• Sonuç bulunamadı

XVII / Bir Sabah İtirafı

Sobamı tutuşturdum çalı çırpıyla. Sonra bir iki tezek yerleştir­

dim alev almış çalı çırpının üstüne.

Çaydanlığı doldurdum, sobanın üstüne koydum. Çok geçme­

den kaynadı.

Çayımı demledim. Bir parça otlu peynir çıkardım. Bir parça

yufkcl

ekmeği kopardım. Sobanın üstünde onu da ısıttım. Gü­

neş şimdi tam odamın içindeydi.

Otlu peynirimi, yufka ekmeğimi yer, çayımı içerken, bir gerçe­

ği, küçük bir gerçeği, kendimin küçümencik bir gerçeğini sap­

tadım ...

Kafamı çelen haritalar, labirent desenleri, oklar yerin dibine!

Artık çelmiyorlar kafamı.

Kitaplar da yerin dibine!

Çayımı içiyorum.

Peynirimden koparıyorum.

Ve gerçeğimi, o anın gerçeğini söylüyorum:

Hiçbir zaman umutsuzluktan bu kadar uzak olmamışhm. Ya­

vaş yavaş ansıyordum, denizdeyken bir fırhna patladığında (hurda, bu dağ başında arhk itiraf edebilirim), umutsuzluğa kapıldığım olurdu: Ya atlatamazsak? Ya kurtaramazsam gemi­

yi? Fırtına, günler, geceler boyu sürerse? Ya makineler istop ederse? Ve her seferinde, kurtulduğumuza değil, batmadığı­

mıza şaşardım. Utanmadan itiraf ediyorum bu korkuyu. ilk kez hurda. Bu dağ başında.

Önemli bir itiraftır bu, okuyucu, öyle okuyup geçme!

Birincisi, bir denizci için bu söylediklerim utanç vericidir. Bu korkuyu bir kez duyanın artık denizi bırakması, kendine, ka­

rada, rahat bir yaşam seçmesi gerektir. Oysa ben, bu korkuyu yaşadığım halde, devam ettim buraya düşene değin denizcili­

ğe. İkincisi, en büyük, en korkunç itiraf, bir işkence altında ya­

pılan itiraf değildir, (çünkü işkence altındaki gerçek bir itiraf değildir) insanın kendi kendine, artık dayanamayıp yaptığı iti­

raftır. İşte ben bunu yaptım. Denizde değil de karada, böyle bir dağ başında yaphmsa itirafımı, anla ve bağışla beni okuyu­

cu.

Çünkü kazazede de bir insanoğludur.

Ama ben, bu itirafımla her şey gibi insanın da değişeceğini söylemiş oldum biraz da.

Burda, bu hiç tanımadığım insanlar, toplumsal, yerel ve eko­

nomik koşullar içinde, umutsuzluğu yendiğimi değil (hayır böyle bir savım yok), bu umutsuzluktan kurtulduğumu söylü­

yorum. Belki daha önceleri birkaç kez battım da (her korku bir batma değil midir?) bunu, ancak hurda ansıdım ve böylece yendim korkuyu.

Yoksa, hurda beni çevreleyen insanlar mı yendi bendeki kor­

kuyu, umutsuzluğu?

Bilmiyorum. (Gerçekte, o ya da bu, onlar ya da ben, pek öne­

mi yok. Olmaması gerek.)

Bildiğim, geceleri korkulu düşlere düşmeden uyumam. Kapı­

mı, ne korkunun, ne umutsuzluğun çalması. Kendi durumum üstüne düşündüğümde, Senden daha talihsiz kazazedeler ol­

du, diyorum. Birçoğunun adını, serüvenlerini tüm denizciler bilir. Aralarında öyleleri vardır ki, en yiğit, en namuslu deniz­

ciler oldukları halde, hain diye zındanlara atılıp çürütülmüş­

lerdir.

Kimileri !SSlZ bir adaya düşüp, hurda kendilerini kurtaracak bir gemiyi beklemişlerdir. Issız adamn tüm doğal olanakların­

dan yararlanmışlar, ayakta kalmayı başarmışlar, ancak uzak­

tan geçen denizci kardeşlerine seslerini duyuramadıkları için (ya da seslerini duyan, işaretlerini görenler, bunu bir düş

ola-rak yorumlayıp, dümenlerini bu ıssız adaya kırmadıkların­

dan), yalnızlık içinde, umutsuzluk içinde gözlerini kapamış­

lardır dünyaya.

Ben, hiç değilse insanların arasına düştüm.

Konuştukları dilden anlamıyorum, doğal ve toplumsal koşul­

lan, alışık olduğum koşullar değil.

Ama bir ıssız adada değilim.

Ama tek başıma bir ıssız adada değilim.

Bir zmdana atılmadım.

Belirsiz bir suçtan işkence altında değilim.

İstemime karşı bir iş yapmaya zorlanmıyorum.

Cennette de değilim, kabul. Zaten orcia olmayı ne düşündüm, ne de istedim.

Ama cehennemdeyim de diyemem.

Açıkçası, bir kazazede için, iyi koşullar altındayım.

Sınıfım var. Öğrencilerim var.

Denizde değilim, kaptan değilim.

Öğretmen ve öğrenciyim.

Demek öğrenmem gereken şeyler varmış.

Tüm

insanlar gibi.

Bu da bir mutluluk değil mi?

Koşullar ne olursa olsun bu da bir mutluluk değil mi?

Bir ses, Artık kendini düşünmez gibisin, diyor.

Düşünüyorum, kendimi unutmadım, düşünüyorum, bu kez yalnız kendimi değil, tüm yaralıları, diyorum.

Sonra: Sen sus, iblisin sesi, diyorum.

Kimi yerele, kendi sesini bile yadsıması gerekebilir insanın.

Dayanası kalmadığı kendi sesini.

Sen ne dersin, güzel sesli okuyuciım?

Ben, sanki yıllar süren derin dinlendirici bir uykudan uyanıp gözlerimi yeni açmış, hem böylesi derin bir uykuyu uyuyup dinlendiği için, hem uyandığı için mutlu (güneş gözlerimi ka­

maştırıyordu) bir insandım.

Dün gece gözünü kırpmayan ben değildim sanki.

- Oturdum, bu coşkuyla, günün ilk dersine çalışmaya başladım.

Günün ilk dersi: Hayat Bilgisi.

Çocuklara, gökyüzünü, yıldızlan, denizleri ve bunların oluşu­

munu anlatacaktım. Kafamda tüm bilgilerimi tazeledim. Tü­

münü yerli yerine yerleştirdim. Dilimin en basit sözcüklerini aradım.

Sonra, bunların (sözcüklerin) yetersiz olacağını düşündüm.

Çocuklardan önce sınıfa girdim. Dün boyadığım karatahtarun üstüne kentten getirdiğim renkli tebeşirle, mavi denizler, be­

yaz bulutla, yelkenliler çizdim.

Dünyayı çizdim yusyuvarlak ve turuncu.

Karalan çizdim. Akarsuları, ovaları.

Bunları hiç silmeyeceğim. Düşlerine girene ve çıkmayana de­

ğin.

Ellerimi çırptım.

Hadi bakalım çocuklar ders saati, okul açıldı.

Doluşuverdi çocuklar soğuk sınıfa.

Ama çok geçmeden kendiliğinden ısınıverdi oda.

Hadi bakalım yavrular, öğrenelim dünyamızın oluşumunu ve ilk bilgisini hayatımızın.