• Sonuç bulunamadı

TASAVVUFUN DİĞER İSLAM İLİMLERİ ARASINDAKİ YERİ

C.I. Genel Olarak “Tasavvuf” ve “İslamî İlimler” Kavramları Arasındaki İlişki

Tasavvufa, İslamî ilimlerden birisi olması cihetiyle bakıldığında; ona tayin edilen yabancı kaynaklar büsbütün muallâkta kalmaktadır veya en azından etkisini yitirmektedir. Hadis ilmindeki uydurmacılık; tefsir ilmindeki İsrailiyat; İslam tarihindeki kıssacılık; fıkıh ilmindeki Roma hukuku etkisi iddialarını, başta oryantalistler olmak üzere abartanlar bulunmaktadır. Ancak bu kurumların her şeyden önce bir ‘İslamî ilim olmaları; söz konusu iddialardan kaynaklanan hasarı en aza indirmektedir. Dolayısıyla bu nevi iddialardan payını fazlasıyla alan tasavvufun bir İslamî ilim olması yönünün ısrarla ortaya konulması bir gereklilik haline gelmektedir. Bu durum gerçekleştirilmeden yapılan savunmaların genellikle etkisiz kaldığı görülmektedir.

Diğer İslamî ilimler gibi ihtiyaca mebni zuhur eden tasavvuf;2 İslamî ilimler mozaiğinin bir parçasıdır.3 Tasavvuf, bütün İslam ilimleriyle iç içedir.4 Dolayısıyla tasavvufu İslamî ilim ve sanat şubelerinin hiçbirinden ayrı olarak düşünemeyiz.5 Zira bu düşünce, İslam düşüncesinin bütünlüğüne hücum etmek anlamına gelir. Tefsire karşı çıkan bir fıkıh, hadisi inkâr eden bir kelam olamayacağı gibi; tasavvufu reddeden bir İslamî ilim ve tasavvufun kabul etmediği bir İslamî ilim bulunmaz. Bunlar birbirinin yerine de ikame edilemez. Çünkü mesela her türlü ilimden arınmış ‘sırf tasavvuf’ diye bir şeyden söz edilemez. Tasavvuf fıkıhla, hadisle ve diğer İslamî ilimlerle birlikte vardır. Bunlar birbirini bütünleyen ilimlerdir.6

Tasavvufun İslamî bir ilim olduğunu reddeden bazı düşünce sahipleri, Hz: Peygamber (s.a.v.) zamanında tasavvuf adıyla bir kurumun bulunmaması hususunu bu

1 Tasavvufun İslâmî ilimler arasındaki yeri için bkz: Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, s. 58-

63; Kara, Tasavvuf ve Tarîkatlar Tarihi, s. 20-26; Uludağ, “Tasavvuf ve Eser Hakkında”, s. 8-10; Abdulbari en-Nedvî, a.g.e. , s. 36-39.

2 Eraydın, a.g.e. , s. 34.

3 Yılmaz, “İslam Tasavvufu: Soru ve Cevaplar”, s. 445. 4 Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, s. 58.

5 Kara, Din, Hayat, Sanat Açısından Tekeler ve Zaviyeler, s. 42. 6 Yılmaz, “İslam Tasavvufu: Soru ve Cevaplar”, s. 454.

iddialarına delil olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Mustafa Kara bu iddialara şöyle karşı çıkar: “İslamî ilimler ilk yıllarda bir bütündü. Fıkıh, kelam, tefsir, tasavvuf gibi bölümlere ayrılmış değildi. Bu tasnifler daha sonraki yıllarda ortaya çıkmıştır. Bu açıdan meseleye bakınca “Tasavvuf Hz. Peygamber devrinde yoktu, batıldır, bid’attir.” şeklinde ileri sürülen tez kendiliğinden çürümektedir. Çünkü bugünkü şekliyle bir tefsir, bir kelam, bir hadis de asr-ı saadette yoktu, kelam ve fıkıh mezhepleri mevcut değildi.1 Abdulbarî en-Nedvî tasavvufun o dönemdeki durumunu şöyle izah eder: “Tasavvuf da o vakit iptidai bir merhalede idi, mümeyyiz bir vasfı, açık bir durumu yoktu. Konuları henüz tespit edilmiş değildi, özel bir isim de verilmemişti. Belki müteaddit ilimler arasına girmiş, onların içinde yaygın bir halde bulunuyordu. Kur’an-ı Kerim’in nasları bunu müştemil, Hadis-i Nebeviler bunu muhtevi idi. Halk ihtiyaçları nispetinde onunla müstefit oluyordu.”2

Tasavvufun diğer İslamî ilimlerle olan benzerliği asr-ı saadetle sınırlı değildir. Daha sonraki aşamalarda da aynı benzerlik dikkati çekmektedir. Nitekim tasavvuf da, diğer İslam ilimleri gibi hicri ikinci, üçüncü asırlarda teşekkül etmiştir.3 Tasavvufi düşünce, sistemleştikten sonra belli başlı kaideler ortaya çıkmış ve tasavvuf diğer bütün ilimler gibi İslamî bir ilim haline gelmiştir.4

Kurumlaşma aşamasında da, tasavvuf ve diğer İslamî ilimler arasındaki paralellik devam etmiş; fıkhi ve İtikadî mezheplerde olduğu gibi tarîkatlar da, kendileri tarîkat kurma niyetleri olmadığı halde büyük mutasavvıfların etraflarına toplanan insanlar sayesinde kendiliğinden teşekkül etmiştir.5

Tasavvuf isminin kaynağı da, tasavvufun İslamî bir ilim olup olmadığı tartışmalarında hep öne sürülür. Süleyman Uludağ bu ismi Sünnî âlimlerin verdiğini belirterek şöyle söyler: Tüm Müslümanlar zâhidane yaşamı takdir ettiğinden Şia, Hariciye, Mutezile gibi gayr-ı Sünnî mezhepler de zühd tabirini kullanmaya başladılar. Bunun üzerine Sünnî âlimler ‘Tasavvuf’ ve ‘sûfiyye’ deyimlerini kullanmaya başladılar.6 Abdulbarî en-Nedvî de bu konuda şunları söyler: “Tasavvuf ismine gelince; bu, çeşitli İslamî ilim ve fenlere ait vazolunan diğer isimler gibi bir isimdir. Onlardan

1 Kara, Tasavvuf ve Tarîkatlar Tarihi, s. 20. 2 Abdulbari en-Nedvî, a.g.e. , s. 37.

3 Türer, Anahatlarıyla Tasavvuf Tarihi, s. 33.

4 Hayranî Altıntaş, Tasavvuf Tarihi, AÜİF Yay. , Ankara , 1986, s. 152. 5 Türer, Anahatlarıyla Tasavvuf Tarihi, s. 98.

ayrı bir tarafı yoktur. Tefsir, hadis, fıkıh ve diğer ilimlerin hepsinin birer isimleri olduğu gibi tasavvuf ilminin de bir isim ve lakabı vardır.”1

Tasavvuf ilminin diğer İslam ilimlerinden birisi olduğu anlaşıldığına göre; onun İslamî ilimler arasındaki yerinin belirlenmesi gerekmektedir: Şüphe yok ki hadis ve tefsir ilimleri çok özel bir yere sahiptir. Çünkü bu ilimler İslam öğretisinin esas malzemesini teşkil ederler. İslam doktrininin esasını oluşturan ilimler ise; kelam, fıkıh ve tasavvuftur.2 Başka bir tasnife göre şer’i ilimler dört çeşittir: Rivayet ilmi (hadis), dirayet ilmi (fıkıh), kıyas ilmi( kelâm), hakaik ilmi (tasavvuf).3

Tasavvufa diğer İslam ilimleri arasında farklı yerler tayin edilir. Bir düşünür, İslam tasavvufu İslam dininin belli bir yorumudur, derken;4 bir diğeri, tasavvuf İslamî ilimlerin zirve noktasıdır, demektedir.5

Diğer İslamî ilimlerde olduğu gibi tasavvufta da yabancı unsurlar bulmak mümkündür.6 Ancak bu unsurların diğer ilimlerdeki oranlarda ve belki de daha az bir oranda tasavvufu etkilemiştir. Olaya bütüncül bir bakış yöneltmeden; tasavvuftaki birkaç unsura göz dikmek ve bunları olabildiğince abartmak pek doğru sonuçlara ulaşılmasını sağlamamıştır. Örneğin bu bakışın sonucu olsa gerek; Kuşeyri, ( ö. 465 / 1072 ) şeriata son derece bağlı olduğu halde İbn Cevzi’nin tenkidinden yine de kurtulamamıştır.7

Tasavvuf, -daha sonraki bölümlerde belirtileceği üzere- İslam ve Sünnî düşünce adına üzerine düşen vazifeleri ve bu konudaki mücadeleleri hakkıyla yerine getirmiştir. Bu durumun görülmesi tasavvufun yabancı tesirler karşısındaki tavrının daha iyi anlaşılmasını sağlar. Binaenaleyh Süleyman Uludağ bu durumu şöyle izah eder: “Dış tesirler karşısında dikkatli ve uyanık olan sadece zahir uleması değildir. Birçok sûfi de bu konuda en az onlar kadar uyanık ve dikkatli olmasını bilebilmişlerdir. Bu bakımdan dış tesirler konusunda uyanık olma özelliğini zahir ulemasına inhisar ettirmek doğru görünmemektedir.”8

1 Abdulbari en-Nedvî, a.g.e. , s. 37.

2 Ülken, İslam Düşüncesi: Türk Düşüncesi Araştırmalarına Giriş, s. 86. 3 es-Serrac, a.g.e. , s. 456.

4 Güngör, İslam Tasavvufu’nun Meseleleri, s. 22. 5 Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, s. 17. 6 Kara, Tasavvuf ve Tarîkatlar Tarihi, s. 95.

7 Uludağ, “Giriş: Kuşeyrî’nin Hayatı ve Risalesi”, s. 51.

C.II. Tasavvuf ve Fıkıh İlmi Arasındaki İlişki

Tabiin ve tebe-i tabiin dönemlerinde henüz İslamî ilim dalları tam olarak şekillenmediğinden “fıkıh” kelimesi “mutlak ilim” anlamında kullanılıyordu. Daha sonra ilim dalları ortaya çıkmaya başlayınca; fıkıh ilmi üç ana dala ayrılmıştır: el- Fıkhü’l-Ekber (Akaid), el-Fıkhü’z-Zahir (Fıkıh), el-Fıkhü’l-Batın (Tasavvuf).1 Dolayısıyla nihai anlamda tasavvuf, fıkıh ilmini tamamlayan bir ilim dalıdır.2 Bu yüzden tasavvufu olmayan fakih, fasık; fıkhı olmayan mutasavvıf, zındık sayılmıştır. Bu ikisini birleştiren “tahkik ehli” kabul edilmiştir.3 Nitekim İslam tarihi boyunca ilmi ile amil âlimler ve muhakkik mutasavvıflar fıkhı ve tasavvufu birleştirmişlerdir.4

Genelde sûfiler başta fıkıh ve fıkıh usulü olmak üzere dinî - şer’î ilimlerin öğrenilmesini şart olarak görmüşlerdir.5 Zaten tasavvufun ısrarla üzerinde durduğu esaslar, kesinlikle fıkhın ve fukahanın mesleğinden çok farklı değildi.6

Tasavvufa karşı çok sert ithamlarda bulunan bazı araştırmacıların, fıkıh konusunda da benzer ifadeleri dillendirmeleri hayli manidardır. Tasavvuf konusundaki görüşleri daha önce zikredilen İbrahim Sarmış, fıkıh ilmi hakkında şunları söyler: “Mezheplerin ve bağnaz fıkıh kültürünün alabildiğine genişlediği (bir zamanda), bir mezhep fıkhını öğrenmenin yıllar alabildiği yaygın bir kanaat haline gelmiştir.”7

Sûfiler, inanç konusunda hadisçiler ve fakihlerle aynı görüşü paylaşan, onların ilimlerini benimseyerek esaslarına karşı çıkmayan kimselerdir.8 Nitekim bu konudaki sayısız örnekten birkaçı şunlardır:

Ebu Talib el-Mekkî ulemanın en güveniliri olarak fıkıh ehlini sonra da muhaddisleri gösterir.9 Ameldeki mezhebi itibariyle Hanefi olan Kelebazî hadis ve fıkıh

1 Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, s. 61. 2 Havva, a.g.e. , s. 97.

3 Havva, a.g.e. , s. 98. 4 Havva, a.g.e. , s. 101.

5 Kara, Tasavvuf ve Tarîkatlar Tarihi, s. 24. 6 Zaman Gaz., ‘Menşe İtibariyle Tasavvuf’. 7 Sarmış, a.g.e. , s. 342.

8 es-Serrac, a.g.e. , s. 28. 9 el-Mekkî, a.g.e. , C. I, s. 265.

ilimleriyle geniş ölçüde meşgul olmuştur.1 Gerçi bu durum diğer birçok sûfi için de geçerlidir. Onlardan biri olan Şihabüddin Sühreverdi; fıkıh, hadis, tasavvuf ve diğer ilimlerde zamanının en önemlileri arasında bulunuyordu.2 Bu durumda olan bütün sûfilerin isimlerini zikretmek çok fazla yer tutacağından verilen bu bir iki örnekle yetinmek faydalı olacaktır.

İmam Rabbani bir nasihatinde şöyle der: “Her ne zaman bir mecliste tasavvufa dair kitap müzakeresi olursa, orada fıkha ait kitaplarında bulunması gerekir.”3 Bu düşüncede, tasavvuf ve fıkıh ilimlerinin birbirinin tamamlayıcısı olduğu inancının önemli amil olduğu açıktır.

C.III. Tasavvuf ve Hadis İlmi Arasındaki İlişki

Hadis ilmi dinin esasıdır.4 Diğer bütün İslamî ilimler ondan yararlanırlar. Tasavvuf da diğer temel İslam bilimlerinde olduğu gibi Kur’an ve sünneti azami derecede kullanmaya riayet etmiş ve onu kendi prensiplerine göre yorumlamıştır.5

Mutasavvıflar özellikle ibadetlerin faziletleri ve benzeri konularda; fıkıhçıların kullanmaktan imtina ettikleri hadisleri kullanmaktan çekinmemişlerdir. Ne var ki bu durum onların açıklamaya çalıştıkları konularla yakından ilgilidir. Yoksa onlar da fıkıh ve akait gibi konularda bu nevi hadislere pek yer vermezler. İmam Malik bu durumdan olsa gerek şöyle der: “Şeyhlerin arasında bazı kişiler var ki; kendisi ile istiska yaptığım halde (yağmur duası için kendisine başvurduğum halde) onların hadislerini kabul etmiyorum”6 Bu durumun İmam Malik’in hadis konusunda çok titiz olmasından kaynaklandığı ortadadır.

Yoksa bu durum mutasavvıfların hadis konusundaki zaafından kaynaklanmaz. Aksine mesela tasavvuf klasiği yazarlarından Kuşeyri uzun yıllar hadis hocalığı

1 Uludağ, “Kelabazî ve Ta’arruf”, s. 9. 2 İz, a.g.e. , s. 151.

3 İmam Rabbanî, a.g.e. , C. I, s. 106. 4 es-Serrac, a.g.e. , s. 24.

5 Küçük, a.g.e., s. 59. 6 Said Havva, a.g.e. , s. 330.

yapmıştır1 ve Kelebazî bir hadis âlimi ve hafızıdır. Zaten onun eserlerinin çoğu hadis ilmine dairdir.2

Daha sonraki yollardan örnek vermek gerekirse, Bahâuddin Nakşbend, hadis ilmine karşı duyduğu bağlılığı şöyle dillendirir: “Resulullah’tan (s.a.v.) bize ulaşan haberleri aramak ve sahabe-i kiramın izinde gitmekle memurdum. Anlatılan sebepledir ki; ulemaya devamlı gittim, hadis-i şerif okudum, sahabe-i kiramın yolunu izlemeyi öğrendim.”3

C.IV. Tasavvuf ve Kelam İlmi Arasındaki İlişki

Tasavvuf kelamdan ziyade Fıkh-ı Ekber tabir olunan Akaid ilmine yakın olmuştur. Zira genel olarak kelam deyince, Sünnî akidenin dışında kalan mutezile, Hariciye vb. fırkaların görüşleri de bu ilmin sınırlarına dâhil olmaktadır. Nitekim tasavvuf bu anlamdaki kelam ilmine soğuk durmuş ve hatta onu geçersiz kılmıştır. Burada hemen İmam Gazzali’nin tavrı hatırlanmalıdır. Erol Güngör bu durumu şöyle izah eder: Tasavvuf imanı sağlam bir temele oturtmak isteyenler için çok faydalı bir vasıta olmuş, hakikati aklın ötesinde ve onun kavrayamayacağı bir âleme aktarmak suretiyle kelamcıların ve felasifenin yarattığı zihin karışıklığı kökünden halledilmiştir.4

Sûfiler ancak, Sünnî ulemanın dillendirdiği daha sonra İmam Maturidî ve İmam Eşarî tarafından sistematize edilen akait görüşlerinden müteşekkil bir kelam ilmine taraftar olmuşlardır. Bu anlamda örneğin Kuşeyri, kelam ilminde farklı usulleri birleştirerek bu ilimde çok yüksek bir dereceye ulaşmıştır.5 Fakat bazı düşünürler; örneğin İbn Teymiyye, Sünnî kelamını da reddetmişlerdir.6

1 Uludağ, “Giriş: Kuşeyri’nin Hayatı ve Risalesi”, s. 52. 2 Uludağ, “Kelebazî ve Ta’arruf”, s. 14.

3 Hanî, a.g.e. , s. 333.

4 Güngör, İslam Tasavvufu’nun Meseleleri, s. 195. 5 Uludağ, “Giriş: Kuşeyrî’nin Hayatı ve Risalesi”, s. 12. 6 Uludağ, “İbn Teymiye”, s. 39.

C.V. Tasavvuf ve Tefsir İlmi Arasındaki İlişki

Bütün vahiy metinlerinde olduğu üzere Kur’an’ın her sözünün birçok anlamı vardır.1 Dolayısıyla mutasavvıflar kendi ilimlerinin gereği olan bazı Kur’an-ı Kerim ayetlerine diğer Sünnî ulemanın vermediği bazı anlamlar vermişler ve bu yorumlarına Kur’an’ın Batıni anlamları yani işari tefsir ismini vermişlerdir: Ancak bu işin bir kuralı ve sınırı vardır. Bu noktada belki de en önemli kural, yapılan yorumların Kur’an’ın zahir manasına ve Sünnî akideye zıt bir durum teşkil etmemesidir. Mahir İz ( ö. 1974 ) bu konuda şu yorumu yapar: “Dirayet tefsirlerinde bir reye saplanıp, diğerlerini ihmal veya inkâr etmek, ilmi bir tutum değildir. Bu itibarla büyük mutasavvıf ulemadan tefsir sahiplerinin muttefegun aleyh sarahatin aleyhinde olmayan mücmelata müteallik tevil ve tefsirleri hürmetle karşılanmalıdır.”2

Mutasavvıflar, işârî tefsire dair müstakil eserler vücuda getirmişlerdir. Gerçi bütün bir tasavvuf öğretisini de Kur’an’ın bir nevi tefsiri kabul edebiliriz. Zira tasavvuf, İslam’ın iç yüzünü temsil ettiğine göre, doktrini de öz olarak, Kur’an’ın tasavvufi bir yorumudur.3