• Sonuç bulunamadı

Toplumsal Yönetim EleĢtirisi

2. BÖLÜM

2.3. HAKAN GÜNDAY‟IN ESERLERĠ

3.8.5. Toplumsal Yönetim EleĢtirisi

Türkiye‟ nin jeopolitik konumundan yola çıkılarak Batı ve Doğu ülkeleri arasındaki iliĢki örnek olarak alınan aĢağıdaki paragrafta ortaya konmuĢtur. Aslında bu paragraf net bir eleĢtiri paragrafıdır. Ġnsanların kandırılması, politikacılar, Doğu- Batı medeniyetleri bu eleĢtiriden nasiplerini almıĢlardır: “Doğu ile Batı arasındaki fark, Türkiye‟dir. Hangisinden hangisini çıkarınca geriye Türkiye kalır, bilmiyorum ama aralarındaki mesafe Türkiye kadar, ondan eminim. Ve biz orada yaĢıyorduk. Her gün politikacıların televizyonlara çıkıp jeopolitik öneminden söz ettiği bir ülkede. Önceleri çözemezdim ne anlama geldiğini. Meğer jeopolitik önem, içi kapkaranlık ve farları fal taĢı gibi

165

otobüslerin, sırf yol üstünde diye, gecenin ortasında mola verdiği kırık dökük bir binanın ada ve parsel numaralarıyla yapılan çıkar hesapları demekmiĢ. 1.565 km uzunluğunda koca bir Boğaz Köprüsü anlamına geliyormuĢ. Ülkede yaĢayanların boğazlarının içinden geçen dev bir köprü. Çıplak ayağı Doğu‟da, ayakkabılı olanı Batı‟da ve üzerinden yasadıĢı ne varsa geçip giden, yaĢlı bir köprü. Kursağımızdan geçiyordu hepsi. Özellikle de kaçak denilen insanlar... Elimizden geleni yapıyorduk... Boğazımıza takılmasınlar diye. Yutkunup gönderiyorduk hepsini. Nereye gideceklerse oraya... Sınırdan sınıra ticaret... Duvardan duvara... Tabii dünyanın geri kalanı da boĢ durmuyor ve bir an önce doğdukları yerden çıkıp ölecekleri yere koĢmaları için onlara her türlü çaresizliği sunuyordu. Çaresizliğin bütün çeĢitlerini. Her boy ve ende ve ağırlıkta ve yaĢta çaresizlik... Biz de bu toprakların enlem ve boylamlarının gereğini yerine getiriyorduk sadece. Cehennemden kaçanları cennete taĢıyorduk. Ben ikisine de inanmıyordum. Ama o insanlar her Ģeye inanıyordu. Hem de neredeyse doğuĢtan! Ne de olsa Ģöyle düĢünüyorlardı: Eğer savaĢtan sağ çıkılsa bile açlıktan ölünen bir cehennem varsa bu dünyada, elbet bir cennet de vardır. Ama yanılıyorlardı. Hepsi de kandırılmıĢtı. Cehennemin varlığı cennetinkine kanıt değildi! Ama onları anlayabiliyordum. Böyle öğrenmiĢlerdi. Hatta sadece onlar değil, herkes... Bütün dünya nüfusuna ezberletilmiĢ olan, varak çerçeveli ve gösteriĢli bir tablo vardı. Ve o tabloda, iyiler kötülerle ve cennet cehennemle savaĢıyordu. Oysa böyle bir savaĢ yoktu ve hiç olmamıĢtı. Ġyiyle kötünün kıyamet gününe kadar sürecek olan ölüm kalım savaĢı, insanlığın yediği en büyük kazıktı. Toplum düzeninin en kestirmeden sağlanması ve otoritenin daima ayakta kalması için atılması gerekmiĢ olan bir kazık. Çünkü her insanın, aynı anda, hem iyi hem de kötü olduğu gerçeği kabul edilirse, hayranlık duyulup peĢinden ölüme gidilen kim varsa, yani gelmiĢ geçmiĢ bütün liderlerin kimliğinde lekelenmeler baĢlayacaktı. Kafalar karıĢacak, düĢünceler çarpıĢacak ve kimse kimse için hayatını feda etmeyecekti. Ama öyle olmadı ve mutlak iyiyle mutlak kötünün savaĢı insanları birbirine kırdırmanın en basit yolu haline geldi. “Sizler iyi olanlarsınız!” diyenler “Gidin, benim için geberin!” demek istiyor, “Sizler cennete gidecek olanlarsınız!” diyenler de “Geberttikleriniz de cehenneme gidecek!” demek istiyordu. Dolayısıyla cennet ve cehennem, iyilik ve kötülük, insan denilen varlığı ortasından ikiye yardı ve bir tarafını diğeriyle kanlı bıçaklı hale getirip bir aptala dönüĢtürdü. Böylece, geçmiĢin müthiĢ tezgâhtarları, kutsal zıtlık teorisiyle ambalajladıkları ömür boyu garantili

166

itaatkârlığı özgür insanlara satmayı becerebildi. Ġtaatkâr itleri itaatkâr itlere kırdırmaktı bütün hikâye! (s. 22-23).

Gaza, babasından aldığı bayrağı hakkıyla taĢımaktadır. Bunu da okuyucuya net bir Ģekilde aktarmıĢtır. O, gerçekten deponun tüm yönetimini eline almıĢ ve kötülüklerin tek sahibi konumundadır. Bu kötülüğü ilerleyen sayfalarda deney Ģekline dönüĢtürecektir. O kendisini depoda her Ģeyin sahibi olarak görmektedir: “Özet olarak, G-8 ve G-20 üyesi devletlerin makroekonomi politikalarının da desteğiyle, ben, G-1 olarak, o 72 metrekarelik deponun firavunu haline geldim.” (s. 85).

Yazar, medeniyet eleĢtirisini romanında daha çok Doğu-Batı üzerinden vermiĢtir. Burada Batı‟nın savaĢlar çıkaran tavrı romana egemendir. Çünkü roman bir insan kaçakçılığı romanıdır. Ġnsanlar Batı medeniyeti yüzünden evlerinden olup yine de Batı‟ya kaçmaktadırlar. Bu nedenle de yolları Türkiye‟den geçmektedir. Romanın anlatısında Türkiye‟nin rolü budur. Köprü vazifesini çok iyi yapmaktadır. “Çünkü mezhep savaĢları da moda gibiydi. Yirmi yılda bir kendini tekrar ederdi. En azından, Ortadoğu‟da. Batı‟da insanlar kendilerine yakıĢanı giymeyi çoktan öğrenmiĢ olduğundan, artık sadece fosil yakıtlar gibi asil renkler için kan döküyorlardı. Ancak Avrupa Parlamentosu ve Beyaz Saray‟daki halılardan kan lekesi çıkarmak özellikle zordu, bu yüzden de savaĢı evlerine sokmuyorlardı. Ama sonuçta onlar da insandı ve bütün insanlar gibi, benzerleriyle savaĢmak için can atıyorlardı. Bunun için de birbirlerinin kulaklarına “ÇıkıĢa gel!” diye fısıldıyor ve Batı medeniyeti sınırlarını artlarında bıraktıkları anda, baĢkalarının evlerinde boğuĢmaktan geri durmuyorlardı. Dünyanın politik Greenwich‟i olduğuna inandığı için sadece saatlerin değil, mevsimlerin bile kendisine göre ayarlanmasını isteyen ve herkesten de yarattığı bu iklimlere uygun kumaĢlara bürünmesini bekleyen Ġsrail‟in durumu tabii ki farklıydı. Çünkü Ġsrail, simsiyah kumaĢlar içinde, kendi sisinden çıkıp etrafa Davut yıldızları fırlatan, nevrotik bir çöl ninjasıydı. Son olarak da Türkiye, doğusundaki aynaya bakınca ĢiĢman olduğunu, batısındaki aynaya bakınca da kemiklerinin sayıldığını düĢünen, üstüne giydiği hiçbir Ģeyi kendine yakıĢtıramayan, bulimik ve depresif bir genç kızdı. Yirmi yıl boyunca boğulacakmıĢ gibi yiyip sonra piĢman oluyor, bir yirmi yıl da boğazını kanatana kadar kusup sonra yeniden yemeye baĢlıyordu.” (s. 87).

167

Günday, Zargana romanında olduğu gibi burada da insanları deney malzemesi yapmıĢtır. Yapılan deneyler aslında insanların ne kadar kötü olabileceklerini yine onlara göstermek adına yapılan deneylerdir. Bu romanda da kötülüğü okuyucu Gaza‟nın kimliğinde görmektedir. “Demek ki, elimde en az 15 günlük bir malzeme vardı. Dünyanın en bilimsel çalıĢmasını baĢlatabilirdim artık! Bir baĢlığı olması gerekiyordu. Bilgisayarda bir dosya açtım ve adını Gücün Gücü koydum.” (s. 132).

Romanda bireysel ve toplumsal “çürüme”nin diğer bir nedeni siyaset kurumudur. Politikacılar demokrasiyi güçsüzleri yönetmek amacıyla kullanır. Gaza, demokrasinin ne kadar “saçma” bir yönetim biçimi olduğunu depo üzerinden deneyimler. Örneğin depoda yaĢayanların liderlerini seçme süreçleri türlü saçmalıklarla doludur. Seçenler neyi seçtiklerinin farkında değillerdir. Seçim sonrasında ortaya çıkan ayrıĢmaların bir mantığı yoktur. Gaza‟nın kameralarla izlediği Depo halkının huzuru, içlerine “politika”nın giriĢiyle bozulur. Politika bilinen iĢlevini yitirmiĢ, insanların huzurunu bozan, onları bölen, birbirlerine düĢman hale getiren fitne kaynağı olmuĢtur (Özcan, 2017, s. 48), “Altıya bölünmüĢ ekranımdaki altı kameradan izlediğim görüntülerde beni ilgilendiren tek Ģey, yarım saat öncesine kadar sahip oldukları huzurun, politika tarafından sikilip atılmıĢ olmasıydı. Ne de olsa politika, insan bedenine giren yabancı bir madde gibiydi. Platin bir çubuk kadar yapaydı. Toplumdaki iĢbölümünün doğal olarak geliĢmesinin önündeki en büyük engeldi. Ġnsan doğasına aykırıydı.” (s. 141).

Romanda depo temel alınarak yönetim sistemi eleĢtirisi yapılmıĢtır. Depo, kafese benzetilmiĢtir. Kafes simgesinden yola çıkılarak günümüz yönetim anlayıĢlarına eleĢtiriler yapılmıĢtır. “Böylece geriye, belki de en ilginç olan yöntem kalıyordu: Lideri seçimle belirlemek. Demokrasi! En mantıklısı buydu. Sonuçta, toplumla lider iliĢkisi, aynı kafeste kapalı kalmıĢ bir insanla bir hayvanın durumundan pek farklı değildi. Diktatörlükte kafesin kapısı birden açılır ve içeri aç bir aslan atılırdı. Ama demokrasi, insanın ne tür bir hayvanla kafese kapatılacağını seçme özgürlüğüydü. Etobur mu? Otobur mu? Omnivor mu? Tek mi gezer? Sürü halinde mi avlanır? Nesli tükenmekte olan bir tür müdür? EvcilleĢebilir mi? Ve bunlara benzer soruların yanıtları göz önünde bulundurularak bir seçim yapılabiliyordu. Tabii yine de ortada bir kafes, bir hayvan ve kilitli bir kapı vardı ama yapacak bir Ģey yoktu. Dünyanın gerçekleri

168

Ģimdilik bu düzeydeydi! Ayrıca, diktatörlükte hayvan ölene kadar kafeste kalırken, demokraside ancak bir sonraki seçime kadar hüküm sürebiliyordu. Ġnsan da, bedenindeki diĢ izlerini sayıp kaç kilo etinin ya da parmağının eksildiğini ölçebiliyor, buna göre de kafes hayatını aynı hayvanla sürdürüp sürdürmeyeceğine karar verebiliyordu...” (s. 133).

Gaza‟nın “yarattığı” depo ülkesinde yaĢayan kaçak göçmenler özgür olduklarını zannederler. Oysa hepsi “büyük bir kafes”te yaĢamaktadır. Yirmi birinci yüzyılın insanı buna benzer kafeslerde demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi yalanlarla avunan “modern köle” haline gelmiĢtir/getirilmiĢtir. Bu insanlar kapandıkları sınırların içinde ahlak yasaları üretirler. Örneğin onlar için kafeslerini korumak bir “onur meselesi”dir (Özcan, 2017, s. 46). “Ama gerçek hayattakilerin hiçbir Ģeyden haberi yoktu. Özellikle de bir kafeste yaĢadıklarından! Haritalara baktıklarında sadece çizgiler görüyorlardı. Kırmızı sınır çizgileri. Hatta, bir kafes olduğunu fark edemedikleri kafeslerinin sınırlarına o kadar âĢıklardı ki bu kırmızı çizgileri korumak için ölür, dirilir, sonra da yeniden ölebilirlerdi. VatandaĢlık bağıyla kendilerini boyunlarından demirlerine astıkları o kafesi korumak, bir onur meselesiydi.” (s. 134).

Yazar, medyayı toplumsal çürümenin nedenlerinden biri olarak görmektedir. Onlar için önemli olan bir haber üretmek ve bu haberin kaç kiĢiye ulaĢtığına, kaç kiĢiyi etkilediğine tanıklık etmek ve bu haber sonucu ne kadar para kazandıklarıdır. Bu anlamda medya eleĢtirisine Fransız gazeteci Maxime örneğinde değinen yazar, Gaza‟yı hastane çıkıĢında bekleyen gazetecilere ve radyo spikerlerine atıfta bulunur: “Gerçekten de, bir demokrasideydik artık! Lider yalanlar söyleyerek yönettiğini sanıyor, halk uyduğu bütün kanunların kendi iyiliği için konduğuna inanıyor, ülkedeki tek yayın organı olan radyonun spikeri de her Ģeyi görüyor, ancak deli taklidi yapıyordu!” (s. 147).

Politikacı, yalan söyleyerek yaĢar/yaĢayabilir. Dar sınırlar içinde yaĢamak zorunda kalan insanlar özgürlük/demokrasi içinde yaĢadıklarını zannederler ama diğer yandan “kıstırılmıĢ fareler”e benzerler. YaĢlısı genci, çocuğu, kadını hepsi aynı yerde yaĢar, aynı yalana inanır. Siyasiler, olması gerekenin aksine toplumun huzurunu bozmak için çalıĢır, insanların huzursuzluğu arttıkça siyasilerin varlığı anlam kazanır. (s. 159) , (Özcan, 2017, s. 49): “Sahip olduğu her Ģeyi halkı için vermeye hazır olan bir üniversite öğrencisini, ülkesinden kaçmasına neden olacak

169

kadar çaresiz bırakma suçundan cezalandırılan insanları izledim. Rastin‟le arkadaĢları hapislere girip canlarını verirken, gündelik hayatlarını sürdürme ve olan biteni görmeyip duymama suçlarından cezalandırılan insanları izledim. Sonra da Rastin‟i, tam olarak asla alamayacağı intikamıyla yalnız bırakıp masamdan kalktım. O intikamı asla alamayacaktı, çünkü kimse ona, “Git de bizim için hapse gir ya da geber!” dememiĢti. Rastin‟in atladığı nokta da buydu. Kahramanlara, görevlerini, halk değil, kendileri verirdi. Dolayısıyla kahramanların halktan hesap sorma hakkı yoktu. Kahramanlar, cesur ve aptal insanlardı. Halksa korkak ve kurnazdı. AnlaĢmaları mümkün değildi. Ancak Rastin, halktan hesap sormaya kalktığına göre, o kadar da aptal değildi. O, gerçek bir liderdi. Gerektiği kadar kahraman, gerektiği kadar halktan. Bu da onu, cesur ve kurnaz yapıyordu – ki en tehlikeli insan türü oydu.” (s. 157).

Benzer Belgeler