• Sonuç bulunamadı

Tarih boyunca kadınların ikinci planda tutulduğu, dezavantajlı grup olarak görüldüğü ve temel insan haklarından çeşitli şekillerde uzak tutuldukları görülmektedir. Cinsiyet kavramının bireyin toplumdaki yerini belirlemesi, sosyal statüsüne anlam yüklenmesine zemin hazırlamıştır. İlk olarak psikiyatristler ve seksologlar tarafından teknik bir terim olarak kullanılan ‘toplumsal cinsiyet’ kavramı 1970’lerde Amerikalı ve İngiliz feministlerin katkılarıyla literatüre geçmiştir (Jackson 2012). Önceleri bu kavramla, kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğin toplumsal nedenlerden kaynaklandığı vurgulanmıştır. Günümüzde ise kadın ve erkeklerin farklı rollerini tartışmaksızın açıklamaya yarayan sosyolojik bir terime dönüştüğü belirtilmiştir (2013 alıntı Oralgül 2016, s.50). Ancak toplum ve cinsiyet kavramlarının ayrıştırılması, özellikle kadınlar açısından önem arz etmektedir.

Her ne kadar günümüze değin bu kavramlar birbirine yakınmış gibi gelse de gerçekte cinsiyet, kişinin doğuştan getirdiği fiziksel ve genetik özelliklerini; toplumsal cinsiyet ise, bireyin toplumda yaşadığı sosyalleşme süreci boyunca edindiği özellikleri ifade etmektedir. Kadın ve erkeğin biyolojik cinsiyeti doğduğu andan itibaren, toplumun cinsiyete verdiği anlam ile donatılmaya başladığı görülmüştür (Kalav 2012). Bu durumun bebeğin cinsiyeti öğrenildiği andan itibaren, kız ise pembe erkek ise mavi tonlarda kıyafetler, oda düzenlemeleri vb. ile başladığı, ilerleyen dönemlerde kadınların daha duygusal, erkeklerin daha akıllı ve güçlü olduğu, bazı işlerin kadınlar tarafından bazılarının erkekler tarafından yapılmasının uygun olacağı ve kadınların ne zaman, nerede, nasıl olmaları hatta nasıl davranmaları gerektiğine kadar toplumsal kalıpların içine girmesi ve kabul etmesi ile kadınlar normal görülmektedir. Özetle, cinsiyetleri farklı uçlarda konumlandıran ataerkil kültürel ve toplumsal sistem, kadın ve erkeğin rollerini belirlemiştir.

Toplumsal cinsiyet; yıllar boyunca tartışılan, üzerine kuramlar geliştirilen ve eleştiriler yapılan bir konu olmuştur. Simone de Beauvoir 1949 yılında kaleme aldığı ‘İkinci Cins’ kitabında, çağdaş feminist teorinin en önemli temellerinden birini atmıştır. Beauvoir kadınların insanlığın varoluşundan bu yana erkekler tarafından ötekileştirildiği ve dışlandığını belirtmiş ve kadın erkek ilişkilerinde eşitsizlik olduğunu düşünerek erkeklerin kadınlar üzerinde egemen olduğunu belirtmiştir (Direk 2009). Butler ise toplumsal cinsiyeti bir kimlik kategorisi olarak görmüştür. Toplumsal cinsiyet ile kimlik tartışmalarının birbirinden ayrılamayacağını belirten Butler insanların, toplumda kişi

30

olarak kabul edilebilmesinin, toplumsal cinsiyetin normatif yapısına uygun çizgilerde olmasına bağlanmıştır (Butler 2008). Normatif yapının dışında kalan bütün öznelerin, toplumsal cinsiyeti travmatik bir şekilde içselleştirmelerine sebep olduğu belirtilmiştir (Butler 2009). Butler bu alanın eleştirel bir değerlendirmeye ihtiyacı olduğunu savunmuştur. Scott ise toplumsal cinsiyeti, toplumun her iki cinse de uygun gördüğü ve biçtiği rollerin zorla kabul ettirilmesi olarak görmüştür (Scott 2007). Wittig ise, toplumun dayattığı heteroseksüel evlilikleri reddettiği, bu temellere göre kurulan evliliklerin, kadının emeklerinin erkek tarafından sömürüldüğü olarak görmektedir hatta kadınların baskı altında tutulduklarını ve ücretli ya da ücretsiz (ev işleri ve çocuk yetiştirme gibi) tüm çalışmalarının eşleri için yaptıklarını belirtmiştir (Akanyıldız ve Öztürk 2009).

Toplumda kadına biçilen rollerin aile ve sosyal ortamda işgücüne katılmasını büyük ölçüde etkilediği, kadının ev işleri, çocuk bakımı gibi sözde görevlerinin yanı sıra yaşlı bakımını da geleneksel bakış açısı çerçevesinde dayatma ile üstlendiği görülmektedir. Feodal toplumlarda, kadınların çalışma kararı almasının erkeğin izni ve denetimi olmadan mümkün olamayacağı yönünde olduğu, özellikle köyden kente göç eden kadınların çalışmasının hoş karşılanmadığı, bu nedenle kadınlara özellikle ücretli emek piyasası kapalı tutulduğu, kadının anne ve evinin kadını olarak görüldüğü belirtilmiştir. Bu görüşe göre ailede erkekler çalışma hakkına sahip olan kişiler olarak değerlendirilmiştir. Köyden kente göç ettikten sonra kentte geçirilen süre uzadıkça kadınların çalışmasına daha ılımlı bakıldığı fakat bu ılımlı yaklaşımın yine de kadının özgürce karar verdiği çalışma şekli olmadığı, erkek bu noktada kadının çalışacağı iş konusunda ciddi kısıtlamalar yaptığı belirtilmiştir (Önder 2013).

Eğitimini tamamlayan ve mesleğini icra eden kadınların başarı ve liyakatlerine bakılmaksızın iş yerinde cinsiyet ayrımcılığına maruz kalmasının söz konusu olduğu belirtilmiş, ilk kez 1986 yılında Wall Street Journal tarafından kullanılan ‘glass ceiling’ kavramının, yönetim kademelerinde kadınların yeterli düzeyde temsil edilmemesini bir başka deyişle, kadınların erkeklere oranla üst yönetimlerde ve önemli pozisyonlarda yeterince yer almamasının nedeni olarak ve temsil güçlerinin az olması olarak açıklanmıştır.

Cam tavanın aşılmasına yönelik işyerlerinde bazı yaklaşımların geliştirildiği öne sürülmüştür. Kadınların erkek işlerinde erkek gibi davranarak görev yapmalarının önerilmesi, kadınların özel ihtiyaç ve durumlarında kadınlara doğum izni, kreş ve esnek çalışma koşulları sunulması, (2008 alıntı Önder 2013: 53) kadınlara kadın işi olarak görülen görevler verilmesi vb. yaklaşımların olduğu görülmüştür. Ancak bu

31

yaklaşımların, erkek gibi davranmadan yönetimsel görevlerin yapılamayacağını, çocuk bakımı ile ilgili sorunların kadının sorumluluğunda olduğu, kadınların kendilerine etiket olan mesleklerde çalıştırılmasının daha doğru olacağını örtük bir şekilde yansıttığı düşünülmüştür.

Yapılan çalışmalar, toplumda kadınların erkeklere göre dezavantajlı konumda olduklarını göstermektedir. Çeşitli çalışmalar yapılarak eşitlik sağlanmaya çalışılsa da toplumun her iki cinse de dayattığı öğretiler kişilerin özgürlüklerini kısıtlamaktadır.