• Sonuç bulunamadı

2.3.2. Törenin Kutsal Temelleri: Töre ve Din 1 Törenin Dinsel Olmayan Tarih

2.3.3.3. Töreye Irkçı Bakış

Namus cinayetleri, her ne kadar aşırı bir örnek olsa da, kadınların varlığına yönelik cinsel şiddetin bir türü olarak evrensel bir fenomendir ve dünya üzerinde yer alan pek çok devletin (Doğu-Batı, Kuzey-Güney) temel özelliğini belirleyen özel mülkiyet kültürünün, ataerkilliğin ve sömürü düzeninin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu ne sadece Araplar’a özgü bir olgudur ne de köklerini bir din ya da kültür olarak İslâm'dan almaktadır. Tarihsel olarak, kadınlara yönelik cinsel işkence ve cinayetler çeşitli biçimlerde ve pek çok kültürde var olmuştur. Kadına yönelik bu tür şiddet tüm kültürel ve dinsel sınırları, ekonomik, siyasi ve sosyal statüleri çoktan aşmıştır. İngiltere'de her dakika ev içi şiddete maruz kalan bir sürü kadın yardım için telefonlara koşmaktadır. Resmi kayıtlara göre ABD'de her yıl 700.000 kadın tecavüze uğramaktadır. ABD'de aile içi şiddet kadın yaralanmalarında birinci sıradadır Her yıl 2–4 milyon kadın partnerlerince dövülmektedir. İngiltere'de öldürülen her 3 kadından birisi eşleri veya birlikte oldukları kişilerce öldürülmüşlerdir. Son yırmı-otuz yıl içinde yükselen feminist harekete rağmen kadına yönelik şiddet hâlâ bir hayli yaygındır; İngiltere ve Galler gibi ülkelerde her 100'den fazla kadın, eşleri veya eski eşleri tarafından öldürülüyor; diğer gelişmiş liberal ülkelerdeki rakamlar da aynı şekilde yüksek boyutlardadır (Bilgin, 1999: 107; Pope, 2006: 110).

Bangladeş’te erkeklerin eşlerini öldürdüğü cinayet vakaları, ülkedeki tüm cinayet vakalarının yaklaşık olarak yarısına tekabül etmektedir (Curry, 2006: 190). Yine Batılıların/Avrupalıların, Orta Çağ'daki cadı yakma geleneklerini, daha sonra 17. ve 18. yüzyılda görülen 'bekâret kemeri' uygulamalarını ve günümüzde halen daha devam etmekte olan Brezilya’daki 'ihtiras suçlarını' veya Hindistan'daki 'drahoma ölümlerini' buna örnek olarak sayabiliriz. Şiddet ve şiddet kullanımının, grup birliğinin ya da kişisel bağlılığın gösterilmesi, dikkat çekme amacı, meşruluk sınanması, otoritenin güçlendirilmesi ve korunması, terör eylemleri, cesaret ve bağlılık sınavı, devrimi getirecek koşulların hızlandırılması vb. çeşitli görünümleri vardır. Dolayısıyla şiddet değişik nedenlerle birleşerek farklı yerlerde farklı görünümler alabilmektedir. Siyasi hesaplaşmalarla kan davaları arasındaki benzerlik bu açıdan ilgi çekicidir. Kan davası,

namus cinayeti gibi olgulara farklı şekillerde dünyanın her yerinde rastlanabileceğine örnek olarak Ünsal Türkiye’de iki aşiret arasındaki toprak kavgasının neden olduğu kan davası ile İtalya’da Sicilya ile Napoli mafyası arasındaki hesaplaşmalar arasındaki benzerliği veriyor (Ünsal, 1995: 28–29; Reemtsma, 1998: 12).

Fakat duruma “dışarı” dan yaklaşan, aşağılayıcı ve ötekileştirici bir bakış töreleri kadın ve şiddet konusunun popülerliğiyle öne çıkararak belli kesimlere atfetmektedir. Namus denilen basit şey de aslında bu kimseler yüzünden ortaya çıkmış ve başımızı belaya sokmuştur. Bu yüzden nedeni ne olursa olsun töreden kurtulmak lazımdır. “Namus cinayeti” ndeki namus cinayete meşruluk katan bir isimlendirme meydana getirirken“töre cinayeti” ifadesi namusun da içinde olduğu geri kalmışlığı ifade eden her şeyi töre diye kodlayıp kendini bunların karşısında konumlandırma amacını taşıyan bir isimlendirmedir. Nükhet Sirman Stuart Hail den esinlenerek; bu suçların anlaşılmasında ve yorumlanmasında kullanılan sosyal ilişkilerin ve kültürel kavramların, daha gelişkin olduğu varsayılan toplumlar ve kültürler ile yapılan kar- şılaştırmalarda yüklü olduğu sosyal ve siyasal koşullara göndermede bulunmak amacıyla 'sömürge-sonrası' terimini kullanıyor. Hail bu terimi, sömürgeleşme çağından sonra ortaya çıkan küresel ilişkileri ifade eden bir terim olarak görmektedir. “Küresel sömürgeleştirme deneyiminin ürettiği dünyevileşme döneminde, tüm yöreler, ötekilerle ilişkili olarak ve medeniyet/kalkınma ölçütlerine göre kendi kimliklerini inşa etmeye başladılar. Böylelikle gerek sömürgecinin gerekse sömürgeleştirilenin kimliği, kimlik/farklılık arasındaki sancılı ilişki temelinde inşa edilmiş oldu. Bu yüzden Türkiye resmi olarak hiçbir zaman sömürgeleştirilmemiş olmasına rağmen, Türkiye'deki toplumsal uygulamaların, özellikle kadınların toplumdaki yeri ile ilgili olanların, sadece gelişmiş Batı'daki uygulamalarla ilişkileri çerçevesinde değerlendirildiği ve anlamlı bulunduğu için kamusal alanda aktif olan ve Avrupalı gibi giyinen kadınlar, Türkiye'nin modernliğinin birer göstergesi olmuş ve namus kavramı da geri kalmışlık korkusu ile yüklü bir kavram haline gelmiştir” (Sirman, 2006: 44).

Her yerde olduğu gibi Türkiye'de de namus suçları kavramı konusunda bir kafa karışıklığı söz konusudur. Bu durum temel olarak, hem namus yasasını ve hem de bu yasanın düzenlediği toplumsal ilişkileri, içinde yaşamayı arzuladıkları modern toplum içindeki tarihsel bir hata olarak gören, gelişmeci perspektifin egemenliğinden kaynaklanmaktadır. 'Namus suçları' teriminin, tüm hak ihlallerini kapsayan bir terim olarak görülmesi gerekirken, günümüzde bu terim sadece kadına verilen töre cezaları

kapsamında kullanılıyor (Sirman, 2006: 44). Türkiye için ise, namus suçlarının, ülkede yalnızca aşiret yapısı devam eden bölgelerde işlendiği imasını yaratmak için, bu tür suçlardan bahsederken töre cinayeti terimi kullanılıyor. Sirman feministlerin bile kavramları kullanma konusunda tartışma yaşadığından şikâyetçidir. Bu tanımlama dünyanın (ya da Türkiye'nin) diğer (daha gelişmiş) yerlerindeki kadınların denetim altında tutulmaları ile ilgisi olmayan bir terim olarak görülüyor. Irkçı bir yaklaşımla namus cinayetlerini bir kültürle bağdaştıran insanlar, kadınların öldürülmesinin, hem Doğu'daki hem de Batı'daki ataerkil kültürlerde görülen evrensel bir fenomen olduğu gerçeğini ise atlıyorlar. Avrupa ve Türkiye de geniş ölçekte yaşanan ve belli toplulukları namus cinayeti işleyen insanlar olarak gören bu ideolojik yapı, bu grupların dışında olanlar tarafından işlenen cinsiyete dayalı benzer suçları görmezden gelmekte ve böylece ırkçıların, kendi eril şiddet rejimlerini meşru kılmakta; ataerkil şiddetin devam etmesine olanak sağlamaktadır (Mojab-Abdo, 2006: 33, 41; http://www.tesev.org.tr/etkinlik/yerinden_edilme_kof_sunumlar_nsirman.php).

Namus cinayetleri, kadınlara yönelik aşırı cinsel şiddet formlarından ve uygulamalarından yalnızca bir tanesidir. Genel olarak cinsel şiddet gibi 'namus cinayeti' de, zaman zaman iddia edildiği üzere yoksul, eğitimsiz ve cahillere özgü bir olgu değil, tüm kültürel sınırlarla, sınıflarla, ırklarla ve milliyetlerle çaprazlama kesişen bir fenomendir. Bu olgu sürekli ilişki kurulduğu Araplar'a ya da İslâm'a has görülmesi önyargılarla yüklü bir yaklaşımdır. Dinin, bazı halkların kültürünün tek öğesi değilse bile temel öğesi olduğunu düşünen ya da kültürü, dini ve ideolojik bir yapı olarak gören ve bu suretle kültürelci bir yaklaşım kullanan Doğu ve Batı literatürleri 'namus cinayetleri' fenomenini sınırlı bir İslâm bağlamı dahilinde açıklama eğilimi göstermektedirler. 'Aile namusunun' korunması, mazereti altında kadınların öldürülmesi fenomeninin en temel ve bazen de tek açıklayıcı nedeni olarak -tüm diğer dünyevi ve tinsel dinlerden daha ziyade- İslâm dini sunulmuştur. Bu yaklaşıma, 'namus cinayetleri' konusundaki yerel erkek/eril söylemlerin çoğunda ve bu alanda çalışan Batılı akademisyenlerin çoğunun yazılarında rastlanmaktadır (Abdo, 2006: 63-69).

Bunun altında yatan mesaj; bu tür cinayetleri işleyen kişilerin genellikle uzak kültürlere mensup geri kalmış insanlar oldukları ve bu cinayetlerin, Batı'da yaygın olan şiddet türleri ile pek ortak bir yanının olmadığı düşüncesidir. Böylelikle 'biz' ve 'onlar' arasına kalın bir çizgi çekilir ve bu durum, iki grup arasında kapatılamaz bir uçurum yaratır. Namus cinayetleri, en uç ataerkil denetim biçimidir. Ancak çok farklı ataerkillik

çeşitleri vardır ve ataerkillik, liberal Batı toplumlarında bile halen devam etmektedir. Nasıl ki akrabalık, hane toplumlarının işleyişinde önemli bir düstur görevini gördüyse, modern toplumlar da, ulus-devletin ve modern iktidar biçimlerinin gereklerini yerine getirebilmek için, akrabalık ve hane yapılarını benimsemiştir. Milliyetçilikler, ulusal kimliği tanımlarken, bu iktidar ilişkilerini kutsal gelenekler ve görenekler haline getirmek suretiyle yeniden üretirler. Bir ulus olma iddialarını kültürel farklılık savları üzerine inşa eden sömürge-sonrası milliyetçiliklerinin çoğu, sonuçta akrabalığa-dayalı toplumların ve hane toplumlarının baskın unsuru konumundaki bu güç ilişkilerini yeniden üreten bir konuma geçerler (Pope, 2006: 107-109).

Kabileye özgü namus kuralları ve bunlardan ilham alan uygulamalar binyıllardır varlığını korumaktadır. Hepsi kendine has ve içinde bulunduğu çağa ait dinamiklere sahiptir ve genellikle de karmaşık geleneksel, sosyo-ekonomik, siyasi ve hatta dini faktörler temelinde işlenir. İnsanlar, Kürt bir babanın, evlilik dışı bir ilişkiye girdiğini düşündüğü kızını öldürmesinin çok doğal olduğunu düşünerek işin kolayını kaçıyorlar; ancak her bir cinayet bir ya da daha fazla kişi tarafından alınan bir kararın sonucunda işlenir. Cinsiyet eşitliğine önem veren Avrupalı bir ülkede yaşanan bir namus cinayeti bu kültür ile göçmen kültürler arasında bir karşıtlık yaratarak, onların cinsiyet eşitliği alanında dünya şampiyonu bir ülke olma imajını vurgular (Elden, 2006: 101-103).

Oysa daha geniş bir perspektiften namus cinayetleri Batılıların düşündüğünün aksine liberal Batı toplumlarında son derece yaygın olan aile içi şiddet, tecavüz ve ihtiras suçları gibi diğer kadına yönelik şiddet şekillerinden çok da farklı bir şey gibi değerlendirilemez. Kendisini terk etmek istediği için sevdiği kadını öldüren sahiplenici ve kıskanç Avrupa erkeği ile Kürdistan ya da Pakistan'da kızını öldüren bir baba arasında bir bağlantı olmaması mümkün değildir herhalde. İhtiras suçları ile namus cinayetleri arasındaki çizgi çok incedir. İkisinde de kadına bakış aynı fakat cinayete karar vermeye götüren mekanizmalar farklıdır. Birinde cinayet kişisel ve geleneği olmayan bir olguyken diğerinde aile meclisi kurulduktan sonra düşünülüp tasarlanarak verilen ve meyvesi belli bir topluluğa atfedilen bir kararın sonucudur. Temel farklılık aile yapılarında ve yerel topluluğun tepkilerinde yatmaktadır. Her iki durumda da cinayeti tetikleyen unsurlar; erkeklerin yaralanmış onurları, egemenlik kurma istekleri ve kadınların denetim altına alınabilecekleri ve alınmaları gerektiği yönündeki inançlarıdır (Pope, 2006: 110; http://www.bianet.org/2006/06/14/80713.htm, 14.06.2006).

3. BÖLÜM: DİYARBAKIR’DA TÖRE CİNAYETLERİ

Benzer Belgeler