• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM: FAŞİZM KAVRAMINA İLİŞKİN KURAMSAL BİR ÇERÇEVE

1.1 FAŞİZMİN TANIMLANMASI SORUNU

1.1.4 Toplumsal Cinsiyet Yaklaşımı

toplumsal cinsiyet eksenli analizini ortaya koymuştur. Macciocchi öncelikle faşizm ve kadın arasındaki ilişkiye yönelik suskunluğa dikkat çekmiştir:

Sanki, bütün 40 yıl içinde, üç kadın kuşağı boyunca, bu kadın “insanlık”ın arka planı, toplama kamplarında kırıp geçirilme, ırkçılık, Yahudi kırımı, cinsel baskı, ineklere ve tavşanlara uygulanan doğurma zorunluluğu, zorlu bir ailecilik anlayışı, çalışma ve kamu yaşantısı yasağı, yüzyıl boyunca papalık genelgeleriyle desteklenmiş olarak, kadının kendisini yadsımasını buyuran faşist haremcilik’in ve nazi eşcinselliğinin iğrenç topluluğu değilmiş gibi (Macciocchi, 2000, s. 89).

Sözünü ettiği bu suskunluğu ortadan kaldırma hedefi taşıyan Macciocchi ilk olarak faşizmin, Marxizme, sosyalizme ve bolşevizme karşı bir tepki şeklinde ortaya çıktığı gibi; örgütlenmiş emekçi kadınların da varlığına karşı bir hareketi ifade ettiğini belirtmiştir. Kadın düşmanlığı bu dönemlerden itibaren görünür olan faşist rejimlerin kurdukları düzenler de kadınlar üzerinde yoğun baskıların olduğu modeller olmuştur.

Bu noktada Macciocchi faşist rejimlerin özellikle işçi sınıfına yaptığı baskıdan ayrı olarak, faşizme içkin ataerkil düzenin kadınlar üzerindeki baskısını görünür kılmıştır. Bu görüşe göre faşizm; kadınların çoğaltıcı rolü üstlenmek zorunda bırakıldıkları bir sömürü düzenine işaret etmektedir. Kadınların cinsel, kültürel, siyasal ve ekonomik sefaletlerinin üzerine yükselen bir iktidar sistemi olan faşizm, kadınları farksız bir kitlenin parçaları olarak konumlandırmış ve onları bir özne olarak kabul etmemiştir (Macciocchi, 2000, s. 162). Bir özne olarak yok sayılan, gencinden yaşlısına kadar tüm kadınlar faşist sistemlere annelik üzerinden dahil edilmişlerdir. Faşizm gibi bir erkekler diktatörlüğüne kadınların onaylarını ve rızalarını almada ise anne olan kadının yüceltilmesi söz konusu olmuştur. Anne olan kadınla olmayan arasında bir hiyerarşiyi de içerisinde barındıran faşizmde kadınların biyolojik yönden aşağı düzeyde olduklarına yönelik bir inanç mevcuttur. Faşizmin, özünde yoğun bir cins ayrımı barındırdığını düşünen Macciocchi bu sistemlerin kadınlara yönelik söyleminde bir

“yüceltme-aşağılama”, “kin-aşk”, “tiksinti-istek” karışımının varlığından bahsetmiştir (Macciocchi, 2000, s. 163). Tüm bu unsurlar Macciocchi’ye göre, faşizmin sınıf ayrımına dayandığından belki de daha fazla şekilde cins ayrımına dayandığını gözler önüne sermektedir (Macciocchi, 1979, s. 77).

Yaptığı toplumsal cinsiyet perspektifli analizi ile faşizmin yoğun şekilde cins ayrımına ve sömürüye dayanan erkek egemen yapısına dikkat çeken Macciocchi’den sonra faşizmin kadınlarla kurduğu ilişkiyi mercek altına alan diğer bir isim olarak Victoria de Grazia gösterilebilir. Özel olarak İtalya faşizmi ve kadınlar arasındaki ilişkiye odaklanan Grazia kadınların İtalya’daki faşist projeye dahil oluş biçimlerini görünür kılmıştır. İtalya

faşizmi altında kadınların ulusallaştırılmalarını, annelik kalıpları içerisinde faşist projeye dahil edilişlerini, genç İtalyan kızlarının yetiştirilme şekillerini, çalışma koşullarını ve kadın direnişçileri ele alan Grazia İtalyan kadınının faşizm deneyimini açığa çıkarmıştır.

Macciocchi’nin vurguladığı gibi Grazia da kadınların annelik kalıplarına hapsolmuş bir şekilde faşist sisteme dahil edilişi üzerinde durmuştur. Yazar Mussolini iktidarının annelik dayatmasının altında yatan temel etken olarak, iktidarın emperyalist politikalarını göstermiş ve kadınların bedenlerinin sömürüye açık ulusal kaynaklar olarak konumlandırılışını görünür kılmıştır (de Grazia, 1993, s. 41-2). İktidarın geleneksel ailenin otoritesini sarsıcı ve kadını tümüyle işlevselleştiren politikalarından hareketle Grazia faşizmin, kadınlar üzerindeki erkek egemenliğini yeniden üretici bir niteliği olduğunu savunmuştur.

de Grazia gibi İtalya faşizminden hareketle faşizm ve kadın arasındaki ilişkiyi inceleyen Alexander de Grand iktidarın eşitlik karşıtı ve kadın düşmanı yönünü vurgulayarak faşizmdeki cinsiyetçiliği açığa çıkarmıştır (De Grand, 1976, s. 953-4). Mussolini iktidarı süresince uygulanan tüm politikalar aracılığıyla kadınları siyasal, ekonomik ve sosyal olarak dezavantajlı konuma düşüren faşist rejimin bu yönünden hareketle Grand birtakım sonuçlara ulaşmıştır. Ona göre faşizm; kadına ilişkin olarak totaliter bir nitelik arz etmekten çok, muhafazakâr sosyal ve kültürel değerleri vurgulayan bir sisteme işaret etmiştir. Muhafazakâr vurguların yoğunluğu, faşizmin kadınları siyasal alandan tümüyle dışlamasına yardımcı olurken, ekonomideki kadın istihdamını sonlandırmamıştır. Dahası Grand’e göre faşizme içkin olan cinsiyetçilik muhafazakâr ve gelenekçi bir niteliğe sahip olmakla birlikte totaliterlik arz etmemektedir (De Grand, 1976, s. 968).17

Faşizmi toplumsal cinsiyet perspektifi ile ele alan ve kadınların faşizm deneyimlerini açığa çıkartan son isim olarak Gisela Bock ele alınabilir. Alman tarihçi olan Bock özel olarak Nasyonal Sosyalizm dönemindeki kadının konumuna odaklanmış olsa da, toplumsal cinsiyet perspektifi aracılığıyla tüm Avrupa’da kadın hareketini incelediği çeşitli makaleleri ve Avrupa Tarihinde Kadınlar (2002) isimli bir kitabı bulunmaktadır.

Bock ele aldığı İtalya ve Almanya örnekleri üzerinden faşizmin odak noktasının erkeklik kültü olduğunu savunmuştur. Her iki ülkede de yer yer farklılaşan politikaların uygulanmasına rağmen faşist diktatörlüklerin aynı antifeminist eğilimi ve erkeklik

17 Cinsiyetçilik (ing. Sexism); bir cinsi diğerinden üstün tutarak, cinsiyet temelinde ayrımcılık yapmayı ifade eden kavramdır. Bir cins olarak toplumda kadınların ezilmesi sonucunu doğuran kurumsal ve kültürel düzenleme ve uygulamaları belirten ataerkillik (patriyarkal) ile aynı anlama gelmese de (Berktay, 2011, s.

3) erkek egemen siyasal, ekonomik ve toplumsal pratiklerin yaygınlığı, cinsiyetçilik kavramının erkek cinsiyetinin üstünlüğüne işaret ettiğini düşündürülebilir.

kültünü paylaştıklarını belirten Bock uygulanan cinsiyet politikaları ile faşizmin ne ölçüde erkek egemen bir düzene evrilebileceğini ortaya koymuştur (Bock, 2004, s. 218-21). Bock kadınların ikincilleştirildikleri, her türlü siyasal faaliyetlerden dışlandıkları, ekonomide ve toplumsal hayatta dezavantajlı konuma düşürüldükleri faşist düzenlerin tümüyle cinsiyetçi diktatörlüklere işaret ettiğini belirtmiştir.

Ele alınan tüm bu isimler faşizmin ve faşist rejimlerin salt ortaya çıkışlarını, kurdukları devlet sistemlerini ve toplumsal sınıflarla ilişkilerini incelemekten öte, cinsiyet odaklı analizleri aracılığıyla kadınların bu rejimler altındaki konumlarını araştırmışlardır. Tarih içinde yüzyıllarca yok sayılan siyasal, ekonomik ve toplumsal alandaki varlıkları göz ardı edilen kadınlar toplumsal cinsiyet körü bir tarihyazımı içerisinde adeta kaybolmuşlardır. Kadınların maruz kaldıkları eşitsizliklerin ve baskıların görünmez kılınmasına ve yeniden üretilmesine yardımcı olan bu cinsiyet körlüğü, söz konusu faşizm gibi radikal bir hareket olunca, hızlı bir şekilde ortadan kaldırılmalıdır. Zira faşizm erkek egemen sistemler içerisindeki en radikal uygulamaları sahneleyen bir düzene işaret ederek, kadınların karşı karşıya kaldıkları baskı ve eşitsizlikleri daimi olarak en uç boyutlarda yeniden üretme kapasitesine sahip olduğunu tarihsel süreç içerisinde göstermiştir. Bu nedenle tüm tarih içerisinde olduğu gibi özellikle faşizm altında kadınların kendilerine özgü deneyimleri, maruz kaldıkları haksızlıklar, verdikleri mücadeleler ve kendilerine yönelik olarak uygulanan farklı politikalar toplumsal cinsiyet perspektifi aracılığıyla ortaya çıkartılmalıdır. Daha önce de belirtildiği gibi yaklaşık olarak 1970’li yıllarda, faşizm analizlerindeki bu eksiklik fark edilmiş ve bunu giderme yönünde çalışmalar başlamıştır. Sözü edilen tüm yazarlar ağırlıklı olarak, faşizmin en açık ve somut örneklerini teşkil eden, İtalya ve Almanya’da faşist rejimler altında kadınlara yönelik uygulanan politikaları, söylemleri, onlara atfedilen sorumlulukları ve o dönemlerdeki kadın hareketlerini inceleyerek kadınların faşist sistemlerle ilişkileniş biçimlerini görünür kılmışlardır. Akademik literatürdeki bu eksikliği giderip, faşizmin analizinde yeni bir eksen sağlamalarının yanı sıra çoğu zaman sorgulanmadan kabul edilen erkek egemen kodların tarih içerisindeki somut varlıklarına ilişkin bir farkındalık yaratmaları açısından da önemli bir adım attıkları söylenebilir.

Benzer Belgeler