• Sonuç bulunamadı

Yukarıda da değinildiği üzere, Türk Amerikan ilişkilerinde 1940’ların ikinci yarısına dek kayda değer bir hareketlilik yaşanmamışken, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından ilişkilerin hızla gelişip güçlenmesine sebep olan unsur, ortak bir düşman algılayışı olmuştur. Yayılmacılık eğilimi gösteren Sovyetlerin, her iki tarafın da hayati çıkarlarını farklı açılardan tehdit ediyor olması, doğal olarak iki tarafı da ortak düşmana karşı birbirine yakınlaştırmıştır.

Esasında bu yakınlaşma, Türk Dış Politikasının, ilk olarak Osmanlı’nın Gerileme Devriyle birlikte tanıştığı “denge politikası”nın yeni bir evresi niteliğindedir ve Türk diplomasi kültürü için yeni bir olgu değildir. Yeni olan şey, ilk kez Avrupa Kıtası dışından yeni bir ülke ile ve bu sefer çok uluslu somut bir askeri pakt çerçevesinde daha gelişmiş bir ittifaka gidilmiş olmasıdır. 19. Yüzyıldan itibaren artık sırf kendi gücüne dayanarak dışarıdan gelen tüm tehditlere karşı koyulamayacağını anlayan Osmanlı Yönetimi, dönemin güçler dengesi sistemi içerisindeki dengelere oynayarak ittifak sistemleri geliştirme arayışına girmiştir. 1791-1878 yılları arasında kendini hissettiren Rus tehdidine karşı İngiltere,1888-1918 yılları arasında Rus ve İngiliz tehdidinde karşı Almanya,

1920-1936 yılları arasında Batılılara karşı Sovyetler Birliği, 1920-1936-1945 yılları arasındaki İtalya tehdidinde karşı İngiltere denge unsuru olarak görülmüştür (ARMAOĞLU, 1999, s.43-44). 1945-1990 yılları arasındaki Soğuk savaş süresince de yoğun olarak hissedilen Sovyet tehdidi karşısında ise ABD ve onun başını çektiği NATO gibi kollektif güvenlik sistemleri, yeni dayanak noktası olarak görülmüştür.

Buradan hareketle denilebilir ki, Türk-Amerikan yakınlaşmasına yol açan ve hatta Türkiye’yi elinden geldiğince dış politikasında ABD ile paralel bir yol izlemeye iten temel faktör dışsaldır. Başka bir deyişle, Türk-Amerikan ilişkileri, itici gücünü kendi iç dinamiklerinden alarak doğal gelişim süreci içerisinde yavaş yavaş gelişip olgunlaşmamış;

birdenbire beliriveren ortak bir dış tehdit algılaması üzerine refleksif olarak ortaya çıkmış bir ilişkidir. İki ülke coğrafyası arasındaki fiziki farklılıklar ve uzaklığın yanı sıra; o dönemdeki siyasi, askeri, ekonomik güçleri bakımından da "Süper Güç" ABD ile dönemin Türkiye’si arasında büyük bir uçurum vardır. Bu şartlar altında olağanüstü bir dış faktör olmadıkça iki taraf arasındaki ilişkinin, 1945 yılına kadar süregelen rutin seyrinin tersine çevrilerek birden bire gelişmesini beklemek imkansızdır. Dolayısıyla Türk-Amerikan ilişkilerini, dönemin olağanüstü konjonktüründen ve Soğuk savaş’ın meşhur kutuplar arası dengelerinden ve çekişmelerinden soyutlayıp; salt iki devlet arasındaki özel ilişkiler olarak düşünmek de doğru olmaz. Tabir yerindeyse, bu kesinlikle bir “yıldırım aşkı” değil, aniden değişen küresel güç dengeleri içerisinde mecburiyetten girilen savunma ve güvenlik amaçlı ittifak ve işbirliği bağlanmasıdır ve temelinde çakışan çıkar algılamaları yatmaktadır.

131. Türk-Amerikan “İttifak İlişkisi”nin Dayandığı Teorik Temeller:

Türkiye ve ABD, güçleri simetrik olmayan ve aralarında coğrafi açıdan muazzam bir mesafe bulunan, farklı siyasal kültür ve tarihsel arka plana sahip iki ülkedir. Neredeyse hiçbir ortak paydası olmayan bu iki ülke arasında, dışsal bir etkenin zorlamasıyla da olsa, Türkiye’nin NATO’ya üye olduğu 1952 yılından itibaren hukuken ve fiilen bir “ittifak”

bağı oluşmuş ve ilişkiler “müttefiklik” düzeyine ulaşmıştır. Daha sonra, Soğuk Savaş’ın sonuna kadarki yaklaşık 40 yıllık dönem boyunca ve günümüzde bile hala Türk-Amerikan ilişkilerini tanımlamak için kullanılan başlıca terim “ittifak” yada “müttefik” olmuştur.

En geniş tanımıyla ittifak; “En az iki devletin kendi sınırlı öz kaynakları ve kapasiteleriyle savuşturamayacaklarını düşündükleri “ortak tehdit” algılamalarının ya da yine sınırlı kaynaklarıyla ulaşamayacaklarını veya istedikleri ölçüde faydalanamayacaklarını düşündükleri “ortak çıkar” algılamalarının söz konusu olduğu durumlarda; bu devletlerin hedeflerine ulaşabilmek, bunu yapmanın maliyetini azaltmak, süresini kısaltmak, girişimlerine meşruluk kazandırmak ya da elde edebilecekleri kazanımları artırmak amacıyla belli ölçülerde birleştirdikleri güçlerini, belirlenen ortak hedeflere yönlendirmeleri”dir.

Türk-Amerikan ittifakını ortaya çıkaran ve yaşanan tüm krizlere rağmen ilişkilere süreklilik kazandıran temel unsur “ortak tehdit algılamaları” olmuştur. İlişkiler, tüm Soğuk savaş boyunca; hatta bugün bile hala siyasi, askeri-güvenlik ilişkileri temelinde süregelmektedir. İki ülke arasındaki işbirliği sadece askeri alanlar için düşünülmekte, ilişkilerin sosyal, kültürel, ticari ve ekonomik boyutu ise -stratejik güvenlik hesaplamalarını etkilemediği sürece- önemsenmemekte veya bilhassa ABD tarafından ihmal edilmektedir. Soğuk Savaş’ın başlarında siyasi-askeri ilişkilerin acil olarak geliştirilmesini gerektiren ortak tehdit algılayışı gibi bir gerekçe belirmişken, sosyal ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi için lokomotif görevi görecek böylesine güçlü bir gerekçe oluşmamıştır. Dolayısıyla sosyal ve ekonomik ilişkiler, başından beri kendi doğal gelişim sürecine terk edildiği için, askeri-siyasi ilişkilerin geldiği düzeyin çok çok gerisinde kalmıştır. Ekonomik ilişkiler, ticaret ilişkisinden çok tek taraflı bir ekonomik yardım ilişkisi olarak kalmış; bu ekonomik yardımların bile altında, yaşanacak büyük bir ekonomik krizin Türkiye’nin komünist ekonomik sisteme kaymasına yol açabileceği gibi siyasi-stratejik endişeler yer almıştır.

Dolayısıyla Türkiye’de “ittifak” kavramı, uzun yıllar sadece ortak dış tehdit karşısında

“güvenlik” kaygısıyla girişilen “askeri işbirliği”ni kapsayan klasik dar tanımıyla düşünülmüştür. Ancak Soğuk Savaşın sona ermesiyle birliktedir ki ABD ile olan ittifakın diğer boyutlarının da olması gerektiği hatırlanmaya başlanacak ve Türk-Amerikan ilişkilerinin bu doğrultuda yeniden tanılanması gerekecektir.

Teoride, devletleri ittifak kurmaya iten unsurların başında ortak bir dış tehdit algılaması gelmektedir. Nispeten küçük devletler, kendi olanaklarıyla karşı koyamayacakları büyük bir dış tehdide karşı daha güçlü devletin ittifak ve desteğini elde etmeye çalışırlarken; zayıf bir devletle ittifak kuran güçlü devlet de, bu yolla nüfuzunu stratejik yerlere doğru yaymayı ve temel düşmanının başka devletlerin kaynaklarına sahip olmasını engellemeyi amaçlamaktadır (USLU, 2000c, s.204). Türk-Amerikan yakınlaşması da işte bu teoriyi mükemmel bir şekilde doğrulayarak gerçekleşmiştir.

Türkiye’nin, özellikle Soğuk Savaş döneminde “müttefik” terimine yüklediği anlam ve dolayısıyla bu ilişkiden beklentileri, terimin Uluslararası İlişkiler disiplininin terminolojisindeki tanımlamalarının çok üzerinde ve onlardan daha kapsamlı olmuştur.

Kolektif savunma paktı olan NATO, adeta sadece ABD ve Türkiye arasındaki ikili bir askeri pakt gibi görülmüş ve Türkiye-NATO ilişkileri, Türk-Amerikan ilişkileriyle bir tutulmaya başlanmıştır.

Türkiye, her ne kadar NATO içinde en doğu uçtaki cephe ülkesi olsa da veya asker sayısı bakımından ABD’den sonra ikinci sırada gelse de, ABD için NATO’nun onlarca müttefikinden biridir. ABD nasıl ki NATO’nun her bakımdan en güçlü ve etkili müttefiki ise; Türkiye de en stratejik müttefikidir. Soğuk Savaş şartlarında çok önemli bir jeostratejik konuma sahip olan Türkiye’nin, ABD için her zaman çok önemli olduğunu yadırgayamayız. Ancak komşusu Sovyetlerden algıladığı tehdit yüzünden Türkiye için de NATO ve ABD vazgeçilmezdir. Dolayısıyla her iki taraf da ilişkilerde yaşanan onca krize rağmen son noktada köprüleri tamamen atmaya cesaret edememiştir. Bununla birlikte ABD, Türkiye’den tamamen vazgeçemediği gibi, onun da kendisinden vazgeçemeyeceğinin farkında olduğu için; zaman zaman Türkiye’nin bazı isteklerini görmezden gelebilmiş ve hatta onu kendi istediği çizgiden saptığı zaman cezalandırmakta sakınca görmemiştir. Başka bir deyişle, Türkiye’nin bu dönemde müttefiki ABD’nin dış politikasını kendisi için hayati önem arz eden konularda bile her zaman etkileyebilme şansı olmamışken, ABD ise Türk dış politikasını etkilemiş veya etkilemek için çaba sarf etmekten çekinmemiştir. Bunu yaparken de genellikle siyasi ve ekonomik etki araçlarını sıklıkla kullanmıştır. Örneğin Johnson Mektubu ve Kıbrıs konusunda ABD’nin Türkiye’ye olan diğer baskıları Türkiye’yi uzun süre Kıbrıs’a askeri müdahaleye girişmekten alıkoymuş; ama sonuçta bunu 1974’te her şeye rağmen gerçekleştirmesine de

engel olamamıştır. Ancak Türkiye’yi bu davranışından ötürü askeri ambargoyla cezalandırmaktan da çekinmemiştir.

Büyük devleti, küçük ortağına karşı güçlü kılan bir husus da, ortak tehdit algılamasına rağmen, tehdit anında büyük devletlerin, müttefiki zayıf devletin yardımına gidip gitmemede, yardımı geç ulaştırmada, yardım karşılığında önemli tavizler istemede ve hatta gerekli gördüklerinde düşman güçle zayıf müttefiki aleyhine işbirliği yapmada kendilerini serbest hissetmeleri gerçeğidir (USLU, 2000c, s.204-205). Bunun pratikteki örneklerinden en meşhurları ise, yukarıda da ayrıntılı olarak incelediğimiz gibi, 1964 yılında ABD Başkanı Johnson’ın Kıbrıs sorunundan dolayı Sovyetlerin saldırısına uğraması durumunda ABD’nin Türkiye’ye “yardım etmeyebileceğini” ilan etmesi ve 1962 yılındaki Küba füze krizini de Sovyetlere Türkiye üzerinden taviz vererek çözmesidir.

Güçleri simetrik olmayan iki ülke arasındaki ittifak ilişkilerinin işleyiş mekanizmasını açıklayan bu teorik kuralın Türk devlet adamlarınca da bilinmesine rağmen Türkiye, ABD ile olan ittifak ilişkisinde, Osmanlı’dan bu yana alışmış olduğu haysiyetli ve etik siyasi-diplomatik kültürüne yakışır bir şekilde pacta sund servanda ilkesine tam bir bağlılık içinde olmaya özen göstermiştir. 1950’ler boyunca Türkiye, tüm üçüncü dünya ülkeleri, Müslüman ülkeler ve bağlantısızları kendisine küstürmek ve blok çıkarı uğruna ferdi çıkarlarını hiçe saymak pahasına kendi dış politikasını ABD’ninkiyle uyumlulaştırmaya çalışarak, müttefik olmanın tüm gereklerini yerine getirmek için elinden geleni yapmıştır. Bu tutumunun karşılığını ise Küba füze krizi sırasında ve 1964’te Johnson mektubu ile alan Türkiye; böylelikle ciddi düzeyde ilk defa ve apar topar ilişki içine girdiği ABD’nin politik kültürünün iç yüzünü yavaş yavaş tanımaya ve tecrübe edinmeye başlamıştır. Müttefikinin ne derece güvenilir olduğunu geç de olsa test etmesinin ardındandır ki Türkiye, dış politikada seçeneklerini çeşitlendirme gereği duyarak, üçüncü dünya ülkeleri ve hatta Sovyetler ve Doğu Bloğu ülkeleriyle ilişkilerini tamir etmeye çalışacaktır.

Bir ittifak ilişkisinin doğası gereği, iki müttefik ülkeden birinin hayati çıkarının söz konusu olduğu bir durumda, diğer müttefikin çıkarları bundan ciddi düzeyde etkilenmeyecekse, ona destek olması veya en azından tarafsız kalması gerekir. Ancak

Kıbrıs sorunu yüzünden ABD, tarafsız kalmak bir yana, 1964’te Johnson Mektubu ile Türkiye’nin 10 yıl boyunca adadaki Rumların Türkleri katledişine ve aleyhine işleyen tüm siyasi gelişmelere seyirci kalmasını sağlamış; Barış harekatından sonra da ambargo ile cezalandırmıştır. Böylece Kıbrıs gibi kendi hayati çıkarlarını ilgilendirmeyen bir konuda, destek olmak veya tarafsız kalmak bir yana, sürekli müttefiki Türkiye’nin aleyhine hasımane bir politika dahi izleyebilmiştir.

Teoriye göre bir devlet, kendinden büyük bir devletle ittifak kurma ihtiyacı duyması halinde, genellikle coğrafi olarak kendisinden uzak olan bir devleti tercih etmektedir.

Çünkü farklı bir coğrafyanın devletinin, kendisine sağlayacağı güvenlik garantisi karşılığında ondan isteyecek fazla bir şeyi olmayacaktır. Örneğin bu dönemde kuzey sınırındaki komşusu Sovyetler, Türkiye’nin kendisiyle dost olabilmesinin bedeli olarak Boğazlar üzerinde taviz, Doğu Anadolu’dan toprak ve sosyalist ideolojiye açık olunmasını peşin peşin talep etmişken; ABD’nin bu denli somut ve kritik taleplerde bulunmayacağı hesap edilmiştir (USLU, 2000c, s.205).

Bununla birlikte, uzak ülkeyle yapılacak ittifakın daha az güvenilir olacağı da bir gerçektir. Çünkü, süper güç de olsa, farklı bir coğrafyada farklı önceliklere sahip olan güçlü müttefik; özellikle küresel güç dengelerini ve kendi çıkarlarını fazla etkilemeyen;

ancak küçük ortağı için çok önemli olan bir durum söz konusu olduğunda küçük ortağına beklenen desteği vermekte isteksiz davranacak; hatta harekete geçmemek için aralarındaki ittifak anlaşmasının hukuki metinlerini daha bir titizlikle irdeleyerek, harekete geçmesini gerektirecek bir “casus feoderis”in hala oluşmadığına dair binbir çeşit gerekçe üretebilecektir. Hatta daha da ileri giderek, küçük ortağına yeni statükoyu kabullenmesi ve asla tek başına bir maceraya atılmaması için baskı yapabilecektir.

Gerçekten de Müttefik Amerika, Johnson Mektubu ile Türkiye’nin elini Kıbrıs konusunda tam 10 yıl bağlamış; hatta Kıbrıs Harekatının ardından da bu asi hareketi dolayısıyla ambargo ile cezalandırmaktan geri kalmamıştır.

Yine coğrafi uzaklığın diğer bir sakıncalı yanı da, ani bir saldırı anında, uzak olan müttefikin yardıma gelmesinin daha zayıf bir olasılık olduğudur. Hatta gelse bile o gelinceye kadar küçük müttefik öldürücü darbeyi yemiş olabilir (USLU, 2000c, s.206). 9 Ekim 1957’de Sovyet Lideri Kruşçev’in, bloklar arası düzeye tırmanan Türkiye-Suriye

gerginliği konusunda New York Times gazetesine verdiği demeç, bu gerçeği çok güzel özetlemektedir: “Türkiye çok zayıftır. Savaş halinde bir gün bile dayanamaz. Savaş patlarsa biz Türkiye’ye yakını;, fakat siz Amerikalılar uzaksınız. Toplar ateşe başlayınca roketler de uçmaya başlayabilir. Ve o zaman bu hususta düşünmek için dahi geç kalınmış olur.”(TELLAL, 2001, s.515)

Coğrafi uzaklıktan kaynaklanan bu olumsuzlukları gidermek için küçük ortak, müttefiki olan büyük devletin ülke topraklarında üs, asker ve silah bulundurmasına izin verebilir. Ancak bu durumda da, bu üslerin nasıl ve hangi amaçlarla kullandırılacağına dair uygulamada müttefik ülke ile birçok hukuki yetki sorunu oluşur ve ilişkileri sürekli olumsuz yönde etkiler. Ayrıca bu üslerin kurulmasına ve kullanılmasına izin verilmesi, düşman ülkenin tepkisin daha çok çekilmesine yol açacağı için, güvenliği mi yoksa riski mi artıracağı tartışma konusudur. Nitekim, Küba füze krizinden her iki Körfez krizine kadar bir çok kez Türkiye’deki Amerikan üslerinin Türkiye’nin güvenliğine etkileri bu bağlamda sık sık tartışılmıştır.

Küçük ülke, algıladığı dış tehdidin boyutu arttıkça daha fazla müttefik üs, asker ve silahlarını topraklarında görmek isteyecektir. Sovyet tehdidinin yoğun olarak hissedildiği yıllarda ABD’ye çoğu gizli anlaşmalarla birçok yeni üs imtiyazları verilirken ve Küba füze krizi sonrasında ABD’nin Türkiye’deki Jüpiter füzelerini çekmesine tepki gösterilirken; birkaç yıl sonra bu imtiyazların daraltılmasına ve hatta tamamen geri alınmasına çalışılmasını, ancak Türk-Sovyet ilişkilerinde yaşanan yumuşama ile açıklayabiliriz. Büyük ülke ise, üs kuracağı yerleri seçerken, müttefik ülke coğrafyalarının jeostratejik önemleri çerçevesinde kendisine sunabilecekleri pratik hareket kabiliyetine bakacaktır. Günümüzde Romanya, Macaristan ve Gürcistan gibi ülkelerin her fırsatta daha ileri bir işbirliği çerçevesinde ABD ve NATO askeri güçlerine ülkelerini açma isteklerini dile getirmelerine rağmen; ABD’nin gözü hep öncelikli ilgi alanına giren Orta Doğu’ya yakınlığı sebebiyle Türkiye’de olmuştur. Ancak bu sefer de tezkere olayında görüldüğü üzere Türkiye, ne eskiden Sovyetlerden olduğu gibi bir dış tehdit, ne de önemli bir çıkar algılamadığı için topraklarını ABD’ye kullandırmaya eskisi kadar istekli değildir. Halbuki Küba füze krizinin yaşandığı 1962 Ekiminin en kritik günlerinde, üstlenilen riskin boyutunu bilmelerine rağmen, bizzat Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel ve Başbakan İsmet İnönü’nün ağzından Türkiye’nin “dostu ve müttefiki ABD’yi

sonuna kadar desteklediği” açıklanarak, adeta bir bağlılık ve dayanışma şovu yapılmıştır (ERHAN, 2001b, s.683).

Gücü ve büyüklüğü dikkat çekici şekilde farklı olan devletlerin kurdukları ittifakta sorunlarla karşılaşmaları, gelişmeleri farklı farklı algılamaları ve uluslararası alanda ulaşmaya çalıştıkları amaçlarının farklı olması doğal kabul edilmektedir. Bu durumlarda küçük devletin, müttefik büyük devletten ne derece bağımsız bir dış politika belirleyebildiği önemlidir. Eğer küçük devlet, büyük müttefikinden bağımsız bir dış politika belirleyemiyorsa, “uydu devlet” veya “arka bahçe”ye dönüşmüş olmakla eleştirilir. 1960’ların ikinci yarısından itibaren özellikle sol kesimden yükselen Türkiye’nin ABD’nin uydusu haline geldiği iddialarının kamuoyunda yankı uyandırması ve iktidarı etkilemesi doğaldır.

1960’ların ikinci yarısından itibaren, uluslararası sistemde yumuşamanın hakim olmasıyla birlikte her iki taraf için de ulusal çıkarlar, blok çıkarlarının önüne geçmeye başlamış; bu durum ise tarafların ittifaktan beklentilerinin farklılaşmasına yol açmıştır.

Her iki taraf da ittifakı zamanla kendi özel çıkarları için kullanma eğilimi içine girmiştir.

Türk yöneticiler, ittifaka yaptıkları katkılarla ABD’nin ulusal çıkarlarına da hizmet ettiklerini düşünmüşler; bu hizmetin karşılığında ise, Kıbrıs sorunu gibi ittifakın dışında gözüken bazı konularda müttefik ABD’nin kendi tezlerini desteklemesini beklemişlerdir.

Diğer taraftan Amerikalılar da, Türkiye’nin NATO ittifakı dışında ilgilenmesi gerekecek çıkarları olabileceğini ve SSCB’den başka ulusal çıkarlarını zedeleyebilecek düşmanları bulunabileceğini görmemişlerdir (USLU, 2000c, s.209). Komünist tehdidin tamamen ortadan kalktığı Soğuk Savaş sonrası dönemde ise, yapılanışı ve görev tanımı değişen NATO’nun yeni işlevinin, ABD’nin kendi ulusal çıkarları ışığında bir dünya hegemonyası kurmasını kolaylaştırmak olduğu yönündeki eleştiriler yoğunluk kazanmıştır.

Teorik olarak, rakip süper gücün coğrafi olarak yakınında veya yayılma alanı içinde bulunan bir ülkenin güvenliği, sadece kendisi için değil, diğer büyük devletler için de önemlidir ve bu ülkenin savunulması şansa veya kendi kaderine bırakılamaz. Dolayısıyla coğrafi şartlar, böyle bir devletin tarafsız veya yalnız kalmasına izin vermeyecektir. Türk yöneticilerin, Türkiye’nin Batı ittifakı dışında kalamayacağını savunurken en fazla

kullandıkları argüman, Türkiye’nin büyük devletler açısından stratejik öneminin ve büyüklüğünün tarafsız ve yalnız kalmasına imkan vermediğidir. Gerçekten de Soğuk Savaş şartlarında bir ülkenin tarafsızlık politikası güdebilmesi için; “bir bloğun yanında yer aldığında genel güç dengesini bozacak derecede güçlü olması, vatandaşlarının genel dünya olaylarından uzak durma konusunda istekli olması, stratejik açıdan önemli ve siyasi olarak kışkırtıcı olmaması, güçlü bir devletin tehdidi altında olmaması” gibi şartlardan hiçbiri sağlanamamaktadır. Türk devlet adamlarına göre Türkiye, büyük devletlerin gözlerinin üstünde olmasına neden olan önemli bir stratejik konuma sahiptir ve Sovyet tehdidine karşı güvenliğini kendi başına korumasını sağlayacak yeteli ulusal kaynağı ise bulunmamaktadır (USLU, 2000a, s.21).

Gerçekten de ABD ile ittifak, egemen bütünlüğünü korumak isteyen Türkiye için tek seçenek olarak ortada durmakta iken; ABD’nin de tüm aşırılıkları ve yer yer söz dinlemezlikleriyle kendisini çileden çıkaran Türklerin hatırı için olmasa bile; sırf Batı Bloğunun stratejik çıkarları öyle gerektirdiği için Türk topraklarının Sovyetlerin eline geçmesini önlemekten başka bir çaresi yoktur. Almanya, Kore ve Vietnam örneklerinden de cesaret alan Türk liderler, ne olursa olsun saldırıya uğramaları durumunda ABD’nin otomatik yardımını sağlayacaklarını hesap etmişlerdir. Hatta bu düşünceden aldıkları cesaretle, 1974’te tek başına Kıbrıs Harekatına girişirken olduğu gibi, dış politikasında bir yere kadar Batıdan ve ABD’den bağımsız hareket edebilme kabiliyetine bile kavuşmuştur.

Son olarak da, teorik olarak küçük devletlerin, bazen daha büyük bir tehlikeyi beraberinde getirme olasılığı yüksek olduğu için, büyük devletlerle ittifak kurmaktan mümkünse çekinmeleri veya çok dikkatli olmaları tavsiye edilir. Mısır’ın eski liderlerinden Nasır’a göre; “büyük ve küçük devletler arasındaki ittifak, kurt ile kuzu arasındaki ittifaka benzer ve kurdun kuzuyu yutmasıyla sonuçlanır.” Machiavelli ise,

Son olarak da, teorik olarak küçük devletlerin, bazen daha büyük bir tehlikeyi beraberinde getirme olasılığı yüksek olduğu için, büyük devletlerle ittifak kurmaktan mümkünse çekinmeleri veya çok dikkatli olmaları tavsiye edilir. Mısır’ın eski liderlerinden Nasır’a göre; “büyük ve küçük devletler arasındaki ittifak, kurt ile kuzu arasındaki ittifaka benzer ve kurdun kuzuyu yutmasıyla sonuçlanır.” Machiavelli ise,