• Sonuç bulunamadı

TÜRKİYE’NİN TAM ÜYELİK BAŞVURUSU SOĞUK SAVAŞ

DURUMU (1987-2004)

A- TAM ÜYELİK BAŞVURUSU

Dünyada hızlı bir değişim başlamışken AB-Türkiye ilişkileri geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde yoğunluk kazanmıştır. Bütün bu gelişmelere karşın Fransa- Türkiye ilişkileri değişmeyenler arasındadır diyebiliriz. Türkiye’ye karşı tutumların Fransa kamu oyunun bu kadar rahat sergilenmesi, yine soğuk savaşın sona ermesiyle açıklanabilir. Sadece Türkiye’nin Fransa’nın iç politikasında çok daha fazla tartışılmaya başlandığı bir dönemdir. Bunun nedeni soğuk savaşın sona ermesiyle Türkiye’nin durumu güvenlik kaygılarından uzak daha rahat tartışılır hale gelmesi açıklanabileceği gibi, bununla birlikte, Türkiye’nin 14 Nisan 1987 tarihinde tam üyeliği müracaatıyla başlayıp, 17 Aralık 2004 Türkiye’ye müzakere tarihi verilmesi süreciyle ilgilidir.

Kasım 1985 toplantısında Avrupa parlamentosu, Türkiye- AET karma parlamento komitesinin askıda tutulması kararını uzatırken, AET Komisyonunda Fransız eski dış işleri bakanı Claude Cheyson Türk muhatabına hitaben şunları söylemişti; “ Türkiye gerçekten demokrasiye geçmeden bir şey yapamayız. Belki küçük

bazı göstermelik adımlar atarız, ancak asıl canlanma 1988’den sonra düşünülmelidir. Hele tam üyelik başvurusuna filan kalkışmayın, zira sizin gibi büyük bir ülke, 12 Avrupa’nın içinde değildir. Siz Ortadoğu ülkesisiniz ve orada daha da büyük olursunuz...”105. Fransa’nın 1960’dan beri tek istikrarlı tavrı; Türkiye’yi Ortadoğu ülkesi olarak görmesidir.

Topluluğun tavrı bu kadar net olduğu halde dönemin başbakanı Turgut Özal, ani sayılabilecek kararla 14 Nisan 1987 tarihinde tam üyelik müracaatı yaptı. Beklendiği gibi bu müracaat Avrupa topluluğunda sıkıntı yaratmıştı. Esasen yanıt açıktı, müracaat

reddedilecekti. Ama buna diplomatik bir üslup ve Türkiye’ye kendilerinden tamamen koparmayacak bir cevap aranmıştı.

Başvuruya İngiltere Almanya dahil olumsuz bir tavır takınırlarken, sadece Fransa’dan olumlu işaret gelmiştir. AT komisyonunun Türkiye sorumlusu Fransa’nın eski dışişleri bakanı Claude Cheyson, Ermeni terörünün en üst düzeye ulaştığı dönemlerde, Ermenileri koruması nedeniyle Türk düşmanı olarak bilinen bir kişiydi. Üstelik, “Türkiye’nin üyeliği ne zaman mümkün olacağı sorusunun bir cevabı

olmadığını çünkü Türkiye’nin farklı kültürel yapısı yüzünden böyle bir şey için hazır olmadığını/olamayacağını...”106 belirtmişti. Aynı Claude Cheyson, Türkiye’nin başvurusunu canlandıran kişi oluvermişti. Bu Fransız politikacının bir planı vardı ve kendi ifade ettiği şekli ile amacı “ Türkiye ile AT arasındaki ilişkileri canlandırmak ve

yıllardır işlemeyen organları hareketlendirip, elverişli bir ortam oluşturmak” olarak belirtip ilk adımını “Türkiye’nin topluluktaki görüntüsü çok kötü. Yunanistan’la

ilişkileri rayına oturtmamız gerekir...” diyerek atmıştır.

Türkiye “1964 kararnamesi olarak bilinen, eskiden Türkiye’de oturan Yunan vatandaşlarının mal, para ve mülklerinin dışarı çıkarılmasını kısıtlayan yasayı iptal edecek, buna karşılık Yunanistan, Türkiye’nin AT ile uyum anlaşmasını tanıyacaktı”. Türkiye kararnameyi iptal etti107.

Böylece Türkiye Avrupa Topluluğuna üye olabilmek için o güne kadar anlaşmalarda ve protokollerde olmayan tavizler vermeye başlamıştır. Karşılığında ise zaten varolan anlaşmanın Yunanistan tarafından tanıması gibi sembolik bir onay almıştır.

Bu adımla Fransa, Avrupa Birliği ülkeleri ve Yunanistan görmüştü ki; Türkiye’de olmazlar, AB için olabilmektedir. Fransız diplomatın gerçek amacı; Türkiye’nin tam üyelik başvurusu ile birlikte ilişkileri canlı tutarak Türkiye’den ödünler sağlamak olduğu görülmüştür. Çok geçmeden Kıbrıs ve Ege sorunları da bu kapsamda pazarlık konusu olacaktır ve kürt sorunu, ermeni sorunu derken isteklerin sonu gelmeyecektir.

106

Hürriyet, 28 Mayıs 1988.

Bu arada da Türkiye’nin ekonomik verileri toplanıyor, Türkiye’ye verilecek cevap hazırlanıyordu. Claude Cheson’nun “Üyelik kolay değil...”108 açıklamaları geliyordu. Özal Başbakanlığındaki Türk hükümeti Avrupa ile ilişkilerin artmasından memnun olmuş, “uyumlu” tutumuna karşılık önemli ihaleleri Fransa’ya verilmiştir. Örneğin ilk Türk uydusu “Turksat” bunlardan biridir.

Seksenli yılların sonlarına doğru Fransa’nın Türkiye üzerinde aktif siyaseti devam ediyordu. 1988’de Türkiye’yi ziyaret eden Fransa’nın eski başbakanı Raymond Barre Başbakan Turgut Özal’a ilginç bir öneride bulunmuştu; “Tam üyelik başvurunuza

bu aşamada topluluk olumlu yanıt veremez. Gerçekçi olun ve anlaşmalarımızın zaten içinde bulunan gümrük birliğini işletin. Gümrük birliğinin tamamlamış bir ülkeyi kimse dışarıda bırakamaz. Tam üyelik kaçınılmazlaşır. Üstelik Gümrük birliğini yunanlılar da veto edemez. Çünkü bu anlaşmamızın bir parçasıdır ve anlaşmada (Katma protokol) zaten tüm üye ülkelerin meclislerinden geçmiştir...”109.

Fransa “eski” politikacılarını kullanarak, Türkiye’ye yol gösterici rolünü oynuyordu. Böylece kendisini bağlayıcı sözler vermemiş oluyordu. Üstelik bir şey verdiği de yoktu, 1973’de yürürlüğe giren katma protokolde 22 yılın sonunda gümrük birliğinin hedeflendiği zaten yazılmıştı. Fransa eski başbakanı aracılığı ile tarihte defalarca tekrar ettiği gibi bu “olumlu” tutumunun ardında, hem kendi menfaatleri vardı, hem de Yunan ve Rum yalısı tutumunu devam ettiriyordu. Kendisi Türkiye’den ihaleleri alırken, Türkiye’nin tanımadığı Kıbrıs Rum kesiminin AB’ye tam üyeliğine itirazını engellemişti. Nitekim 1995’de başbakan Tansu Çiller ve yardımcısı Murat Karayalçın kendilerinin zafer kazanmış sanırlarken, Kıbrıs Rum kesiminin tam üyeliğinin yolunu açmış, Yunanistan’a ise, Türkiye’nin gümrük birliğinden doğabilecek kayıplarını karşılayabilmesi için 750 milyon Ecu’lük denge kredisi verilmişti. Bu tür dengesizlikler tarih boyunca her dönem görülmekle birlikte, hiç olmazsa diplomatik bir üslupla ve kapalı olmasına gayret edilmiştir. Ancak Soğuk savaşın sonunda bütün dengeler bozulmasıyla birlikte, dengesizlikler artık açıkça yapılmaktadır.

Türkiye’nin tam üyelik başvurusuna gecikmeli yanıt At komisyonunun 18 Aralık 1989 tarihli raporu ile gelmişti. Yayınlanan resmi raporda; topluluk

108

Birand, a.g.e., s.347.

standartlarının çok uzağında görünen Türkiye, politik açıdan da kötü durumda görülmüştü. Türkiye’nin siyasal, toplumsal ve hukuksal sisteminde demokrasi adına yapması gereken pek çok eksiği ve yanlışı olduğu vurgulanmıştı. Ayrıca kendi üyesi olan Yunanistan’la anlaşmazlıklar ve Kıbrıs konusunda bir siyasi çözüm bulunamaması gibi konulara da özellikle dikkat çekilmişti. Bütün bunların yanın da diplomatik bir dille komisyon, Türkiye ile Topluluk arasında ilişkilerin güçlendirilmesinin arzu edildiği, topluluğa üyelik açısından da “ehil” olduğu, Türkiye’ye siyasal ve ekonomik yapısının modernleştirilmesi için yardımcı olunması gerektiği belirtilmişti110.

Komisyonun basına yansıyan çalışma notunda ise net bir tavır vardır. Buna göre; “Türkiye’nin tam üyeliği, ne şimdi, ne de görülebilir bir gelecekte Avrupa’nın

menfaatine olmayacaktır...”111. Bu net tavrın dayandığı faktörler şöyle sıralanmıştı; -Türkiye AT’na kurumsal, siyasal ve ekonomik açılardan büyük yük getirecektir.

-Avrupa’nın hem iç pazarı, hem de siyasal birliği oluşturmasına yönelik çabalarına, bu üyelik, tamamen engel olmasa bile işleri büyük oranda güçleştirecektir.

-Topluluğun kara alma mekanizmasını karmaşık hale getirecek ve karar alma sürecini ciddi biçimde yavaşlatacaktır.

-Türkiye ihmal edilemeyecek oranda geniş bir araziye ve büyük bir nüfusa, bu nüfus da büyük bir artış oranına sahiptir.

-Din, tarih, kültür, siyasi, kültürel ve idari gelenek farklılıkları pek çok alanda topluluğu tıkayacaktır.

Son ikisi, öncekileri büyüten asıl faktörlerdir. Çünkü Türkiye mevcut nüfus dikkate alındığında dahi Avrupa’nın en yüksek nüfusa sahip ülkelerinden biri olarak, AT kurumlarının yapısına göre, yüksek bir oy oranına sahip olacaktır112. Bu kadar önemli olan iki faktöre dikkat edilirse, bunlar milletin tanımında yer alan unsurlardır. “...Hala Türk siyasal hayatını belirleyen geleneksel milliyetçi tavırlarıyla, atılacak her

adımda düşünecekleri tek şey ulusal çıkarları savunmak olacaktır...”113. Avrupa’nın büyük korkusu budur. Türkiye’nin beklenen bu tavır, Fransa’nın sürekli yaptığından

110 Şaban H.Çalış, Türkiye- Avrupa Birliği İlişkileri, Nobel yay., Ankara, 2001, s. 239. 111 A.g.e., s. 238.

112

Elif Uçkun Dağdeviren, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile Türkiye’nin Avrupa Birliğinin Bütünleşme

ve Genişleme Dinamikleri yönüyle değerlendirilmesi, İKV yay., İstanbul, 1998, s.177.

farklı bir şey değildir. AB, Fransa’nın, her dönem gösterdiği ulusal tavrı ve “ulus devlet” niteliğini Türkiye’de görmek istememektedir.

Siyasal anlamda küreselleşmenin en önemli etkisi, bağımsız nitelikli ulus devletlerin güvenliklerinin tehdit edilmesidir114.

B- SOĞUK

SAVAŞIN

SONU,

AB

SÜRECİNDE

TÜRKİYE -FRANSIZ İLİŞKİLERİNE ETKİSİ

2. Dünya savaşından sonra Avrupa da birlik çabalarının nedenlerinden birinin Sovyetler birliğinin ve rejiminin Avrupa’ya yayılma riski olduğunu, bunu engellemek için, Avrupa’da bir denge unsuru olarak bir ekonomik güç ve birlik yaratılması gerekliliği olduğunu ve bunların ABD tarafından teşvik edildiği önceki bölümlerde belirtilmişti.

Sovyetler birliği dağılınca, en azından ABD için, Avrupa Birliğinin var oluş nedenlerinden birisinin ortadan kalktığı düşünülebilir. Sovyetler birliğinin dağılması aynı zamanda AB’nin de galibiyeti anlamına gelmektedir. Ancak Avrupa için tehdit sayılan güç ortadan kalkınca birleştirici unsurlardan birisi zayıfladığı, yerine yeni bir tehdit olmadığı durumda zaman geçtikçe çözülmeler görülebileceği söylenebilir.

Aynı bakış açısıyla Türkiye’nin NATO’da ve Avrupa teşkilatlarında yer almasının batı ülkeleri için önemi kalmamıştır. Ancak ABD’nin AB’nin geleceği için neler planladığı ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, ABD’nin yeni dünya düzeninde (Büyük Ortadoğu Projesi gibi) Türkiye’ye yeni roller tasarladığı son dönemde görülmektedir.

Soğuk savaşın sona ermesi AB’nin de genişleme hızını artırmıştır. Berlin duvarının yıkılmasıyla doğu ve batı Almanya’nın birleşmesi AB’nin profilini de hızla değiştirmeye başlamıştır.

9 Kasım1989’de Berlin duvarı yıkıldı. Doğu Almanya ve Batı Almanya ile birleşme kararı almasıyla AT kendi içine yöneldi. 1991 ise dünyada çok şeyin değiştiği

114

bir yıldı. Maastricht zirvesinin ardından AT değişmiş, Avrupa Birliği (AB) olmuştu. AB ile Türkiye’nin ilişkileri her iki tarafın gündeminde de yoktu.

Doğu bloku çökmüş, Sovyet egemenliğinden kopan Doğu Avrupa ülkeleri hızla batı Avrupa’ya yöneliyorlar. Avrupa’da doğu batı kavramı kalkıyordu. Sovyetlerden kopan orta Asya Türk cumhuriyetleri ise ne yapacaklarını bilemez durumdaydılar. Fakat çok geçmeden ABD onlara öğretecektir.

Irak Kuveyt’i işgal etmiş, I. Körfez savaşı çıkmıştı. Dünya’nın artık tek kutupluydu ve o da ABD idi. Gündem de Türk ABD ilişkileri vardı. Cumhurbaşkanı Özal’ın Irak’ta ABD’nin yanında hatta onunla beraber hareket etme eğilimleri görülmüştür.

Türkiye’de özellikle 1991 körfez savaşından sonra PKK terörü hızla tırmanışa geçmişti. Türk kamuoyunda, Fransa Cumhurbaşkanı Mitterande’in eşi bayan Mitterande’in PKK kamplarını ziyaret ederek, verdiği sıcak mesajlar nedeniyle Fransa’ya karşı bir infial olmuştu. Halbuki, Almanya, İtalya ve Yunanistan’ın askeri yardım da dahil olmak üzere verdikleri destek dikkate alındığında Fransa en geride kalır. Kaldı ki, Fransa NATO’nun askeri kanadında yoktur. Bu ülkeler Avrupa Birliğine üye ülkeler aynı zamanda Türkiye’ye NATO içinde müttefik ülkelerdir. Bu konu ayrı bir araştırma konusu olmakla birlikte, Fransa’nın tarih boyunca Kürtlerden çok Ermenilere yakın durduğu tespitini yapabiliriz. Fransızların Ermenilere bu yakınlığının nedeni geçmişte, onları katolikleştirerek hamileri olmak istemeleri, günümüzde ise yaygın ermeni propogandasıdır.

1993 yılına gelindiğinde hiçbir şey eskisi gibi değildi. Ancak değişim durmamış yeni başlamıştı. Yeni dönemde AB hızlı bir genişleme sürecine girerken, Türkiye’ye sadece gümrük birliğine dahil olabileceği ifade edilmişti.

Son 15 yılın hızlı değişimleri, İkinci dünya savaşından sonra kurulan, soğuk savaşla devam eden ve Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla bozulan hassas dengenin yeniden kurulması, istikrarın sağlanması ve yeni dünya düzeninin tesis edilmesi çalışmalarının sonucudur. Doğal olarak Dünyanın güç merkezleri de, kurulacak yeni dünya düzeninde paylarını alma çabası olacaktır. Bu çabada en hızlı ve en aktif tutum ABD’den gelmektedir. Fransa ise bu değişim dönemini AB’nin genişleme sürecinde

oynadığı rolle yetinmek durumunda kalmıştır. Hatta bu rolün Türkiye ile sınırlı olduğunu da söylemek mümkündür.

Fransa gerek dünyada gerekse Avrupa’da gittikçe kaybolan ağırlığını Türkiye’ye karşı tutumuyla varlığını hissettirmeye çalışmaktadır. Türkiye’nin AB’ye üyeliğine karşı söylemlerin, hem Fransa kamuoyunda, hem de AB içinde pirim yaptığı dikkate alındığında, Fransız siyasetçilerin tutumları anlaşılır hale gelmektedir. Bu sayede Türkiye’den koparılan tavizlerde artı değer olarak hanelerine yazılmaktadır.

Fransızlar çağ değiştirmiş, ancak daima istemelerine rağmen hiçbir zaman değiştirdikleri kendi çağlarının lider devleti olamamışlardır. Fransa’nın ABD’ye rağmen bunu gerçekleştirmesinin zor olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bunun bilincinde olan Fransızlar, iki dünya savaşının yaşandığı kıtanın külleri arasından doğan ve artık ortak hareket eden bir Avrupa entegrasyonuyla süper güç olmak istemiştir. AB’yi kendi çocukları gibi görmüş ve onun her türlü ‘eğitimini’ üstlenmiş, hatta İngiltere gibi bir ülkeyi dahi iki kez geri çevirmiştir.

Fransızlar; birliğin her fırsatta tam bağımsızlığını savunmuşlar ve dışarıdan müdahalelere en yetkili ağızlardan en sert cevabı vermeyi ihmal etmemişlerdir. “ABD,

yakın müttefiklerinin Pan-Avrupa bloğuna girmesini destekliyor...” açıklamaları, Haziran 2004 sonunda İstanbul da yapılan NATO zirvesinde ABD başkanı George W. Bush, AB'yi Türkiye'ye üyelik müzakerelerinin başlaması için bir tarih vermesi gerektiğini söylemesine Fransız cumhurbaşkanı Jacques Chirac, ABD’nin AB’nin iç meselelerine karışmaktan sakınması gerektiği cevabını vermekle bu rahatsızlığını bir defa daha göstermiştir115.

Fransa ve Türkiye’nin ilişkilerini belirleyen sadece bu iki devletin bağımsız kararları da değildir. Soğuk savaş döneminde ABD ve Sovyetler Birliğinin, soğuk savaş sonrası tek kutuplu dünyada ABD’nin, ilişkilere önemli etkisi vardır.

Soğuk savaş dönemi boyunca büyük ekonomik külfetlere rağmen Avrupa’nın güvenliğini önemli oranda ABD sağlamıştır. Hem bu ekonomik yükü hafifletmek isteyen hem de Avrupa’nın güvenliği üzerindeki etkisini korumak isteyen ABD için, Türkiye’nin Birliğe üyeliği önemli bir husustur. NATO içindeki ikinci büyük orduya sahip bir Türkiye, Avrupa güvenliği konusunda ABD’ye büyük katkı sağlamaktadır.

Türkiye AB’ye üye olduğu takdirde, ABD, AB savunma sistemi üzerindeki nüfuzu artarak devam edecektir.

Bazı çevrelerce bir komplo teorisi gibi görülse de, AB içinde Türkiye’nin ABD’nin “truva atı” olacağı düşüncesi, her fırsatta Birliğin tam bağımsızlığını savunan Fransa açısından dikkate alınması gereken bir husustur. Fransa’nın kaygılarını daha iyi anlayabilmek için ABD’nin Türkiye’ye verdiği desteğin nedenlerini sorgulamamız yerinde olacaktır.

ABD’nin Türkiye’nin AB’ye girmesi için verdiği destek; kayıtsız şartsız, mutlak ve karşılıksız değildir. Zaten ABD’nin müttefiki olan Türkiye’nin AB’ye girmesi ABD’ ye pratik bir fayda sağlamayacaktır. Sadece Türkiye’nin batı bloğunda kalması sağlanmış olacaktır. Halbuki sürecin uzaması Fransa’nın olduğu gibi ABD’nin de yararınadır. Türkiye’nin AB’ye girme beklentisi içinde olması, buna yönelik desteklenme ihtiyacının olması ve bu ihtiyacın devam etmesi, ekonomik, siyasi, askeri başta olmak üzere her alanda istedikleri tavizi kolayca alabilmek için ellerinde koz olarak kalacaktır.

ABD ile birlikte Almanya’nın, başlangıçtan itibaren Türkiye’nin üyeliğine nispeten sınırlı da olsa destek vermesi, Fransa’yı her zaman rahatsız etmiştir. Almanya’nın Türkiye’ye verdiği destek, soğuk savaş yıllarının Sovyetler birliği tehlikesine karşı Türkiye’nin çok önemli bir savunma kanadı olması ve Almanya’nın Fransa’ya göre ABD’ye ve Türkiye’ye daha fazla ihtiyacı olmasıyla yakından ilgilidir. Yoksa bu destek ne geçmişte ne de bugün kalıcı ve içten bir destek değildir. Fransa’nın Sovyet tehlikesinden daha uzak konumda olması nedeniyle, Türkiye ile ilgili konularda eli daha rahat olmuştur.

Bununla beraber önemli müttefik Türkiye ile AB’yi güneydoğudan ve bir diğer müttefik İngiltere ile de batıdan çevirmiş olan ABD, AB’nin kendisine rakip olabilecek şekilde genişlemesini, Ortadoğu ve Asya ile yakın ilişki kurmasını engelleyebilecektir. Ancak bu da pek güçlü bir fikir değildir. Türkiye kendisine atfedilen “medeniyetleri buluşturan köprü” sıfatını korumak istemektedir. Zaten Türkiye batı dünyası ile ilişkilerini sürdürürken aynı zamanda hem komşularıyla, hem de Asya’da Türk devletleriyle ilişkilerini geliştirmek yönünde adımlar atmaktadır.

“Türkiye’nin AB’ye üyeliği farklı kültürlerin uzlaşabileceğini Dünyaya gösterilmesi” tezini güçlendirecektir. Bu misyonu bir anlamda üstlenmiş olan Türkiye, İslam Konferansı Örgütü’nün sekreterliğini alarak bu ülkelerle de ilişkisini devam ettirdiğini göstermiştir. Bunun yanı sıra son zamanlarda Suriye ve İran ile olan yakın ilişkiler kurma isteği de ortadadır. Türkiye’nin bölgesinde bu çok yönlü ilişkileri, ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesinde” Türkiye’yi ılımlı İslam modeli olarak kullanma planına uygun ilişkilerdir. Ancak Türk Kamuoyunun büyük kısmı Türkiye’nin laik devlet yapısını erozyona uğratacağı kaygısıyla bu modele ihtiyatla yaklaşmaktadır...

11 Eylül saldırılarından sonra bir dizi harekâta girişen ABD’nin sadece teröristlere karşı harekat olmadığını artık herkes görmektedir. Ortadoğu’da yeniden büyük çaplı bir yapılanmaya gidileceği açıktır. En azından ABD’nin planlandığı kadarıyla, maksat ister İsrail’in güvenliği, ister enerji kaynaklarının ele geçirilmesi, isterse tek süper güç konumun pekiştirilmesi olsun, sebep ne olursa olsun, ABD’nin uzun süre daha bu coğrafyadan ayrılması, bölgeye ilgisiz kalması beklenmemektedir. Bu kaos ortamında tarihsel birikimi, köklü devlet yapısıyla Ortadoğu’da yeniden birleştirici güç olabilecek konumda olan, nüfusunun çoğunluğu Müslüman ve aynı zamanda laik tek devlet Türkiye’dir. Tam da bu noktada Türkiye’nin batıdan kopması ABD’nin olduğu kadar AB’nin de isteyeceği bir şey değildir. Böylesine büyük bir devletle tüm bağların koparılmasını hiçbir Avrupalı lider isteyemez. Nitekim Fransız kamuoyunun ve muhalefetin büyük bir kısmı, hatta Jacques Chrac’ın partisi Halk için birlik partisi (UMP), Türkiye’nin AB’ne tam üyeliğini açıkça reddetmelerine rağmen, Fransız Cumhurbaşkanı siyasi risk alarak Türkiye’nin dışlanmaması gerektiğini her fırsatta dile getirmektedir. Türkiye’nin tarihi profili, jeopolitik önemi, güçlü ordusu, genç nüfus potansiyeli ile kendi haline bırakılacak herhangi bir ülke olmadığı yönetim sorumluğu olan liderler tarafından görülmektedir.

Fakat Türkiye’nin her durumda ABD’nin safında olacağını iddia etmek güçtür. Irak’a asker göndermeye ilişkin teskerenin Türkiye Büyük millet meclisinden geçmemesi Türkiye’nin kayıtsız şartsız ABD’nin bütün isteklerinin yerine getirmeyebileceğini göstermiştir.

Dış politikada enerjisini büyük ölçüde AB’ye girmek için harcayan Türkiye, AB’ye tam üye olduğu takdirde, ABD’den en az diğer üye ülkeler kadar bağımsız

olarak, AB’den yana tavır alacağını söylemek mümkündür. Esasen Türk halkı, ABD gibi büyük bir devletle yakın ilişkide olmaktan ve ona mecbur olmaktan hoşnut değildir. Özellikle ABD’nin orta doğu politikasından rahatsızdır. Açıkça ifade edilmese de Türkiye’nin, AB’yi ABD’nin isteklerini dengelemek için de kullanmak istediği tespiti yapılabilir. Ancak AB’nin, özellikle Ortadoğu ve Kafkaslardaki son gelişmeler dikkate

Benzer Belgeler