederek Fransa’yı sert bir dille sürekli eleştirmiştir. Kısacası Yeni Adana gazetesi, Türkiye’nin Hatay davasında haklı olduğunu; Fransa ve Suriye’nin ise bu konuda tamamen haksız olduğunu savunmuştur.