• Sonuç bulunamadı

2.2. TOPLUMUN YANIBAŞINDA DURAN AYDIN

2.2.8.2. Tarih Bilinci

Tarih zaman kavramıyla birlikte ortaya çıkan insanoğluna ait bir olgudur. İnsan geçmişte yaşadıklarını tarih adı altında saklayarak geleceği yorumlamada bir araç olarak kullanır. Millet aşamasında tarih kavramı kültürel belleğin oluşmasında büyük önem kazanır. Çünkü ancak bu şekilde milli bilinç canlı tutulabilir. Öyleyse bir milletin geleceğe taşınabilmesi için siyasi geçmişini bilerek uzun vadeli bir devlet politikası oluşturması; kültürel boyutta da diline, edebi ürünlerine, inançlarına, ritüellerine sahip çıkarak milli bilinci diri tutması elzemdir.

Kurtlar Sofrası’ndan itibaren tarih olgusu, Attila İlhan romanlarının önemli temalarından birini oluşturmaktadır. Gazi Paşa romanında mitik bir kahraman olarak tamamlanacak olan Mustafa Kemal, bu romanda onun söylev ve demeçlerinin yorumundan oluşturulan ‘Mustafa Kemal’in İnkılap Teorisi’ adlı kitapla sembolik bir anlatımla varolması gereken tarih bilincini ortaya koymuştur. Mustafa Kemal demek siyasi bağımsızlıkla aynı istikamette ilerleyen ekonomik bağımsızlık demektir. Mustafa Kemal demek halkın iradesi demektir. İşte bu düşünce, ‘kurtlar sofrası’na dönen ülkenin huzura kavuşabilmesi için gerekli nüveyi içinde taşımaktadır. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi bağımsızlık temeli Kurtuluş Savaşı’yla atılırken savaşın hemen sonrasında girişilen sanayileşme çabaları iktisadi

bağımsızlığı da sağlayabilmek içindir. Ekonominin dışa bağımlı olduğu bir ülkede siyasi bağımsızlıktan söz etmek traji-komik bir durum olacaktır. İşte Mustafa Kemal’in ölümüyle yarıda kalmış olan bu sanayileşme çabaları girişimcisini beklemektedir. Ancak Batılı ülkelerin çıkar sahasına dönen ülkede bu mücadele sembolik düzlemde ‘Birlik Gazetesi’ ve ‘Mahmut’un kesik başı’ ile anlatılır. Kurtuluş Savaşı yıllarında da aynı milli bilinçle çıkan gazete adı gibi ‘birlik olma’yı telkin ederken Mahmut’un cesedinin başsız olarak bulunması Mustafa Kemal düşüncesinin adeta bir bayrak gibi yere bırakılmadan taşınması gerektiğini imler. Başkişi Ümit’in bireysel gelişim süreci sonucunda yaşadığı değişimle bu düşünceyi taşıyacak bir kişiliğe dönüşmesi sanatçı Attila İlhan’ın ‘ümitli’ tavrını da okuyucuya yansıtır. Tarih bilinci olaylar düzleminde Birlik Gazetesi başmuharriri Hüsnü Faik’in Mütareke ve savaş yıllarına dair anılarıyla temsil edilir. Hüsnü Faik günlük yaşamın içerisinde bir anda geçmişe giderek Mustafa Kemal’i bir fikir adamı olarak roman kurgusuna taşır. 2.2.8.3. ‘Ben’ Bilinci

Marx’ın tanımıyla ‘Benlik toplumsal ilişkilerin tamamıdır.’ Benlik bilinci ise kişinin çevreyle kurduğu ilişki sonucunda varlığının farkındalığını duyumsamasıdır. Bu farkında oluş gerçekte tinsel anlamda uykudan uyanarak kişinin kendini ve dünyayı bir varlık olarak fark etmesidir.(Laing, 1993:120) İnsan kendisinin farkına vardığı andan itibaren nesneler dünyasından kendini çeker ve bir özne olduğunun bilincine varır. Kişi kim olduğunu, ne istediğini ya da ne istemediğini tanımladığı zaman bireyleşim sürecini tamamlamış olur. Başkişi Ümit’in ‘adını koyamadığı bir sorumluluk duygusu’yla Paris’ten ülkesine dönmesi; Suzan-Turgut gibi yozlaşmış yaşantılar sürenlerden ve Keleşoğlu soyadının sağladığı pahalı yaşamdan uzaklaşıp çalışmaya dayalı basit ama özgür ve bilinçli yaşamı seçmesi böyle bir bilinçlenme sürecinin sonucunda ortaya çıkmıştır.

Ümit’in kendini fark edişinde en önemli kişi Mahmut’tur. Romanın başında daha kişi olarak olay örgüsünden çekilse de Ümit’in Mahmut’un pansiyon odasına taşınması ve orada adeta Mahmut yaşıyormuşçasına onunla yaptığı konuşmalar Ümit’in değişmesini sağlamıştır. Ümit için ‘ontolojik doğuş’ olarak tanımladığımız bu değişim ‘yıkanma’ eylemiyle derin bir anlama kavuşmuştur. Ümit, babası Zihni Keleşoğlu’nun cinayetin azmettiricisi olduğunu öğrendiğinde tıpkı bir ceset gibi kapıda asılı kalır ve yıkanarak temiz suyun arıtıcı gücü ile tıpkı bir bebeğin dünyaya gelişinin ardından yıkandığı gibi tertemiz olur. Keleşoğlu soyadıyla taşıdığı tüm kirlerden de arınmış olur. Bu yıkanma eyleminden sonra Bıçağın Ucu ve Yaraya Tuz Basmak romanlarında göreceğimiz üzere Ümit Ersoy olarak yeniden doğmuştur O:

“(…) banyoya girdi. Çabucak soyundu. Şofbeni yaktı. Alevlerin yüksekliği ve hınzır maviliği; omuzlarına, göğüslerine ve yüzüne vuran suyun ısrarlı sıcaklığı onu değiştiriyor, sanki yeniliyordu. Az çıkmanın, çok ve yalnız başına düşünmenin getirdiği eskimişlik duygusu, öfkeli suyun basıncına dinememiş, eriyip dağılmıştı. Bilenmek gibi bir şeydi bu. Ya da gömlek değiştirmek gibi. Banyosu bitince, yepyeni bir açlığın parıltılı boşluğu, karnında büyüdü.”(KS, s.365)

Alıntı metinde geçen ‘değişmek’, ‘yenilenmek’, ‘bilenmek’ eylemleri ve ‘gömlek değiştirmek’ benzetmesi sözünü ettiğimiz ontolojik doğuşa yapılan göndermelerdir.

Roman kurgusunda ele alınan başkişiyi bir bilinçli aydın tiplemesi olarak değerlendirdiğimizde Attila İlhan’ın bireyde benlik bilincini oluşturup onu eylemlerinin öznesi olmaya adeta davet ettiğini söyleyebiliriz. Bu durum bireyin bilinç yitimine, yozlaşmasına karşı bir koruma refleksidir. Olay örgüsünde bir simgeye dönüşen Gilda’dan yayılan ‘kötü koku’yla kişilere birey olamadıkları zaman nasıl bir tükenişe sürüklenecekleri imlenmiştir. Bir bar şarkıcısı olup sonradan sinema dünyasına atılacak olan Gilda, ne kadar şık ve temiz giyinse de kaynağı belirsiz kötü bir koku saçar etrafa. İnsanları rahatsız eden korkunç bir kokudur bu; öyle ki dizinin diğer romanlarına da bu kokunun bir hale gibi yayıldığı görülecektir:

“Bekir bir yudum içiyor: -Sende, diyor, bu ter kokusu varken kızım(…)”(KS, s.113) “Çok geçmiyor, Komiser Orhan, Gilda’yı alıyor kollarına, acı ter kokusuna rağmen, sıkı sıkı sarılıyor, öpüyor, ensesinin bitiminden(…)”(KS, s.137)

“Gilda diyorlar. Asıl adını bilmiyorum. Şöyle baktın mı, dersin ki: Breh anasını! Sokulmaya gelmez ama, leş gibi ter kokar. Zaten pek yüz veren yoktur kendisine(…)”(KS, s.205)

“-Sen sus be kokulu! Anlamazsın bunlardan. -Kıs gaganı! Otur oturduğun yerde!”(KS, s.212) “Rejisörün, o anda ensesi terliyor. Ve avuçlarının içi: -Kılçık be, diyor, karı dehşet!

Yutkunuyor: (-…) Rita’nın, diyor, burnundan düşmüş. -Eee, niye Gilda demişler?

Alaylı alaylı bitiştiriyor: -(…) ter kokulu bir Rita!

Rejisör: -Sinemada, diyor, ter kokusu duyulmaz oğlum.”(KS, s.205)

Romandan yapılan bu alıntılar öncelikle ter kokusunun belli bir durum ve/veya olay karşısında alınan tepkiyi anlattığını göz önüne serer. Rita Hayworth’ı taklit ederek ünlü olmaya çalışan Ayperi(Gilda)’nin bebeğini sokak ortasında bırakan bir ‘besleme’ olarak bar

şarkıcısı olabilmesi kendisi için sosyal bir sınıf atlama kabul edilebilecekken toplumsal açıdan ‘şekillenmemiş benliğe’ bedenin gösterdiği bir tepki olarak değerlendirilebilir ki bu ‘varoluşsal kangren’dir.(Laing, 1993:136) Benliği ve bedeni bütünleşmemiş yani ben bilinci oluşmamış kişilerden oluşan bir toplum ölmeye, yok olmaya, parçalanmaya yazgılıdır.

2.2.8.4. Sevgi

Platon sevgiyi ‘güzellik içinde üreme ve doğma arzusu’ olarak tanımlamıştır. Bize göre bu tanımdaki ‘doğma/doğuş’ kavramı sevginin özüne yapılan temel bir göndermedir. Tabii buradaki doğma/doğuş düşüncesi fiziksel bir üreme olarak düşünülmeyecek kadar derin bir olgudur. Bu sebeple ‘ruhlar arasında bir akış’ (Gasset, 2001:11) olan sevgi yine bu akışın sonucu olarak da kişiler üzerinde bir değişime yol açacaktır. Sevginin üretici, yapıcı ve paylaşımcı doğası sevginin nesneleri üzerinde de yenilenme yaratacaktır. Bunun için sevginin benlik bilincinin gelişmesinde etken rol oynadığını söyleyebiliriz. Kendini tanıyan kişi çevresine de değer verir, ancak kendini seven kişi karşısındakini gerçekten sevebilir.

Kurtlar Sofrası’nda sevgi temasını en derinden yansıtan kişiler Mahmut ve Ümit’tir. Bu iki kişi arasında varolan sevgi gerçektir. Çünkü bilinçlidir. Mahmut öncelikle kendini çok iyi tanır. Bu da aslında sevginin ilk şartıdır. Mahmut Ümit’e değer verir, onu kendini bulmaya davet eder:

“ –(…) seni, yaygın ve eskitilmiş kadın tarifinin dışında alıyorum, Ü. Aramızdaki münasebet ona göre olmalı. Kendime tanıdığım hakları, sana da tanıyorum. Çünkü seni önemsiyorum.

Evet, beni önemsiyordu. Fazla önemsiyordu hatta. Beraberce, herkesin kullanıp attığı bulvar romanı ve Hollywood sineması aşklarından başka, çok daha yüksek ve bilinçli bir aşk kurabileceğimize inanıyordu. Basit gurur oyunlarından, alelade kaprislerden uzak; duyguları aklın yardımıyla büsbütün olgunlaştırmış, sahici bir aşk!”(KS, s.379)

Mahmut’un yaşadığı dönemde Mahmut’tan Ümit’e doğru gelişen bu duygu, Mahmut’un öldürülmesinin ardından Ümit’ten de aynı karşılığı alacaktır. Başkişi Ümit’in bireysel gelişim sürecini tamamlamasında motor gücü oluşturan Mahmut’un sevgisi adeta ruhlar arası bir yolculuktur. Romanın başında Mahmut’la Ümit’in Samsun Vapuru’nda tanışmaları ve Mahmut’la Ümit arasında yaşanacak sevgi yolculuğunun yönünü belirlemiştir. Tıpkı Kurtuluş Savaşı’nın başladığı Samsun şehri gibi Ümit’in kurtuluşu da kentin adı konmuş bu vapurda başlamıştır.

Mahmut’u kaybettikten sonra duygularını tam olarak anlayabilen Ümit sevgiyi ‘en az adın kadar kendine ait’ bir duygu olarak tanımlar. Ümit-Mahmut arasındaki sevginin diğer

özellikleri cinsel zaafların üstünde olması ve temelinde saygı bulunmasıdır. Roman boyunca yinelenen Mahmut’un parmağındaki bakır yüzükle Ümit’in kendini ‘Mahmut’un nişanlısı’ olarak tanıtması saygı ve toplumsal kurallara uyum düşüncesinin işaretleridir. Mahmut’la Ümit arasındaki ilişkinin iki yıllık bir geçmişi olduğunu da göz önünde tutarsak norm kişi olarak Mahmut’un başkişinin gelişim sürecinde oynadığı rolün inandırıcılığı da ortaya çıkmış olur.

Romanda eski bir gangster olan İbrahim’den üniversite yıllarında bıraktığı Türkan’a duyulan başka bir sevgi ilişkisi daha vardır. Ancak İbrahim’in sevgi nesnesi gerçekte Türkan değildir. Yaptığı yasadışı işlerden bıkmış olan İbrahim, on yıl önce tanıdığı ve üniversite anılarında kalan Türkan’a sevdalıdır. Çünkü onun için sevgi, onu yaşadığı hayatın pisliğinden arındıracak tek şeydir:

“-(…)ben neyi düşünüyordum?... Türkan’la yenilenmeyi, arınmayı. O Türkan, kendini durduğu yerde eskitip, yok ediyor…. Herhangi bir taşra kızı gibi, elinin altındaki ilk mühendisin koynuna giren bir Türkan mıydı, o benim sarmaşıklı evin balkonunda, Vivaldi dinleyecek olan?

(…) Ben on yıl önceki hayallerimize dönerek, temizlenmeyi kuruyorum; oysa o, on yıl sonrasının, alelade ve benim için katlanılması imkansız gerçeğini yaşıyor: Beşiktaş’ta, Köyiçi’nde bir yerlerde oturuyormuş, çocukla sevişerek evlenmiş, senesine yavrulamış. Türkan değil ki bu! Bu herkes! Benim yaşamayı düşündüğüm Türkan ise, sokakta, çarşıda, kahvede, sinemada, sinek kağıdı gibi elimize yüzümüze ısrarla yapışan bayağılıkların ötesinde; bakışları kırlangıç kırlangıç dağılan, benimle ilgili, hatta belki benimle var olan bir kadın. Eğer Türkan’da yanıldıysam, bütün öbür hesaplarım(…)”(KS, s.543)

İbrahim şişmanlamış, gözlerindeki kırlangıç bakışlarını yitirmiş, çocuklarının geleceğini kurtarmak için İbrahim’le gayrimeşru bir ilişkiye başlamayı kabul ederek görüşmeye gelen Türkan’la karşılaştığında hayal kırıklığına uğramıştır. İbrahim aradığı soylu ve onurlu güzelliğe hiç beklemediği anda Selma’nın telefondaki sesinde ulaşır:

“Kötü bir akşam oldu(…) Düpedüz korkuyor, düpedüz saklanmak, başka bir yerlere kaçmak ihtiyacını duyuyordu. Bir anda, şu fötr şapkası tüylü gölgenin, deminden beri, dünden beri, kim bilir belki yıllardan beri peşini kovaladığına hükmetmişti… Nerede olursa, o da orada!(…)

Baktı olmayacak, Beyoğlu’nda henüz ölmemiş bir telefon buldu. -Ben İbrahim, dedi. Selma Hanım’ı arıyorum.

Selma, Süleyman’ı uyandırırım korkusuyla sesini alçaltıp: -Benim, dedi. İbrahim telefonda, gerçek Türkan’ın sesini tanıdı ve:

-(…) size, dedi, ihtiyacım var; gelebilir misiniz?”(KS, s.650)

Burada İbrahim’i takip eden gerçek bir kişi midir, yoksa onun kurtulmaya çalıştığı geçmişi midir? Sanıyoruz ikincisidir. Çünkü Selma’yı araması ‘ölmüş’ yaşamına ‘o düşsel sevgili kadın’ın yeniden hayat vermesi için bir haykırıştır.

Romanda başka bir sevgi biçimini eski bar şarkıcısı Zehra’dan barda çalışan Bekir’e yöneltilmiş olarak görürüz. Yine bu sevginin nesnesi de Bekir değildir. Zehra, yaşlanmaya başladığını ve bir gün etrafında hiç kimse kalmayacağını bilir. Yalnız bir ev onu korkutur. Bu sebeple Bekir’i kendisini yalnızlıktan kurtaracak biri olarak görür. Kendisini aldatacağını bildiği halde de tüm parasını ona verir ve adeta yanılmak için yalvarır. Romandaki en trajik sevgi ilişkisi budur. Çünkü ilk iki ilişkide kişiyi bireyselleştiren bir olgu olarak gördüğümüz sevgi, burada yalnızlığı sağaltacak bir duygu olarak alımlanmıştır. Hayal kırıklığı da Zehra’yı intihara sürükleyen kaçınılmaz bir son olmuştur.

2.2.8.5. Yalnızlık

Yalnızlık bireysel ama insanoğlu kadar eski bir duygudur. Yalnızlık yalıtık olma ile ilgilidir: Çevredeki insanlardan ve toplumdan yalıtık olmak. Kişi bazen çevresindekilerin arasındadır ama onlarla paylaşımı olmaz; bazen de tek başınadır ama bu yalınlık onun içsel huzurunu ve kendiyle barışık halini bozamaz. Birincisi kişisel psikoloji açısından en tehlikeli olandır. İstenmeyen bir duygudur ve yabancılaşma süreciyle ilgilidir. İkincisi fiziksel yalnızlık olmakla beraber tinsel doğuş öncesinde kişinin kendisiyle hesaplaşma sürecidir aslında.

Kurtlar Sofrası’nda yalnızlık duygusunu yoğun yaşayan iki kişi vardır: Birisi Mahmut’un ölümünden sonra yalnızlığı duyumsayan Ümit; diğeri ise tek başına yaşlanmaktan korkan Zehra.

Ümit’in yaşadığı yalnızlık duygusu temelde ikinci tanıma uygundur. Ümit, en son görüşmelerinde Mahmut’a söylediklerinden dolayı pişmanlık duyar. Ancak başkişiye bu sözleri söyleten gerçekte sorumluluklarından kaçma düşüncesidir:

“(Ümit) –Senden, diyor, bıktım!

Öbürü gülümsüyor: -(…) yalan, diyor, bıkkınlık değil bu. Korku belki. Benden korkuyorsun. Nasıl yaşamak gerektiğini gösteriyorum sana. Çok şeyler istiyorum. Tembelsin ve korkuyorsun. Kendinden başkasını düşünmekten korkuyorsun. Ben galiba onları temsil ediyorum gözünde. Benden korkuyorsun(…)

(Mahmut) –Sen, Ü: Benim sevdiğim kız; gözlerinin rengini bilmeyen! Yorgun argın. Avrupa görmüş, kitaplar okumuş.”(KS, s.83)

Başkişinin değişim süreci bu sorgulamalarının ardından başlayacaktır. ‘Gözlerinin

reng belirsiz’ olan Ümit, babasının sağladığı zengin yaşamı terk ederek Mahmut’un evine

taşınmakla önce kendini tanıyacak sonra ülkesinin sorunlarına duyarlı olmayı öğrenecektir. Bu özelliklere dayanarak Ümit’in yalnızlığını varoluşsal doğuşu hazırlayan yapıcı bir durum olarak değerlendirebiliriz.

Zehra’nın yalnızlığını hayatını barlarda geçirmiş ama yaşlanmakta olan bir kadının belki de tek başına ölme korkusu olarak tanımlamalıyız. İş dönüşünde soğuk bir evle yüz yüze gelmek ölmek gibidir:

“Şehrin üstüne, sinsi bir yağmur yağıyor. Buzlu bir beyazlık. Parmaklarım donmuş. Sobayı yakmadan, çarpına çarpına el yordamıyla, karanlıkta soyunup bir kefene girer gibi yatağıma giriyorum. Evet evet, Bekir olmadı mı, Davi’yi düşünmek bile beni helak ediyor, parçalıyor.”(KS, s.140)

Zehra’nın içinde bulunduğu duygusal karmaşa intiharla sonlanmakla trajik bir hale dönüşmüştür. Bu sebeple de onun yalnızlığı alımlama biçimini birinci gruba dahil etmek doğru olacaktır. Aşağıdaki alıntı hem Zehra’nın yaşadığı hayal kırıklığının büyüklüğünü hem de intihar sırasında hissettiklerini açımlar :

“Ölüm neyi halleder? Hiçbir şeyi. Yaşamam lazım biliyorum… Gülünç. Artık nefes almıyorsun, dolaşmıyorsun, yemiyor, içmiyorsun. En önemlisi düşünmüyorsun, yani ıstırap çekmiyorsun. Maavi nurdaaaaaan biir ııııırmak, gölgede bir sa-lıııın-caaaaak! Çalışmalı, çalışmalı, çalışıp kurtulmalı. Yok canım sen de! Öleceksin! Öleceksin! Hayır, ölmeyeceğim. Benim yüreğimdeki kan, tertemiz bir kan. Madam Kalustyan yılarca önce falıma baktı, günün birinde, adamakıllı mesut olacağımı söyledi.

Banyonun aynasından suratı, soluk siyah bir tokat gibi, gözlerine çarptı. Kesilmiş bileklerinden sızan kan, lavabodaki sıcak suyu, bulut bulut kırmızıya döndürüyordu. Jilet meydanda yoktu.”(KS, s.658)

Gençliğinde kimsenin aklını çelemediği Zehra yaşlandıkça çevresindeki ilginin azaldığını görmüştür. Yılların yorgunluğu ile yalnız ölme/yalnız kalma korkusu gelişen Zehra, yaşamına son vermekle genç ve güzel Gilda’nın, Athena ve diğer kadınların da yaşayacağı muhtemel sonu göstermiştir. Kapitalizmin kullan-at kültürü metalaştırdığı kadını da kullandıktan sonra atmıştır. Zehra’nın çevresindeki ilgi eksikliği bu düşüncenin sonucudur.

2.3. TÜRK TOPLUM HAYATININ İÇİNDEKİ AYDIN: ‘AYNANIN

Benzer Belgeler