• Sonuç bulunamadı

Pelit, Beyoğlu'nda sevim l i bir kahvedir. Tepebaşı Tiyatro­

su'nun karşısına düşer. Buraya d a h a çok saka l l ı, pipolu yaza r, çi­

zer, d ü ş ü n ü r ta kımı, karşıki tiyatrodan da a ktörler, operacı lar, mü­

zisyen ler gelir. Zam a n ı n sevim l i mezeni Seyfettin Çürüksu l u bura­

ya "Cafe G rössenwah n " der, Berlin'deki Cate des Westen'e ben­

zeterek ... Oraya d a sanatçılar g e ld iğ i n d e n "Burnu Büyü kler Ka h­

vesi" derlermiş o kahveye. Pelit'i oraya benzetmekle ken d i n i de gençliğine, gençlik a n ı larının ortasına atm ış o l u r. Bu kahveyi az buçuk Al m a n k ü ltürü yalam ışların sevişi boşu n a değlidir. İ ki gar­

sonu da Almanca bilir. "Herr Ober" d iye seslenebilirsiniz. Sonra en güzel Apfelkuchen'ı burası yap a r.

Alman ve Avusturya Lisesi'nin, ü n iversite Alman Filolojisi öğ­

rencilerinden e n ema nsipe olan birka ç ı n ı n buraya dadanışı da bundan. Ben de burayı Viya na kahvelerine benzetirim. Orada her yazarın bir Sta m m cafesi = Ana ka hvesi, orada da belli bir masası = Stammtisch'i vard ır. Orda kitap okur, ard a yazı yazar, arda röpor­

tajcı kabul eder. Neden ca m ı n yan ın da ki masa d a benim Sta m m­

tisch'im olmasın? Ben de bugü n e b u g ü n -da h a doğrusu o g ü ne o g ü n- yen i palazlanan, hikayeleri bazen Alman derg ilerinde bile çıkan bir yaza r ı m .

Yazar takı m ı n ı n m u h ayyilesi işlektir y a , s a d e kah ra ma nlarına değil, bazen kendine de bir m ith örer. Olmak isted iği, özendiği bir i maj yaratır. Sonra d a a klınca ona uymaya çalışır. Uyd uğu­

nu kuruntulayınca sevi nir. Başka s ı n ı n göz aynasında bunun izle­

rini görmek o n u ru n u n cilası o l u r . Yere göğe sığmaz. Bu budalaca aşamalardan h a n g i m iz geçmemişizd ir gençliğimizde . . . Bazısı bu soytarılığı ömür boyu sürd ü rür. Onlar ifl a h bulmaz budalalardır.

Bazısında kızıl, kıza m ı k g ibi, bir toylu k dönemi hastalığı gibi daha kısa sürer. Bir y ı l , beş yıl, o n yıl . .. Sonra i nsanlar, olaylar, hüsran­

lar insa n ı törpüler. Bir g ü n gelir bu oyu ndan bezer. Olduğu gibi olman ı n, daha rahat ve az yorucu olduğ u n u a n lar. Ada m olmaya başlar.

O tarihte ben henüz o dönem i aşamamışımdı r. Balonu mu n delinmesi b i r yana, çevrem onu i nadına şişirmekted i r.

96 Yal ıda Sabah

"Goethe l nstitut"u n kadın okutmanları, Felsefe ve Alman Filo­

loj isi kızları, Alman Lisesi son s ı n ıf öğrenci l eri, bir de Alman nörs­

lerden birkaçı yanında süksem yerindedir. Yanaşır, bir şey sorar­

lar. Buyrun desem hemen oturu rlar. Kimi bir yazı m üzerine fikrin i açıklar, kimi felsefe ödevi i ç i n a ç ı kça yard ı m ister, a l ı r. H e l e güzel­

seler hiç çevirmem. G üzellik Ta nrı'nın en büyük a rmağanıdır insa­

na. Başka hiçbir meziyeti olmasa bile . . . Çevresindeki genç, güzel, pırıl pırıl bakışlı kızlar tarafından ilgiyle dinlenilmek kimin hoşuna g itmez o yaşta?

O dönemde gencim, bekarım, özg üroğ l u özgürüm. Önüme çı­

kan her tesad üften ilerde kul lanacağı m materyal toplamak kurun­

tusunday ı m . Üniversitede asistanımdır da. Yabancı hoca la rdan yu­

muşak -çü nkü kültürlü insa n l a r hep yumuşak tonda konuşur- evet yumuşak bir ses ton u , zarif el, kol ve baş hareketleri kap m ışımdır.

Daha önemlisi boş kon uşmama k alışka n l ı ğ ı edinmişimdir. Ne ko­

nuşursa m , elhak az çok iyi bildiğim, üzerine birkaç kitap devird i ğ i m konulardan konuşurum. Kızla r gider. B i r Hollanda pu rosu yakarım.

"Welwoche" m i , yahut "Theater Heute" m i oku maya koyulurum. elbet resimden konuşmaktadırlar. Ötede iki e rkek o peracı kocaka­

rılar gibi bir kulis dedikodusunda koyulaşm ışlardır.

Dedim ya, sadece Avrupa p u ro tütü n ü , sade yaprak sigarası Pelit'in havası. Ola nca canlılıkları, e l e ktrikleri ile d u yururlar varlık­

ların ı .

B u n ların i ç i n d e adı bura m bura m W a g n e r kokan b i r Brü n n ­ h i l d vard ı r, en hoşla n d ı ğ ı m . B r ü n n h i l d G razlı d ı r. Tatlı b i r Avus­

tu rya a ksa n ı ile kon uşur. İsta n b u l'a s ı rf m e mleket g ö rm e k, tecrü-Ya prak Ne Canlı Yeşil 9 7

be e d i n m e k için g e l miştir. Son ra d a n görme b i r a i l e n i n i kiz kızla­

nuşuruz, sanat konuşuruz, edebiyat, felsefe konuşuruz, sanat tari­

h i, a rkeoloj i konuşuruz. Adeta çevreyi u n uturuz. Brü n n h i ld'in a d ı ­ nın çağ rışı m ı Wag ner kon usu, çoktan konuşu l u p t ü ketildiği i ç i n bu sefer, mesela Lehnau'un "Weltschmerz"ini, Nietzche'nin "Ecce H o mos"u n u , Heine'nin "Atta Tro l l " u n u , Kafka ' n ı n " Milena'ya M e k­

tupları"nı merdiven yapıp nice platonik ve entelektüel orgazmlara va rırız. Sanat tari h i asista n ı değ i l m iyim, bazen a l ırım o n l a rı , Sü­

B r ü n n h ildcik saçları n ı b i r tayı n yelesi gibi geri fırlatıp d u rm a­

Zuhal öyle pek e nte lektüel kıza benzemez. Kon uşmaları ilgisiz d i n l iyor, arada da ağzı ka palı, çaktırmadan esniyor. Beni şöyle ça­

"Hadi Sergi Sarayına folk/öre g itmeyecek miyi z?" diyor.

Bir ara masa n ı n üzeri ndeki d ergi leri karıştırd ı . Kon uşulanı a nla­

Yanıma ta kıp gezd iriyoru m . Çok iyi anlaşırız. Hemşire oku l undan öteye okumamış ama şaşı lası b i r zekası var. H içbir şeyi öğrenme­

den her şeyi b i l e n cinsten. Onunla za man nasıl geçer fark etm e m . Oyal ıyor beni . "

" Kita p fil a n okumaz m ı ?"

"Okuyana garezd ir. 'Siz gözl üklüler' der ayd ı nlara, küçümse­

me ile. Gözlüklü o l m asalar da. B i r Satı N i n esi varmış, köyün ebesi, us hocası. O yetiştirmiş b u n u, sağı solu belli ol maz. Bazen söyle­

yeceğ ini pattadan söyler, bazen de bir derli toplu laflar eder, şa­

şarsınız. Delidolu bir acayip kız işte."

İşte şimdi bu delidolu acayip kız karşımdaki ...

"Oysa ne güzel kürek çekermişsin sen arkadaş:' Beni ilk senleyişi.

Gece umut verici başlıyor.

Cevap vermiyorum. Ne diyeyim ki! Bazı laflar cevap gerek­

tirmez.

Sonra sahte tevazu bir yana, iyi kürek çekerim, şiir gibi kürek çekerim. Dünyada tek güzel yaptığım şey budur. Bunun bilincin­

deyim.

Bazı sabahın çok erken, bazen de gecenin en ıssız saatlerinde Moda Koyu'nda tek başıma saatlerce kendimi bu ritmin hazzına kaptırmayı Bach'ın, Telemann'ın müziğine bile yeğlerim.

Evet üç haftadan, yani tanıştığımızdan bu yana, bana ilk iltifatı bu, üç haftadır her karşılaşmamızda bana değil de, sanki saydam­

mışım gibi beni geçip başka bir yerlere bakan, öbür kızların güldü­

ğü esprilerime dudak büken, öbür kızların ilgi ile dinlediği sözle­

rime burun kıvıran, hasılı beni alıp satmayan bu hırçın kıza şimdi,

"Sağ ol" mu diyeyim, "Estağfurullah" mı? Değmez.

Bir g ün, Pelit'in tenha bir öğleüstü, masamda kitap okuyoru m . Güzel kokul u b i r gölgenin varl ı ğ ı n ı yakı n ı m d a h issettim. Gözleri­

mi kaldırdı m baktım . Oydu. Karn ı n ı n eredeyse masa m ı n

kenarı-100 Yalıda Sabah

na değdirecek kadar yaklaşmış, Marilyn M o n roe'ya çok yakışan o iskarpinimin ucuna vişneli dondurma döküldüğü g ü n , hemen eği­

lip m e n d i lin izle sildiniz. Doğrulu rken kan çıkm ıştı yüzün üze. Nere­

ye gidiyoruz?"

Doğrudan doğruyalığı hoşuma gitmişti.

"Nereye isterseniz. Yürümek sever misi n iz?"

"Yokuş aşa ğ ı o lu rsa."

"G üzel."

Büyük Çaml ıca'ya çıktık arabayla. Gezici bir fıstıkçıdan ka bak çekirdeği a ldı. Evliyaya taş yapıştırdı. Sonra oradan, değil Gire­

s u n l u ların, kırk yıllık İsta n b u ll uların bile pek bilmediği patika bir yoldan Küplüce'ye yürüdü k. Yol boyu ortaokul kompleksini kolla­

yarak onun deyi miyle hiçbir vükela/Jk etmedim. İlk anlar o sorma­

"Okurl ara, seyircilere ... "

"Ne yazarsınız.?"

" H i kaye, tiyatro piyesi."

"Niçin yazarsın ız?"

"Okusunlar, beğensinler, sevsinler, a lkışlasınlar d iye. M ol iere ne demiş: 'Sanat beğenilmek için yap ı l ı r' d e miş." Kızar g i b i oldu.

-Eyvah , yine bir gavur adı karıştı rdı

k-" Beğen i rlerse n e olacak?k-"

Yaprak Ne Canlı Yeşil 1 0 1

" M utlu o l u r u m . Herkesin b i r avu ntusu var d ünyada. Kend i n ­ den bir şeyler bırakmak geleceğe. Siz b u n u saçma m ı b u l u yo r­

s u n uz?"

"Çoook" dedi. " Herkes kendi n l e doludur. Herkesin kendi h ika­

yesi var a n l atacağ ı , kendine mahsus. Herkes kendi bir tiyatro oy­

nar, kendi yazd ı ğ ı . Sizinki leri yarım kulak din ler. Sonra da u n utur g ider. Kulak arkasına atar." -Bir ka bak çekirdeği tükürd

ü-Sonra ekled i :

"Yazd ı kları n ız d a , olsa olsa ka bak çekirdekçilere keseka ğ ı d ı o l u r."

" M ü m kü n d ü r" dedim.

"Yarına kal m a k a ncak ağaçlara vergi" dedi ötemizdeki bir ç ı na­

rı göstererek. "Neler görmüştür kimbilir bu çınar a mca. Daha da neler görecek. M evsimler gelir g eçer, insan l a r doğar ölür. O hep ayakta kalır. Hep vard ır. Başka s ı n ı takmadan, beğenilmeye, hoşa gitmeye kalkmad a n . " -Bir kabak çekirdeği daha

tükürdü-Beylerbeyili o l d u ğ u m için b u yolu pek severim. Beni çocukluk an ılarıma götü rür.

Hava d u r g u n ve puslu. Lafı hep ona bırakıyorum .

"Para kaza n d ı rıyor m u bari yaza rl ık?"

"Ne gezer."

"Öyleyse siz de bizim kiler g i b i hazır yiyicisiniz."

" Estağfuru l la h . Ben hocalık da ederim . Daha doğrusu asistan-l ı k . H ocaya çömezasistan-lik. Aasistan-lman hoca n ı n dersini terc ü m e ederim."

"Ne a n l atır Alman hoca?"

"Sa nat ta rih i. Tarih boyu sanat nasıl gelişmiş . . . "

" Ö ğ renciler de b u n u başka s ı n a satsı n l a r diye m i?"

Patika yoldan i lerl iyoruz. "Bayı ldım buraya" diyor.

Birkaç hafta önce tesadüfen dostum Tanpınar ben im kırk y ı l d ı r b i l d i ğ i m bu y o l u y e n i keşfetmişti.

"Giorcione Çıplak Venüs' ü n ü n eden açık pencereden görülen kendi g i bi seri l i uzanmış doğanın yanına yatı rmış, o gün a n l a d ı m , demişti . B a n a d i ş i bir varlık d uygusu verdi o i n iş ç ıkışlar .. . "

Tan pınar ince ruhlu bir i nsa n d ı r. Kimbilir hangi kıvrım la rdan ne yüce i l h a m lar a l m ıştır. Beni de aynı h isse başka bir çağrışım vardırmıştı r: Çengelköy sırtlarına -hele böyle puslu havada- her bakışı mda, o çıplak kıvrım lar ortasında bir bölg e : B i r kad ı n vücu-1 02 Yal ıda Sabah

d u n u n karın altı nah iyes i n i a n ım satan bir tümsek ve onun önün­

deki küçük sık koru n u n koyu yumağı ...

Zuha l'e Ahmet Hamdi Ta npı nar'dan söz açsa m vükela/Jk sa­

yabilir.

Hemşire okulunun m üfredat progra m ı nda Ahmet Hamdi oku­

tu l muyorsa, belki a d ı n ı bile duymam ıştır. Ama yine çenemi tuta­

m ıyoru m. Hislerimi ille biriyle paylaşm alıyım.

"Bir şair dostum buraları Giorcione'nin Venüs'üne benzetmiş-ti" ded i m .

"O d a m ı hoca?"

"Hayır şair."

"Şairse neden kendi duyd u ğ u n u söylemiyor d a kitapta n, Cor­

codan fal a n bilgi taslıyor?"

G e l de ş i m d i b u n a , işe kült ü r de karı ş ı n ca doğadan daha zen­

"Başka ne zırvalar okuturs u n uz derste?"

"Resim, heykel falan filan. Fa l a n res m i kim yapmış, ne zaman

Sonra ya prağı örselememek ister gibi usulca kopa rıyor, o kşa­

y ı p öpüyor. Burnuma uzatıyor.

"Ha buni kim yapti?" d iyor. -Ne hikmetse espri yaparken yerel şivesini vurg u l a r- " B u n u da a n l atıyor mu hoca?"

Biraz daha yürüdük. Birden d u rdu . Gözleri ilerde bir yere dalmıştı.

"Şu meşeye bakın" d edi.

Tek başına bir tepecikten Boğaz'a bakan vakur bir meşeyi gös­

tererek;

"Bu meşe benim meşeme ço k benziyor. O da böyle tek başı­

na, ayrık yaşardı ö b ü r ağaçlard a n . Ne severdim onu bilemezsiniz"

dedi.

Yaprak Ne Canlı Yeşil 1 03

Çıkard ı ğ ı iska rpinlerini ve eli ndeki ka bak çekirdeği kesekağıdı­

n ı elime tutuşturdu. Bayır aşağ ı, yal ınayak a deta uçtu. G itti o me­

şeye sımsıkı sarı ldı. Ya nına va rd ı ğ ı m d a yanakları pem beleşmişti.

Yere otu rdu. Otu rd u değil de, kelebek gibi kondu adeta.

"Bizim orada bir meşe vard ı " dedi. "On iki, o n üç yaşındayken aşıktım ona adeta. Sıkıldım mı g ider ona dert ya nard ı m . Göğsü­

mü, ya n a ğ ı m ı dayard ı m sert ka b u ğ u na. Konuşurdum boyuna. Su­

sar, beni d i n lerd i . Sustuğ u için de iyi d i n lerd i . İ n s a n l a r i nsanı d i n ­ lemez ki . . . Yarım k u l a k d i n l er. Seni dinlerken kendi kon uşaca ğ ı n ı düşü n ü r. Oysa o d inlerdi. Ne g üç l ü bir görünüşü va rd ı . Sert ka­

buklu palam utları va rd ı . Yaprakları ne parlak yeşi l . . . "

Gözleri meşede, sayıklar g i b i kon u ş uyor. Birden toparla n d ı .

" B e n de n e l e r söylüyorum" dedi.

Bir sigara yaktı.

"Üç kere Pelit'e gelmeyle bana da vüke/a/Jk mı geçti ne?"

Sonra yine daldı :

"Bazen de g ider ta banlarımı ona dayar yata rdı m . " -Aklına gel­

miş gibi taban l a r ı n ı ağacın gövdesine dayadı- "Sa nki ondan bir şeyler geçerdi bana. Gözlerim i kapar, dalardım."

O n u bir meşe gibi d i n l iyoru m . E n u m u l m a d ı k insanda bazen ne olmadık boyutlar var. Yen i bir kıta keşfetm işim sanki.

"Seni yen i yeni tan ıd ı m b u g ü n " d iyoru m . "Çok sevdi m sadeli­

ğini, c a n d a n l ı ğ ı n ı , doğrudan doğruya l ığ ı n ı . "

Ses i n i ç ı ka rma d ı . M ü h i m m ü h i m tırnaklarına bakıyor.

"Kitaba, rehbere ihtiyacın yok. Kend i n b u l uyorsun tüm g üzel­

l i kleri, kend i n tadıyorsun keyfince. Neden? Ç ü n kü sen de kusursuz g üzelsi n . G üzellikten bir parçası n . Kolay oluyor öbür g üzelliklerle kontakt kurma n."

Hepsi hoşuna g itti de daha çok bir elektrik arızası deyimi ola-ra k bel lediği "kontakt"ı yadırg a d ı ğ ı belli. ·

"Bu d a m ı kitapta n?" dedi.

"Hayır" dedim. "Ta içimden. Kendimden. Her şeyi seziyors u n da b u n u sezemedin mi? Sen d oğanın katı ksız bir. ü rünüsün. S e n de o yap ra k kadar c a n l ı , d i ri, hayat d o l u ve p ı r ı l p ı rılsı n . Öbür kız­

lardan çok d a ha parlak . . . "

S u l a nmaya başlıyorum sa n m as ı n d iye de başka tarafa baka­

ra k ve e l i m deki bir otu ısırarak;

1 04 Yalıda Sabah

"Ne güzel söyledin demin" dedim. "Yaprağın yeşili ne parlak."

Sonra G oethe'nin bir sözü geldi a k l ı m a . "Her öğreti az çok pusludur der bir yerde. Ama a ğacın yapra ğ ı ne parlak", soyutla som utun, düşünle yaşa m ı n farkı n ı hiç ıska l a r mı o kaşarl a n m ı ş ya­

şam virtüözü.

Pelit'tekiler ve benzerleri kü ltüre açlıkları, zeki bakışları, sezişle­

ri, a l g ı layışlarıyla hepsi başımın tacı. Çünkü aynı tekkenin müritle­

riyiz. Aynı dalga uzu n l u ğ u nda birleşmiş. Ama bu karşımdaki bam­

başka bir güç. Doğa g i bi, yonca g ibi, ot gibi, çiçek gibi, ağaç gibi, d a l gibi b i r güç. VAR ve ORADA. Demin çınar için söylediği gibi.

Oturduğu gibi hafifçe, tüy gibi toparla n d ı .

"Haydi a rtık yeter g eveze l i k" dedi.

Vükela/Jktan gevezeliğe terfi ettirmesi iyiye ala met.

Önce Beylerbeyi'ne indik. Oradan Çengelköy'e yürüdük.

Çengelköy iskelesin i n ya n ı ndaki gazinoda yemek yedik. Çiroz getirtti . Pirzola, patlıcan kızartması. .. Yemeği küçük lokmalarla, za­

rif çata l bıçak tutuşları ile b i r hariciyeci karısı gibi yiyor. Yem e k arası nda bir P a l l M a i l yaktı. Uzu n parmakları ile sigarayı tutuşunu, başı hafif yana eğik, d u m a n ı n ı savuruşunu seyrediyoru m . Yemek bitti. Birden saati n e baktı.

"Geç oldu a rtık. Hesabı ödeyin de kalka l ı m . "

Yolda suskunlaşm ıştı .

"Ben sana sen demeye başladım bile. Sen de bana sen de a r-tık .. . "

"Birden d iyem e m . Vakit bıra kı n b u n a . İçimden gelsin."

"Sen bilirsin. Ne zaman bul uşacağız?"

"Belli olmaz."

Sonra güldü birden :

" B i r kolaylık düşünü rüz" dedi.

Gamzeli yanakları ile şimdi on kat güze l .

Pel it'e b i r kere d a h a g e l d i . Yine s ı kı l d ı, esnedi. Roksan "ağzı boz u k" demişti ama ne Küplüce g ezmesinde, n e de Pelit'teki ma­

sada edebin kantarını taşırmadı. İngeborg'u n a d ı n ı "r"siz söyleyi­

şi s ı rf d i l i dön meyişindendi. Öyle olmasa sözü geçtiği za man kızın çalıştığ ı "Goethe l n stitut"u popo enistitüsü d iye hafifletmeye ça­

l ışır m ıydı?

Ya prak Ne Canlı Yeşil 1 05

Pel it'in havasından mı ned i r, orada bana bir d ü şmanlaşıyord u . Bakıyorum yalnız otu rd u ğ u m uz aralar beni bozma fı rsatlarını ka­

çırdığı yok. Bir keresinde;

"N iye o pozlar, yaprak sigaraları, niye o Avrupa lı g ibi çarpık g ü lmeler, o kazu let kızın yanında?" d iye sord u .

"Doğrusun" d e d i m . "Ama dünya n ı n kan u n u b u . Erkek kendi­

ni dişisine beğendirmek ister. Horozsa öter. Borazancı ise bora­

zan çal ar, sesi va rsa gazel atar. Yüzüc üyse kuleden atlar, zengi nse va rl ı ğ ı n ı ö n ü ne serer, yaza r çizer d ü ş ü n ü r senin deyim inle gözl ü k­

l ü lerin marifeti de laf cambazlığı işte, vükelalık. "

G ü l ümsedi lütfen.

"Vükelalık etmeseniz daha sevi m l i o l u rs u n uz bence" dedi.

Birden karşı hücuma geçtim :

"Darı lma a m a " dedim. "Sen sanki büsbütün ta kmacıksız yap­

macıksız mı san ıyorsun kendini? Neden öyle afi li Pal! M a i l içiyor­

sun? N eden m a n kenler g i b i bacak bacak üstü ne atıyorsun? N iye tırnakların cilalı, neden Roksa n'dan öğrend iğin Avrupa esanslarını sü rüyorsun? Neden mizampli var saçları nda? Neden rimel var hiç ihtiyacı ol mayan uzun kirpiklerinde, ruj var, o rujdan daha g üzel etli kırmızı dud a klarında?"

Sinirlenir gibi o l d u . Alaycı yüzü ndeki gamzeler söndü. Kaşla­

rı çatı l d ı . Sakin olmak için saçları n ı n u c u n u yine burnuna götürüp kokluyor.

"Siz b e n i m l e boy ölçüşmeye kalkmayın" dedi. "Pal! Mail içme­

mi, koku m u , ojemi, d u dak boya m ı , g iy i m i m i taktı ğ ı m yok. O be­

nim bayram l ı k k ı l ı ğ ı m . Onların içine çıka rken g iydi ğ i m . Takma saç gibi peruk gibi, a d ı m da uyd uruk. Zuhal değ i l asıl a d ı m , H a m ide.

Şaşırd ı n ı z değil m i? Zuhal daha yaraşmıyor mu çal ıştı ğ ı m o kibar eve? Ben istesem bu takma ta kıları bir anda soyu n u r atarım. İş ki karşımdaki buna değer olsu n . Yoksa oyuna devam zorundası n.

Ca pito?" -Bu kel imeyi de nerede n

öğrenmiş?-"Ama siz gözlüklüler soyunamazsınız kolay kolay. Kitap lafları­

nı, kültür mavallarını, o Kafka m ı nedir, bir de popo adına benze­

ye n ada m ı n vecizelerini tekrarlamasanız söyleyecek lafınız ka lmaz belki. Ben soyun u nca ben ç ı ka rım altından. Siz soyun unca belki bir iskelet ç ı ka r, siz yoksan ı z a ltında."

1 06 Ya l ıda Sabah

Bir hafta geçmiş geçmemişti ki, Roksa n beni yaş g ü n ü partisi­

n e çağırdı. Parti köşkleri n i n kayı khanesinde yapıl ıyor. Elektrikleri söndürmüşler, hava versin d iye her tarafta kilise m um la rı yakmış­

lar, duvarlara i ko n l a r, non fig üratif iki-üç res i m asmışlar. Kim bilir hangi antikacıdan bir boru l u eski zaman gra mofo n u , bir de a kordu boz u k laterna geti rmişler.

Tek gelenlere bir k ü ç ü k za rf veriliyor. İçinde i kiye katlı bir kar­

ton . Üstü nde o geceki damınızın adı yaz ı l ı . Bakmadan cebime koyd u m .

İçerde o n , on i ki davetli var. Aralarında bir-iki d e yabancı be­

atn i k . Pikap Nat K i n g Cole' lı, Fra n k Sinatra'lı peş rev havaları çal­

makta.

Roksan'la Zuhal, Roksan'ın kardeşi Sinan ev sahipliği yapıyorlar.

Z u h a l ya nıma geld i :

"Ba k ı n ba ka l ı m dam ı n ız kim?" dedi.

Önce kağıda sonra ona ba ktı m .

" B u işte bir h i l e va r" dedim.

G ü ld ü .

"E olacak artık o kad a r" dedi.

Mezeleri, yemekleri Büyük Kulü p'ten getirtmiş Roksan . Yeni l ­ di, içi l d i . İlkin laterna eşli ğ i nde sirtakiler yapıldı sonra mutat üzre önce h ızlı dansl ara geçil d i . B i raz so n ra sıra bugi bugilere gelecek.

Daha sonra da slovlara. Yarı kara n l ı kta . . . Romantiko erotik ... Prog­

ra m l ı d ı r b u n ların pika pları. Kayıkhanede sigara d u m a n ından göz g özü görmez olmuştu. İçlerinde marihuana içen ler de var.

Zuhal'in iri e l i n i elimde b u l d u m .

"Gelin" dedi. "Sıvışal ı m . Burası yavan o l d u . Birazdan d a h a d a mayışırlar."

Kıyıda yürüdük. Aysız, ka ra n lı k mı kara n l ı k b i r gece. Bir yere geldik. Sanda l l a r ı n ı çıkardı, etekl erini sıvad ı , denize daldı. Dem i rli bir kayığı sahile çekti.

"Atlayı n" dedi.

Ayakkabılarımı, çoraplarımı çıkardı m . Paçaları sıva d ı m . Kayığa yanaşıp atla d ı m . O da atlıyordu ki, birden h atırladı. Gitti, u nuttuğ u sigara paketini, çakm a ğ ı n ı , yarı l a n m ı ş b i r şişe whisky v e şa mfıstı­

ğı aldı geldi.

Yaprak N e Ca nlı Yeşil 1 07

İşte şimdi kayıktayız. Bana ilk defa yakınlık duyuyor. Ayrıcalık uyguluyor. Beni ilk defa senliyor.

Vükelalığıma

karşın hiç değilse beğenilecek bir yan bulmuş. Küreğimi övüyor. Belki başka övgü­

lerin de başlangıcı olur bu. Serüven arayan bir insana umut veri­

ci paslar.

"İlk defa senliyorsun beni" diyorum.

"İnsan birine sen demezse iyi sevişemez'.'

Sonra şaşmama vakit bırakmadan, mayışmış bir sesle;

"Gel" diye emrediyor.

Bir vantuz gibi dudakları ... Sıcak nefesi, nanesi henüz taze çik­

let kokuyor. Kayık yavaşlıyor sonra duruyor. Uzaktan geçen bir va­

purun dalgası ile şimdi hafif hafif yalpalıyor.

"Höööst, hööst" diyor. "Bu ne acele açgözlü.

Çıldırganlık

yok . Kürek çektiğin gibi sevişemez misin sen?"

Silkiniyor, toparlanıyor.

"Şu kotraya çek" diye kumanda ediyor.

"Elin kotrasında işimiz ne?" diyecek oluyorum.

"Sen dediğimi yap" diyor. "O kotra Roksan'ların. Beyle hanım Frankfurt'talar, büyükhanımla. Kediler gidince farelere gün doğar.

Roksan'ın yaş günü mü bugün? Yoo. Kayıkhane partisini neden bugüne rastlattık?"

Kotraya çıkıyoruz. Direğin ucunu gösterip;

"Şu ışığı söndür" diyor.

Aklıma ateşböceğinin fıkrası geliyor. Dişisine "Yatalım" deyin-ce, "Işığını söndür, aydınlıkta utanırım" demiş ya ...

Onu anlatıyorum.

Gülmüyor.

"Vükela"

diyor. "İlle her şeye bir yerlerden nükte katacaksın.

Sahte utanç insana vergi. Ateşböceği aşktan utanır mı? Hayvanlar bizden namuslu'.'

"Öyleyse niye söndürttün ışığı?"

"Bunu kapamak burası meşgul demeye gelir. Parola, senin anlayacağın. Bakarsın partiden iki zıpırın da burayı akledeceği tutar'.'

1 08 Ya lıda Sabah

Kotrada bir kamara var. İki yanda iki sed ir. Sedirlerin üstünde­

ki şilteleri dışarı alıp. zemine seriyor, buna alışık bir jestle. Işıktan çekinmediği şurdan belli ki gidip tuvaletin küçük ışığını açıyor.

Bana da kumanda ediyor:

"Soyun" diyor. "Ama önce kafandakileri.

Vükelalık/arı, espri­

"Soyun" diyor. "Ama önce kafandakileri.

Vükelalık/arı, espri­

Benzer Belgeler