• Sonuç bulunamadı

Taşra Nedir, Neresidir? 19 

Bugüne değin şiir ve taşra sözcüklerinin birlikte kullanıldığı cümlelerin sayısı fazla olmamıştır. Bu cümlelerin büyük bölümünde güncel tartışmaların izleri

görülebilmektedir. Yazarlar genellikle olguya kendi dünya görüşlerinin

penceresinden bakarlar ve güncel duruma ya cevaplar arar ya da cevaplar verirler. Bu yazıları yaklaşım tarzları açısından ikiye ayırmak mümkündür:

1. Bazı yazılarda merkezin penceresinden bakan yazarlar taşradan gelen, taşradan yükselen talepleri egemen söylemi kullanmaya özen göstererek ya yerer ya da “yüce gönüllülükle” kabul ederler. Bu, edebiyattaki egemen söylemin ve bir şehir olarak merkezin içinde “oturan” yazarların yaklaşımıdır. Bu yazarlar birkaç cümleyle taşrada doğum, görev, tayin ya da gezi gibi vesilelerle “geçmiş” günlerini anarak bir empati geliştirirler. Böylece egemen söylem her iki durumda da, yani ret ya da kabul durumlarında da yeniden üretilirken “insanî” kılınır, söylemin içerdiği egemenlik ilişkileri örtülmüş olur.

2. Bazı yazılarda taşradan merkeze yönelmiş bir eleştiri söz konusudur. Bu yazılarda, merkez ve onun temsil ettiği öğeler ne kadar eleştirilirse eleştirilsin,

9 Görmeden yazmak, görmeden yazılan yerleri düşünce ve eleştirinin nesnesi kılıp araçsallaştırmadır ve bizim için bu boyutuyla önemlidir. Bunun dünya edebiyatında pek çok örneği bulunmaktadır. Sözgelimi Montesquieu, İran Mektupları’nı orayı hiç görmeden yazmıştır: “Yazar, bu yapıtını yazarken zamanın Fransa’sının siyasal ve hukuksal durumunu eleştirmek amacıyla kafasına göre ve ihtiyacına göre bir İran’ı hayal edip yarattı” (Akt. Alakom, 1991: 10, özgün imlâ). William Beckford da, 18. yüzyıl İngiltere’sinde History of the Caliph Vathek’i “Doğu’ya hiç gitmeden, yalnızca Doğu’ya ilişkin metinlerden” yararlanarak yazmıştır (Parla, 2005: 22). Yine Ahmet Mithat, Paris’te Bir Türk romanını Paris’e gitmeden gazete, kitap ve turistik tanıtım rehberlerin yardımıyla yazmıştır.

20

amacın kabul görme isteğini sezdirmek olduğu ileri sürülebilir. Bu sezdirme isteğinin daha da şiddetlendiği, bir hücuma dönüştüğü de olur. Ancak temel amaç, kabul görme ve merkeze “yerleşme”dir.

Merkezin ezici yaklaşımı ya da yüce gönüllü kabulü, güncel tartışmalar açısından işlevsel olabildiği gibi tarihsele bakıldığı zaman da işlevsel olabilmektedir. Aşağıda geniş biçimde örneklendiği gibi merkeze gitmek ya da merkez tarafından kabul görmek, şairlerin başlıca hedefi olmuştur. Divan şiiri dönemindeki patronajla ilişkili olan bu durum (Bkz. İnalcık: 2003), modernleşme döneminde benzer şekilde bilinmek, görünmek gibi boyutlar kazanmıştır. Aynı şekilde merkezde üretilen estetik ideoloji taşrada da tekrar edilmiştir.

Divan şiirinin evren tasarımı nasıl belli ise, merkez tasarımı da aynı şekilde bellidir; her iki tasarım da aynı sisteme dayanırlar. Her ikisinin de belli bir odağı vardır, ki birincisinde odak Allah, ikincisinde ise padişah/saraydır. Bu gelenekte Allah’ın kula lütfuyla padişahın “kul”a lütfu arasında hemen her zaman alegorik bir ilişki söz konusudur ve şiirde işlenir. Bu merkez tasarımının alegorik biçimde şehirlerin dışına, sözgelimi bir gülzara/gül bahçesine ya da bezm meclisine de aktarıldığı gözlemlenmektedir. Dolayısıyla Divan şiirindeki merkezin padişahın (Allah’ın “gölgesi”) ve sarayının bulunduğu başkentte olması, bu şiirin içine yerleştiği evren tasarımıyla ilgilidir.

Modernleşme döneminde merkezin gücü, Türk edebiyatının sınırları

açısından bakıldığında, değişik düşünceler esinleyen bir konudur. İstanbul, yüzyıllar boyunca biriktirdiği olağanüstü kültürel birikim ve gücü paylaşmak konusunda ketum davranmıştır. Türkiye Cumhuriyeti devletinin merkezi, yeni başkent Ankara olsa da, finans kapital, medya, spor, sanat vb merkezi İstanbul’dur. Merkezin bir estetik ideololojisi ve bu ideolojinin çeşitli yansımaları vardır. Türk edebiyatının

21

merkezi, dışarıyı/taşrayı görmekten imtina etmiş, “gördüğü” zaman ise, onu kendi “dil”ine çevirmiştir. Taşra bir tema olarak merkezin dili içerisinde biçimlenir, biçimlendirilir. Merkez, aynı zamanda belli bir form bilgisi ve gerçeklik bilgisini yayar. Bu form bilgisi, karşılaşılan, bakılan, görülen başka, değişik, “yeni” formlarla karşılaştığında onu ya göremez ya da kendi form bilgisine, dolayısıyla kendi diline çevirir.

Türkçe bir sözcük olan “taşra”, bugünkü “dışarı” sözcüğünün eski formudur. Tarihsel süreç içinde “taş+garu < taş+ğaru < taş+aru < taş+arı < dış+arı” (Yorulmaz, 1995: 20) şeklinde bir dönüşüm geçirmiştir. Ali Püsküllüoğlu, sözcüğü “bir ülkenin başkenti ya da anakentleri dışındaki yerlerin tümü” (Püsküllüoğlu, 1995: 1464) şeklinde tanımlamaktadır. Bu tanımla Püsküllüoğlu, taşrayı sanayileşmiş büyük kentlerin dışında kalan yerler olarak anlar. Bu tanım, son dönemde sosyal bilimlerce kullanılan “taşralar” ve “merkezler” gibi ifadelerle koşutluk göstermektedir. Ancak şiir tarihi açısından baktığımızda, ülkenin başkenti olarak tarif edilen merkez dışındaki kimi şehirlerde şiir üretilse bile, merkezin asıl gücünü koruduğu gözlenmektedir. Aynı zaman diliminde birden çok merkezden, dolayısıyla

“merkezler”den söz etmek güçtür. Bu anlamda İstanbul’un, Türkiye Cumhuriyeti döneminde başkent olmamasına karşın merkez olma özelliğini koruduğu

gözlemlenmektedir. Aynı şekilde taşralardan söz etmek de mümkün

gözükmemektedir. Çünkü taşra, şiir tarihinde İstanbul’un Anadolu yakasıyla, hatta Avrupa yakasının yoksul ve muhafazakâr semtleriyle tarif edilecek kadar

genelleştirilmiştir. Durum ancak değişen merkezle, yani Bursa-Edirne-İstanbul sıralamasıyla ifade edilebilir. Taşra ise, Divan şiiri döneminde olduğu gibi, yeni şiir döneminde de bu merkezlerin dışındaki her yer olmuştur.

22

Bu belirlemeyi yaparken taşra olarak adlandırdığımız her yerin aynı şekilde anlatıldığını söylemiş olmuyoruz. Aksine “taşralar” arasında bir ayrım olduğu dikkati çekmektedir. İlerleyen bölümlerde gösterildiği gibi taşra ile ilgili algı, onu denizsiz kabul eder. Yani taşra, iç bölgelerdir. Ancak iç bölgelerdeki taşralarda da farklı kategoriler söz konusudur. Sözgelimi Bursa ve Ege “yakın taşra” olarak

adlandırılabilir ve genellikle huzur, uhreviyet ve bereket temaları çevresinde işlenir. Eskişehir’den başlayan “iç taşra”, göç ve topraksızlığın en çok anlatıldığı bölgedir. Sivas ve Tokat ile başlayan “derin taşra”da ise, “yiğitlik” dışında herhangi bir olumlu imaj kullanılmaz. Hemen her özellik olumsuz imajlarla verilir ve karanlık tablolar çizilir10.

Bu alanda yapılan tanımlamaların en büyük sorunlarının başında, aynı algıyı paylaşmaktan gelen bir zihinsel hazırlığı saymak mümkündür. Araştırmacı, verdiği örneklerde başta yaptığı çıkarımı tartışılır kılsa da, süregelen algının içinde kalmaya devam eder. Sözgelimi Süreyya Beyzadeoğlu, tarihsel dönüşümü anlatıp

tanımlamaya giderken, taşrayı bu kez şehirlerle tarif eder:

Zaman içerisinde değişik şekillerde kullanılan bu kelime, Tarama Sözlüğünde, XIII-XVII. yy. metinlerinden tespit edilmiş örneklerle içerinin zıddı olarak gösterilmiş, dîvân şiirinde kullanılan geniş anlamıyla ilgili tek bir örnek verilmemiştir. Oysa dîvân şiirinde taşra, umumiyetle İstanbul’un dışındaki şehirler için kullanılır. Bu

şehirlerden İstanbul’a gelenlere taşralı denir. Dîvân şiirinde taşra

10 Bu görme biçiminin, resimde de yansımaları olmuştur. Alphan Akgül, estetik ideolojinin Türk resmine etkisini anlatırken, üç resim üzerinde durmaktadır. Bu resimler, 1938-1943 döneminde taşraya, orayı betimlemeleri için götürülen ressamların çalışmalarıdır. Akgül, Melahat Ekinci’nin “Aydınlı Kadın” resmi ile Malik Aksel’in “Sivaslı Genç Kız” resmini karşılaştırır. Yazarın dikkat çektiği gibi birinci resimde bereket, sağlık ve idealize edilmiş doğa, ikinci resimde ise hüzün, yoksulluk ve umut işlenir (Akgül, 2003: 116)

23

yerine bazen de kenâr tabirinin kullanıldığı görülmektedir. (Beyzadeoğlu 2, özgün imlâ)

Burada tartışmalı olan belirleme, İstanbul’un dışında kalan her yer, demek yerine “İstanbul’un dışındaki şehirler” denmesidir. Nitekim Güven Turan, taşranın Osmanlı için bir tek şeyi imlediğini, bunun da “İstanbul dışında kalan her yer” (Turan, 2004: 51) olduğunu vurgulamaktadır. Turan, ek olarak sözcüğün içerimleri ve sürekliliğinden de söz etmektedir: “Bir küçümseme, bir acıma, bir hayıflanma sözüydü taşra, taşrada olma, hele hele taşralı olma. Cumhuriyet’te de sürdü bu; İstanbul dışı olmanın taşra olması, başkentin Ankara olmasına karşın. Bugün de farklı değil” (51).

Ahmet Oktay’a göre şehrin dışında kalan yerler taşradır: “Yalnızca coğrafî/idarî anlamda kullanılmıyor burada “taşra” sözcüğü, yetersiz ya da engellenmiş bir toplumsal/kültürel statüyü de imliyor. Bu yüzden ‘taşra’, dün de kentin bir alt bölümüydü; ‘taşralı’ ise; dar görüşlü bir çevrenin yerleşiği” (Ahmet Oktay, 1983: 71, özgün imlâ). Mehmet Can Doğan ise, taşranın sadece yönetsel ve coğrafî öğelerle düşünülemeyeceğini ileri sürmektedir:

Taşra, “bir şeyin dış tarafı; dışarı” ve “başşehrin dışında kalan yerler, bilhassa İstanbul dışı” olarak karşılık bulur sözlükte. Konu

bağlamında daha özele inip Osmanlı Tarih Deyimleri ve Sözlüğü’ne bakıldığında “taşra”, bir başlık olmasa da “taşralı” için getirilen açıklamada onunla da karşılaşılır: “İstanbullu olmayanlar hakkında kullanılır bir tâbirdir. Payitaht olan İstanbul dışında bulunan şehir, kasaba ve köylere taşra denildiği için oradan gelmiş olanlara taşralı denilirdi”. (Doğan, Mehmet Can, 2004: 68)

24

Aşağıda örnekleneceği gibi, Divan şiiri tarihi boyunca merkez (Bursa ve Edirne’den sonra) İstanbul olmuş, hatta İstanbul’un da Avrupa yakasının belli bir bölümü ile tarif edilmiştir. Bu algıda özellikle taşra kökenli şairlerin tarifleri de büyük rol oynar. Dolayısıyla taşra, İstanbul’un Avrupa yakasından başlar demek mümkündür:

Osmanlı için de, bir İstanbul vardır, bir de İstanbul’un taşrası vardır. İlginçtir, taşra kavramı da Osmanlı için hep Anadolu ile sınırlı kalmıştır. Örneğin, İstanbul sınırları içinde olduğu sürelerde bile, diyelim Bağdat, Halep, Şam, vb. Osmanlı için hiçbir zaman Osmanlı kenti olmamıştır, hep Araptır. Belgrat, hep Sırptır. Sofya, hep

Bulgardır. Vb. vb. Ama Anadolu, Osmanlı için her zaman hem kendi ülkesidir, hem de kendisine sürekli diş bilediğine inandığı

akrabalarının, “Etrak-ı biidrak” (ahmak Türkler)in ülkesidir. (Ceyhun, 1996: 111-12, özgün imlâ)

Belirtmek gerekir ki, Ceyhun’un çıkarımları, İstanbul’un da taşrası vardır belirlemesi dışında büyük ölçüde tartışmaya açıktır. Çünkü Osmanlı yönetsel sisteminin özellikleri göz ardı edilmektedir. Ceyhun’un sözleri tez konusuyla açımlandığında da, şiirde Arap şehirlerinin değilse bile, Rumeli şehirlerinin sıklıkla işlendiği, bu şehirlerle ilgili pek çok vasfiye ve biladiyenin kaleme alındığı

gözlenmektedir. Özellikle Tanzimat sonrasındaki şairlerin önemli bir bölümü Rumeli kökenlidir ve bir bütün olarak Rumeli, savaşlarda kaybedildiği ölçüde, giderek şiirin en yaygın konularından biri haline gelmeye başlar. Burada bizim için önemli olan, Ceyhun’un başka bir bağlamda da olsa, İstanbul’un da taşrası olduğunu yazmasıdır. Bugün de bazı gazetelerin promosyon dağıtımında “İstanbul-İstanbul (taşra)” ifadelerini kullandıklarına tanıklık edilmektedir.

25

Cemil Kavukçu’nun öykülerinde şehir, taşra ve modernlik üzerine yüksek lisans tezi hazırlayan Hivren Demir’in çalışmasında taşra, bir yan cümlecik olarak tanımlanmıştır: “Tanım gereği kentin dışında kalan bir yaşam alanı olması gereken taşra” (Demir, 2001: 21). Mehmet Narlı, “Divan şairi, şehrin şairidir. Bütün kültürel birikimi, sosyal davranışı şehrin içinde biçimlenir. Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde, eğitim görmüş, sanat ve bilim alanlarında yetenekleri olan herkes gibi şair de, İmparatorluğun merkezine doğru akar (“Narlı, “Mekân ve Edebiyat” 43, özgün imlâ) demektedir. Şehirli, “şehrî” sözcüğü, her zaman İstanbullu için kullanıla gelmiştir. Şairler de şehrî derken İstanbul’dan söz etmektedirler. Murad Emrî, “Nâzik olsa nâzenîn olmaz kenârın dilberi / Şîvesi çokça olur şehrî olsa bir güzel” (Akt. Beyzadeoğlu 5), Nihânî ise, “Sevme şehrî güzeli ger meh-i tâbân ise de / Verme hercâyîye dil mihr-i dırahşân ise de” (Akt. Beyzadeoğlu 5) derken yalnızca İstanbul’u, daha doğrusu İstanbullu güzeli imâ eder.

Bu olguyu şiir dışındaki alanlarda yorumlayan çalışmalarda, zaman-zemin çelişkisi dikkati çekmektedir. Çıkarımlar neden-sonuç ilişkisi açısından değil, güncele verilecek cevaplar üzerinden aranır: “İstanbullular kendilerine ‘şehrî’ adını veriyor; taşralılar ise coğrâfî yakınlığa göre Arnavut, Arap, Kürt, Lâz diyorlardı” (Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muâsırlaşmak 60). Gökalp, tarihsel bir gerçekliği, kendi günündeki ulus tartışmasında güncel ve yeni kavramlarla

açımlamak yoluna gider: “Bir zamanlar türlü kavimlerden olan memuriyetçilerin bir ‘ikbâl kâbesi’ olan Bizans’ta dünyadaş bir sınıf oluşmuştu. Bu kimseler kendi kendilerine bir san aramış, sonunda ‘şehrî’ sözünde karar kılmıştı. Şehrî’nin ulusallığı yoktu” (57, özgün imlâ). Gerçekte böylesi olgular pek çok toplumun, uygarlığın, merkezin ortak özellikleri olarak gösterilebilir. Böylesi bir toplumsal

26

gelişim aşamasında ulusallıktan söz edilemeyeceğini göz ardı eden Gökalp, şehrînin ulussuz olmasını eleştirmektedir:

Sürûrî’nin Refî-i Âmedî’ye seslendiği “Men ü tü her ne Şehrîyem / Ki men Türk ü tü Kürd” (Ben ve sen, her ikimiz de şehirli değiliz / Ki, ben Türk’üm, sen de Kürt)11 dize(ler)inden de anlaşıldığı gibi, “şehrî” ne Türk, ne Kürt, ne Arap, ne Arnavut’tu. Bütün uluslara düşman bir topluluk. Bu topluluk Arab’ı beğenmez, Kürd’ü küçümser, Lâz’la eğlenir, Türk’ü aşağılardı. (57, özgün imlâ)

Divan şiirinin kozmogonisi, bir merkez tasarımı üzerinde kurulmuştur: “Pervane, ışığa; âşık, sevgiliye; taşra İstanbul’a; devletli ve tebaa, saraya; yıldızlar, aya; bütün evren Allah’a doğru akar ve aktığı merkezin çevresinde döner” (Narlı, 2007: 36). Dolayısıyla İstanbul’un dışını görememe gibi bir durumdan değil, söz konusu kozmogoniden söz etmek gerekiyor. Bu aşamada toplumsal ekonomik formasyona bağlı bir paradigma değişimi gerçekleşmeden, şairlerin görme

biçimlerinin değişmesi mümkün olamazdı. Çünkü şiirin öngördüğü gerçeklik bilgisi ile gerçeklik arasında doğrusal bir ilişki yoktu. Nazım şekilleri bu kozmogoni çevresinde oluşmuştu ve gerçeklik, ancak kozmogoni içinde kalınarak

görülebiliyordu. Bunu gerçeklik bilgisi önündeki en önemli engel olarak

tanımlanmak yerinde olacaktır. Sınırlı olan nazım şekilleri, işlenecek konuları da sınırlamıştır.

Gerçeklik bilgisi ile gelenek arasındaki bu ilişki göz önünde tutulduğunda, bugünden bakarak yapılan eleştirinin sakıncaları ortaya çıkar. Aynı şekilde Divan edebiyatına yönelik olarak Namık Kemal’den başlayarak bugüne kadar yapılan eleştirilerin büyük bölümünün benzer bir dikkati içermedikleri, ideolojik oldukları ve

11 Ziya Gökalp, beyti yanlış çevirmiştir. Burada şehrî, şehirli anlamına değil, İstanbullu anlamına geliyor.

27

söz konusu geleneğin temel özelliklerini göz ardı ettikleri kaydedilmelidir. Geleneğin merkezi de, kendi poetik evreninin bir tür gölgesi şeklinde kurgulanmıştır. Bu

aşamada merkezin de kendini aynı poetik evren içinde ifade ettiği gözlenmektedir. Mehmet Kaplan, Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları” şiiri hakkında kaleme aldığı yazısında, İstanbul-Anadolu ayrımı üzerinde durmaktadır. Kaplan önemli belirlemeler yapsa da, Anadolu’nun taşra olarak öne çıkmasının, ancak Osmanlı topraklarının büyük ölçüde kaybedilmesinden sonra gerçekleştiğini gözden kaçırmaktadır. Bu şerhi düşmekle birlikte, Kaplan’dan geniş bir alıntı almayı uygun görüyoruz:

İstanbul ile Anadolu her bakımdan birbirinden farklı manzaralar arz eder. İstanbullular, Anadolu’yu hemen daima gidilmesi hoş olmayan bir yer telâkki etmişlerdir. Hüzünlü, hattâ trajik bir mâna taşıyan “taşra” kelimesi bu davranışı çok iyi anlatır. Fetih’ten itibaren

Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi olan ve aydınların çoğunu içinde barındıran İstanbul, yüzyıllar boyunca edebiyatçıların hayata ve memlekete bakış tarzlarını tayin edici bir rol oynamıştır. Bunu “taşra” (dışarı) kelimesinin de kuvvetle belirttiği üzere bir “içe kapanma” olarak tavsif edebiliriz. İstanbul, güzel manzaraları, ihtişamlı

âbideleri, zengin ve çeşitli yaşama şartları ile yalnız Divan şairlerinin değil, Tanzimat’tan Cumhuriyet devrine kadar gelen ve çoğu

İstanbul’da yaşayan Türk edebiyatçılarının da Anadolu ve Anadolu insanını görmelerine engel olmuştur. Anadolu ve Anadolu insanının hayatına dair bir yığın akisle dolu olan Halk edebiyatına karşı esas itibariyle İstanbul’da teşekkül eden yüksek tabaka yahut aydınlar edebiyatında “taşra” pek az bir yer tutar. (Kaplan, 2000b: 22)

28

Yukarıda da belirtildiği gibi Türk şiir tarihinde merkez, Osmanlı başkentleri olan Bursa, Edirne ve İstanbul doğrultusunda hareket etmiş ve sonuncusunda kalmıştır. Ancak bu konuda söz alan imzaların büyük çoğunluğu, içinde maddi hatalar da barındıran genellemeler yapmaktadırlar. Sözgelimi Sennur Sezer, doğru bir belirlemesine tartışmalı örneklemelerle devam etmektedir:

Divan edebiyatında, en çok anlatılan kentin İstanbul olduğu, kuşkusuzdur [….] 15/16. yüzyıl kadın ozanlarından Mihri’nin bir murabbasında övdüğü Ladik (o zaman Amasya’ya bağlıydı, bugün Samsun’un ilçesi), adına şiir yazılan belki de tek “taşra” kentidir. Bu şiir, dönemi için, büyük kentlerin güzelliklerini, kasabalıların

içtenliklerini yansıtmasıyla, önemli sayılabilir. (Sezer, Sennur, 1996: 13, özgün imlâ).

Sennur Sezer’den yaptığımız alıntıdaki “belki de”, “sayılabilir” gibi tereddütlü ifadeler, bu alandaki pek çok yazının ortak özelliklerinin başında gelir. Zira söylenen sözler, ulaşılan çıkarımlar geniş örneklemeler ve metinlerle

desteklenmeksizin yazıya dönüşür. Divan şiirinde yalnızca Ladik’le ilgili şiirler yazılmamıştır, bunlardan bir kısmı aşağıda verilecektir.

Türk şiirinde doğa ile ilgili olarak söylenen sözlerin büyük çoğunluğu da, aslında sözcüğün temel anlamıyla dışarıya çıkan şiirin, anlatıcının, anlatıcının düzenlenmiş ya da doğal mekân karşısındaki anlatımları olarak okunabilir. Eğer Parnasse şiiri gibi Türk şiirini de bir dönem etkilemiş olan bir akım doğrultusunda eser verilmiyorsa, doğa, daha çok yeğlenen karşılığıyla tabiat dene gelen şeyin de bizzat taşra olduğu ileri sürülebilir12. Nitekim Şükrü Elçin’in Türk Edebiyatında

12 Ahmet Edip Uysal, doğa öğeleriyle kurulan ilişkinin Batı’daki dönüşümü hakkında şu belirlemeyi yapmaktadır, ki bu sürecin Türk edebiyatındaki benzer izdüşümü de takip edilebilir: “Avrupa’da 19. yüzyılda edebiyat ve sanatta romantik akımın başlamasıyla tabiat kavramında ve insan-tabiat ilişkileri hakkındaki düşüncelerde pek önemli değişiklikler olmuştur. Thompson, Coleridge ve Wordsword

29

Tabiat (1993) adlı derlemesinde şiirden verilen örnekler arasında Çamlıbel’in “Talas Bağlarında Batı”, Tanpınar’ın “Bursa’da Zaman”, Ahmet Kutsi Tecer’in “Umutmam Sizi”, Kamu’nun “Bingöl Çobanları” vb. şiirlere yer verilmiştir. Ümit Yaşar Oğuzcan ve Tarık Dursun K.’nın birlikte hazırladıkları Şiirimizde Tabiat (1962) adlı antolojide ise, çoğunlukla “İstanbul doğası” diyebileceğimiz şiirlere yer verilmiştir.

Bu çalışma için Divan şirinde merkezin, İstanbul’un en sık işlenen şehir olması değil13, onun şairleri kendine çekmesi ve taşrayı tarif etmesi önemlidir. Taşraya açılan şiirler de yazmalarına karşın Nedim, Yahya Kemal ya da Orhan Veli gibi “İstanbul şairi” nitelemesini hak eden şairlerin bulunması, merkezin her dönem şiirin belirgin bir konusu olduğunu ortaya koyar. Bu anlamda adı geçen şairler gibi yüzlerce şairden söz edilebilir: “İstanbul’u Yahya Kemal’den evvel teganni eden şairlerimiz çoktur. Hattâ diyebiliriz ki, eski şiirin bütün bir tarafı tâ Fatih’ten beri bunu yapar. Eski şairlerimiz nerede yetişirlerse yetişsinler İstanbul’u benimsiyorlar, onu şehirli gözüyle seviyorlar, hayat modalarını, zevk ve safâ alemlerini şiirlerinde öğüyorlardı” (Tanpınar, 1958: 16).

Olgunun pek çok boyutunun olması ve daha önce belli ve doyurucu bir tanımının yapılmamış olması, bu tezin en önemli zorluklarından biri olmuştur. Bu anlamda tanımlama, sınırlandırma, kronolojik olarak sıralama ve imaj çözümlemesi yapma gibi temel yaklaşımlarla tezin genel çerçevesini ortaya çıkarılmıştır. Bu noktadan itibaren taşra olgusunun geçirdiği dönüşüm üzerinde durulacaktır. Bu şekilde Tanzimat dönemi şairleri ile takip eden süreçte bir şiir türü olacak derecede

[Wordsworth] gibi İngiliz şâirleri tabiata yepyeni bir görüşle bakmağa başlamışlardı. O zamana kadar çirkin sayılan ve edebiyata konu olması düşünelemeyen vahşi tabiat artık güzel sayılmağa başlamış,

Benzer Belgeler