• Sonuç bulunamadı

3.1. Araştırmanın Yöntemi

3.7.1.2. Yönetmenin Sinema Dili

Yönetmen yardımcılığından gelen Zeki Demirkubuz'un ilk uzun metrajlı filmi Serap Aksoy ve Fikret Kuşkan'ın oynadığı C Blok, birbirinden farklı eleştiriler almıştır. Bir sitenin

72

C Blok‟unda yaşayan üç karakterin sırlarla dolu ilişkisini konu edinen film, çeşitli festivallerden ödüller kazanmıştır. Ancak Scognamillo‟ya göre Demirkubuz, çizgisi pek belli olmayan bir öykü aracılığıyla aşağıdakiler ve yukarıdakiler diye tanımlanabilecek iki değişik zümrenin yaşamlarını anlatma niyeti gösterse de, C Blok bir ilk filmin eksilerini de içerdiği için tatmin edici olmaktan bir hayli uzak kalıyordu. Yapım koşullarının da zorlamasıyla birlikte C Blok yeraltı deneyselliği, kararsızlığı ve sinemasal marjinalliği bir arada yürütüyormuş gibidir (Scognamillo, 2003: 430).

Bu filmi izleyen Masumiyet, sonraki filmlerinin biçimsel yapısının anasıdır. Derya Alabora, Haluk Bilginer ve Güven Kıraç gibi başarılı oyuncularında yardımıyla, film yönetmenin konuşmalara ve az hareketli bir kameraya ağırlık veren ve kapalı mekanları yeğleyen anlatımının ilk önemli örneğini oluşturmuştur. Masumiyet filmi, tıpkı Derviş Zaim‟in Tabutta Rövaşata filminde olduğu gibi son dönem Türk sinemasına yeni bir kapı açmıştır. Yeşilçam‟dan sonra 80 darbesiyle birlikte sinema sektörüne gelen büyük buhranlı dönemi, öncelikle anlatım tarzı olarak, kapatmıştır. Türk sinemasının dünya çapında yeniden ödüllerle kavuşturan ilk örneklerden biridir. Gerçek anlamıyla son dönem bağımsız sinemanın ilk örneklerindendir. Ayrıca gerçekçi sinemanın asal öğelerini kullanmakta gösterdiği cesaret ve özgüven, kendinden sonra gelecek orta-yeni kuşak yönetmenleri de özendirecektir.

Horlanmış insanları gündeme getirmeyi sürdüren yönetmen, yine sınırlı bir bütçe ile çektiği bir sonraki filmi Üçüncü Sayfa ‟da Ruhi Sarı‟nın canlandırdığı bir figüranla Başak Köklükaya‟nın canlandırdığı komşusu gündelikçi kadın arasındaki ortak kaderi işledi. Dar mekanların yarattığı boğucu ortamı seyirci üstünde baskı yaratmakta başarıyla kullanan film, dışlanmış insanların şiddete dayanan dünyasını yansıttı. Albert Camus'un Yabancı adlı romanından uyarlanan Yazgı, hayatın anlamsızlığına inanan küçük bir memurun işlemediği bir cinayetle suçlandığında da, kendini savunmayıp yazgısına boyun eğişini konu edindi. Kimi eleştirmenlere göre bu film özellikle Masumiyet ve Üçüncü Sayfa ‟ya nazaran daha zayıftı. Bir kez daha Başak Köklükaya ile çalışmayı tercih eden Demirkubuz 2001 senesinde İtiraf‟ı çekti. Karısının ihanetini öğrenen bir erkeğin, bu ihaneti karısına itiraf ettirme çabasını konu aldı. İtiraf filmi bu kez varlıklı bir kesimden gözlemler sunuyordu. Karısına ihaneti itiraf ettiren adam, bu kez yıllar önce kendisinin karısına yaptığı bir hatayla yüzleşiyordu. Zeki Demirkubuz, böylece, yalnızlığın, bunalımın ve sıkışmışlığın sınıfı olmadığını da ortaya koyuyordu. Demirkubuz, bir sonraki çalışmasında başrol olarak görünmek istedi. Hapishane yıllarında üzerinde sıkça düşündüğü ve çalıştığı Dostoyevski'nin Suç ve Ceza adlı romanını ele alarak Bekleme Odası‟nı çekti. Yönetmen,

73

Karanlık Üstüne Öyküler toplu başlığını verdiği bu son üç filminde suçluluk, umutsuzluk, sıkışmışlık ve kötülük gibi temaları toplumsal düzenden kopuk bir biçimde ele almış, bireylerin ruhsal dünyalarına ağırlık vermiştir (Teksoy, 2007: 101-102).

Alin Taşçıyan‟a göre Bekleme Odası Demirkubuz‟un kendini yüceltme çabasıdır.

“Bir yönetmenin kendini yüceltmesinin bu kadar sağlam, samimi bir film yapmaktan daha basit bir yolu bulunamaz… Hele Demirkubuz‟un filmin ana temalarından masumiyet, merhamet ve adalete Kieslowski‟nin “On Emir” misali “agnostik” yaklaşımı ise ürkütücü bir sahicilikle çarpıyor yüzümüze. Elif başta olmak üzere Ahmet‟in kadınları masumiyeti, Ferit merhameti ve Kerem adaleti siliveriyor gözümüzde. Nasıl olduğunu filmde görün. “Bekleme Odası”nı “diğer” filmlerle aynı kategoriye koymadan mutlaka izleyin.” (Taşçıyan, 28.02.2004).

Kader, Masumiyet‟in yıllar öncesine götürür seyirciyi. Başrollerini Ufuk Bayraktar‟la Vildan Atasever‟in paylaştıkları Kader, Bekir ve Uğur‟un geçmişte nasıl bir ilişki yaşadıklarını ve Bekir‟in nasıl bu imkansız aşkın peşine düştüğünün öyküsüdür. Normalde olması gereken filmin, önceyi anlattığı için 80 öncesinde geçmesi gerektiğidir. Ancak Demirkubuz, Kader‟i günümüzde geçirmeyi tercih etmiştir. Uğur Vardan‟a göre Kader, Demirkubuz sineması açısından dört başı mamur bir film. Yönetmenin stiline damgasını vuran sadelik filme hakimken, teknik açıdan da olgunluğu gösteren bir yapıya sahip. Demirkubuz'a göre maliyeti en yüksek filmi. “Ama onun sinemasını deşerken, tartışırken parayı değil, ruhunu ve tavrını göz önünde bulunduruyorduk hep, kuşkusuz 'Kader' de bu kriterleriyle ayakta duruyor, yarına kalma hamlesini gerçekleştiriyor” (Vardan, 17.11.2006)

2009 yapımı Kıskanmak birebir bir roman uyarlamasıdır. Nahit Sırrı Örik‟in Kıskanmak romanını filme aktaran Demirkubuz bu kez takipçilerini şaşırtmıştır. Çünkü sinemasına özgü birçok yapıyı bir kenara bırakarak klasik sinemaya en yakın ürününü bu filmle ortaya koymuştur. Filmin bir dönem filmi olduğunu da belirtmek gerek. 1930‟larda Zonguldak‟ta geçen karşılıksız bir sevginin yol açtığı trajediyi ortaya koyan hikayenin başrollerinde Nergis Öztürk, Serhat Tutumluer, Berrak Tüzünataç ve Hasibe Eren gibi isimler yer almaktadır.

“Zeki Demirkubuz, kendine özgü temaları, özgün sinemasal dili, piyasa karşısındaki kişilikli tavrı, kendi seyircisini yaratabilmesi, genel olarak insana ahlakçı olarak yaklaşması, belirli önyargıları kırmak için ilişkileri ters yüz etmesi, filmleri içinde birbirlerine gönderme yapması gibi nedenlerle auteur yönetmen olarak kabul edilebilir” (Atam, 2010).

74

“Yeni nesil Türk sinemacılarından Zeki Demirkubuz'un sinematografisi, kesif bir acı, hınç, mağlubiyet, daha az kesiflikteyse kayıtsız, nihilizm ve arabesk-kitsch karışımı bir görünüm sunmaktadır. Yılmaz Güney sonrası bir çizginin şekillendirdiği bir hissiyat, yönetmeni adeta pasif hırçın bir psikolojinin içine sürüklemekte, felsefi manada kötü'nün dünyasının tasviri ve temsili adına gerçek hayatta bir varoluş oluşturmanın bununla yüzleşmeden geçtiğinin altını çizmektedir. Sinemada varoluşçuluğu öne alarak ama buna Dostoyevskiyen-Marksist bir renk vermeyi deneyerek dramatize etmeye girişen yönetmen, kişi ve toplum diyalektiği veya uyuşumunda insanın başına gelen adeta değişmez kader gibi olayların toplumu şekillendirdiğini ve her katmanda sömürü etiğinin cari olduğunu savunur.” (Kabil, 2009: 5).

Zeki Demirkubuz, fiziksel çevreye fazlasıyla önem verir. Ama onda Antonioni'nin ressamca fonları ya da Giorgio de Chirico perspektifleri yerine, daha çok çevremizde biriken eşyanın kalabalığı gözlemlenir. “Ucuz bir elektrikli ızgaraya dalgın dalgın, ağır ağır damlatılan çay, bütün bir halet-i ruhiyenin nesnel karşılığı olabilir. Kötü eşya, kötü şehir” (Özgüven: 2011:120).

Demirkubuz'un sinemasal anlatımı güçlendirmek adına hiçbir zaman büyük çabaları olmamıştır. Hiçbir zaman sinemasever bir yönetmen olarak lanse etmemiştir kendini. Sinemasallıktan arındırılmış sade dramlar her daim ilgisini çekmiştir

Demirkubuz‟un (Tabak, 28.02.2004) “Zeki Demirkubuz, karakterlerini asla idealleştirmez,

Türk sinemasında onun kadar anti-kahraman kavramının altını dolduracak başka bir yönetmen yok. Hikayelerine konu olan insanlar tüm zayıf yanları ile sunuluyor bize”(Güven, 2004:27).

Nigar Pösteki, Zeki Demirkubuz‟un sinemasal dilini kısaca şu başlıklarla tarif etmektedir. Yalın ve gösterişsiz sinema dili ile kendisine has bir yönetmen olan Demirkubuz, hareketsiz kamerayı tercih eder ve detay kullanmaz. Sineması minimalisttir; Uzun ve statik sahnelerle öykülerini anlatmayı sever. Neredeyse her filminde televizyon, televizyondan gelen Türk filmi sesi, kapı gibi öğeler bulunmaktadır. Bir türlü kapanmayan kapılar özellikle kahramanların başkaları tarafından sorgulandıkları sahnelerde ön plana çıkmaktadır. Diyaloglar her daim ön planda, sade ve açıklayıcıdır. Küfür olgusunu kontrolsüz ve çekinmeden kullanır. Demirkubuz‟un sineması toplum değil, karakterlerin psikolojisini yansıtır. Seyircinin, karakterleriyle özdeşleşmesine pek müsaade etmez. Anlattığı karakterlerin büyük çoğunluğu anti-kahramanlardır. Aşk için entrikalar çeviren ve sıradan görünmelerine rağmen erkekleri ellerinde oynatan kadın karakterlerini seçer. Din ile bir meselesi olamayan, hatta hayatında dinin çok önemli olmadığı anlaşılan yönetmenin karakterlerinin isimlerini dini kişiliklerden seçmesi ise ilginçtir: İsa, Musa, Yusuf,

75

Meryem..vs. Oyuncu yönetiminde başarılıdır. Filmlerinde müzik neredeyse yoktur. Müziğin seyirciyi yönlendirici tavrından hoşlanmadığı aşikardır (Pösteki, 2005: 109-112).

Benzer Belgeler