• Sonuç bulunamadı

İstatistikler mini etek gibidir … Güzel fikirler verir ama en önemli parçaları gizlerler.∗

Ebbe Skovdahl10 Karl Marx kulübede saraydakinden farklı düşünülür demiş (Aktaran: Baker, 2012: 63). Böyle bir atıfla başlıyor olmamım temel sebebi bu tezi okuduğunuz satırlar aracılığıyla vücuda getirenin bir beden olduğu ve bu bedenin de nerede olduğunun düşünebilme eylemi açısından atıftaki mekansal ayrışmayı geçerli kılacak şekilde önemli olmasıdır. Bir saraydan yazmıyorum bu satırları, bir kulübeden de yazmıyorum ama eğer yazdığım yer bunlardan birine benzetilecekse bu elbette kulübe olacaktır. Sivas’ın merkezine seksen kilometre uzaklıktaki bir köyden fakirlik yüzünden Kayseri’nin şehir meydanına beş kilometre uzaklıktaki başka bir “köye” (ama şimdilerde merkez ilçelerden birinin mahallesi) göçen bir geniş ailenin inşaatında babamın da amcalarımın da çalıştığı ve kıt paralarıyla yapabildikleri o zamanlar kulübeden az hallice olan ama şimdilerde -geçen kırk yıllık sürede yapılan çeşitli kısmi müdahaleler neticesinde- artık bir müstakil ev olarak değerlendirilebilecek yapının mezarlık manzaralı odasından yazıyorum bu satırları.

Tez çalışmasının farklı temalarından biri olan “Ne tür bir sosyoloji” başlıklı bu bölüme bu detaylarla başlamam, aslında çok temel bir dertle ilgili. Başlıktan da anlaşılacağı üzere bu dert tez kapsamında ele alınan konunun nasıl “sosyolojikleştirileceği”11 meselesi ve aslında derdin vücuda getirilme şeklinin ana

∗Aksi belirtilmediği müddetçe metinde geçecek bütün çeviriler tez yazarına aittir.

10

Dönemin Aberdeen futbol takımı koçu. Bkz. Erişim tarihi 15 Aralık, 2014 http://www.highbeam.com/doc/1G1-81205498.html

11 “Sosyolojik bilgi üretme protokollerine uygun olarak üretilmediği ve sınanmadığı müddetçe, hiçbir

şey sosyolojik değildir. Hiçbir şeyin kendinde sosyolojik bir yönü yoktur; bir şey ancak sosyolojikleştirilir. Sosyolojikleştirme, sosyolojinin bilgi üretme protokollerini işletip bir araştırma nesnesi oluşturmak suretiyle, bir şeyi sosyolojinin derdi haline getirmek demektir. ... Bu,

akım bir yol olmayacağını da baştan belirtmem gerekiyor. Bu derdi şöyle özetleyebilirim: Bir gerçekliği, arkasından konuşarak tarif etmektense, o şeyi çağırıp burada ve şimdide kendisini göster(ebil)mesini sağlamak. Gerçekliği bir şey olarak değil de bir süreç olarak ele aldığımı da hemen buraya ekleyeyim.12 Dolayısıyla

(kendi) gerçekliği(mi)n –kısmi olarak elbette- kendini göstermesi ancak onun tarihinden, ilişkilerinden ve muhtemel geleceğinden bahsedilerek gerçekleştirilebilir. Dışarıda, orada duruyormuş gibi gözüken oysa içinde olduğum (kendi) nesnel gerçekliği(mi)n burada yani kağıt üzerinde meslek olarak icra ettiğim bir disiplinin bilgi üretme protokollerine ve kanonik eğilimlerine uyarak bilimsel araştırmaya konu olacak şekilde birbirinin üzerine kapanacak şekilde temsil edilmesi temelde imkansızdır. İçinde gözlemcinin de bulunduğu o “nesnel” gerçeklik kağıt üzerine mutlak suretle kategorize edilerek, filtrelenerek, sınıflandırılarak yani bir kayba uğratılarak, yani “öznel” hale getirilerek taşınacaktır. Bu “taşıma”13 işleminin meydana getirildiği mekan sosyoloji disiplini ve taşıma işleminin aktörü bir doktora programı öğrencisiyse o zaman ben dahil bu disiplinle uğraşan her araştırmacıya en başta düşen görevin en azından disiplinin etimolojik köküne rücu edecek şekilde onun “insansız” bir hale gelmesini engellemek olmalıdır. Öte yandan maalesef Durkheim’ci bir akıl yürütme biçimiyle onca senedir bireylerin toplamından da öte olduğu iddia edilen bir toplum hayalinin göklere çıkarıldığı ve toplum denilen bu bulutlar yığınından aşağıya yani insana –hatta Bruno Latour’un aklına uyacak sosyolojikleştiren açısından, alanın kavramsal ve teknik alet çantalarına asgari hâkimiyet anlamına gelirken, sosyolojikleştirilen açısından ise, bir sosyolojik bilgi nesnesi haline gelebilmesi için geçirmesi gereken sürece işaret eder. Söylediklerimizin, sosyolojikleştirme etkinliğini akademi içine kapatmak anlamına gelmediğini bilhassa vurgulamamız gerekir: Esas olan, bizzat etkinliğin kendisi ve onun dayandığı prosedürdür. Bu mesai henüz harcanmayı beklemektedir ve zaten temel itiraz noktalarımızdan biri de “sosyoloji uzmanı” kanaatlerinin sosyoloji mesaisinin önüne geçmesine ilişkindir: Sosyoloğun bir şey üzerine konuşması, o şeyi sosyolojikleştirmez.” (Öğütle ve Göker, 2014: 12).

12

David Harvey bu hususta şöyle diyor (2011: 213): “Çok temel metodolojik bir soru sorarak başlamak isterim: Süreç ile biçim arasındaki ilişki nedir? … Benim çalışmalarımda - tarihsel, coğrafi materyalist bakış açısından ve diyalektik gelenekte oldukça etkili olan- daima takip etmeye çalıştığım yaklaşım biçimlerinden bir tanesi süreçlerin şeylerden daha öncelikli olduğunu söylemektir. Bizler şeylerden ziyade süreçlere odaklanmalıyız ve şeyleri süreçlerin birer ürünü olarak düşünmeliyiz.”

13 Fransız sosyal bilimci Michel Callon ve Bruno Latour bir çevirme/tercüme sosyolojisinden

bahseder. Bu sosyolojinin temel iddiasına göre buluşlar başarılı olurlar çünkü ilgili diğer aktörlerin çıkarları da bu yeni girişimlerin içerisine tercüme edilirler. Örneğin Latour’a göre Pasteur’ün meşhur çalışması başarılı olmuştur çünkü Pasteur yaptığı araştırmanın içerisine veterinerler, çiftçiler ve çiftlik hayvanlarının çıkarlarını da “taşıyabilmiştir” (Bruce ve Yearley, 2006: 4).

olursak insan-olmayana da- doğru in(e)meyen bir memleket sosyolojisinin, araştırmaya koyulduğum gerçekliğe nüfuz etmemi engellediğini düşünmekteyim. Şu an bu satırları “kötü” bir sosyolojinin niyet taşımakla yükümlü bir “aracı”sı ile “iyi” bir sosyolojinin nasıl yapılacağına tam da bilemeyen bir “ortamcı”sı arasındaki karşıtlığın her iki tarafına gidip gelerek yazmaktayım.14

Buradan Ulus Baker’in (2012: 52) konuyla ilgili tespitlerine başvurarak devam edelim; Gabriel Tarde’ın en büyük rakibi olan Emile Durkheim sosyolojinin sınırlarını belirleyecek bir yöntemsel çerçeve yaratmaya çalışırken bireyselliği psikolojinin sularına göndermiş ve böylece bir olgu olarak toplumsalın sui generis statüsünü korumaya çalışmıştır. Baker’e göre toplumsal olgular sadece bireyin ötesine geçen şeyler olarak düşünülmezler, aksine bireyselliğin yok edildiği, yaptırımın devreye girdiği yerde ortaya çıkarlar ve böyle olunca da -olgular bireysel ya da öznel olarak tanımlanan her şeye karşı koyduğundan- işbölümü gibi kutsal ve avami nosyonları insani olandan değil, toplum olarak adlandırılan ontolojik varlıktan türetilirler; bu da toplumsal tip denilen oluşların yok oluşu demektir. Margaret Archer’ın (1996) başka bir bağlamda “indirgemeci birleştirme” (İng. downward conflation) dediği özellikle Durkheim ile ilişkilendirilen bu tarz bir sosyoloji anlayışında ajanlar ortadan yok olur ve insanlar sosyal yapı ve normların uygulayıcı otomatları haline gelirler.

Ancak şimdilerde biz “küçük” düşünürlerin elinde işlemeye çalışacak olan bu tarz eski usul pozitivist ve teorik olanı fazlasıyla ön plana çıkaran bir sosyoloji perspektifinin vereceği sonuç “yağmadan gürleyen bir sosyoloji” olacaktır. Cilt cilt basılı eserlerde vücuda gelmiş o devasa düşünce birikiminin büyük laflarıyla dolu hipotez bulutları birbirleriyle çarpışacak, içindeki elektriği o büyük lafları tekrar ederek/ettirerek boşaltacak ve sonrasında belki kendi hipotezlerini yanlış kullanan sosyal bilimcileri çarpacaktır. Böyle bir anlayış malumu yeniden ve yeniden ilan etmekten öteye geçememektedir. Latour’un “toplumsalın sosyolojisi” diye adlandırdığı böylesi bir sosyolojide önceden bilinenin dışında açıklanabilecek hiçbir

14 Latour’a göre bir aracı anlamı dönüştürmeyerek taşıyan şey ya da itkidir; onun girdilerini

tanımlamak, aynı zamanda onun çıktılarını tanımlamaktır. Oysa arabulucuda bunu yapmak asla yeterli değildir. Durumun girdilerinin özgüllüğü her seferinde dikkate alınmalıdır. Arabulucular taşıdıkları anlamı ya da nesneyi dönüştürür, tercüme eder ve kayba uğratırlar (Latour, 2007: 39).

şey yoktur (Aktaran: Gane, 2004: 84). Bilimsel gözükmek niyetiyle önceden bilinenin biz küçük düşünürlerce sürekli tekrar edilmesinin (muhtemelen) okunmayacak bir literatür kirliliği yaratma tehlikesi de vardır.15 Araştırma konumla

ilgili olduğunu düşündüğüm kaynakları okurken metinlerin içine girdikçe mevcut eğilimin şu olduğunu gördüm; disiplini kuran ve önünü açan “tescilli” metinlerin dışında kalan çalışmaların çoğunun, öncekileri tekrar eden ve onların hipotezlerini kanıtlamaya çalışan brikolajlar olduğunu.

Kendimden de biliyorum ki Latour’un “toplumsalın sosyolojisi” dediği türden bir bilimsel faaliyet bu brikolaj efektini yaratmaktaydı. Örneğin -gerçekliğin tikel bir parçası olması bağlamında- iş yerinde yaşadığım “yapısal” sıkıntılarımdan biri olan işsel tatminsizliğimi (hemen burada birinci tekil şahıstan ya birinci çoğul şahsa ya da edilgen yüklem yapılarına doğru bir kaydırma yaparak, sanki bu, bilimsel olmanın olmazsa olmaz şartıymış gibi16) Karl Marx’ın yabancılaşmasıyla, ast-üst ilişkilerini Max Weber’in meşruiyetiyle, yönetenlerin tahakkümünü Michel Foucault’nun iktidar ilişkileriyle, şehrin ışıklı pasajlarında gerçekleşen kayıtsız (Fr. blasé) salınmaları Walter Benjamin’in flanörüyle, büyük şehirlerin kalabalıkları arasında hissedilen yalnızlıkları Georg Simmel’in yabancısıyla, çelişik davranış biçimlerini Durkheim’in anomalisiyle, iktidara duyulan arzuyu Friedrich Nietzsche’in güç istenciyle, sonu gelmeyen istenci Baruch Spinoza’nın ya da Jacques Lacan’ın arzusuyla, bütün dertlerin altında yatan, hissedilen ama bir türlü bilinemeyen nedenleri Sigmund Freud’un bilinçdışısıyla, yüzer-gezer halimizi Gilles Deleuze’ün rhizome’siyle, bağlantılarımızı Manuel Castells ve Latour’un ağlarıyla, şehir haklarını Henri Lefebvre’ün şehirciliği ve David Harvey’in coğrafyasıyla,

15 Latour’un (2007) bilimsel yayın hususunda çok provokatif tespitleri vardır. Misal sorar Latour “Bir

anlatım nedir?” diye ve cevaplar; bir anlatım, lazer yazıcının birkaç milimetre kalınlıktaki kağıt demetinin üzerine bıraktığı karaltıdan oluşan oldukça sıradan bir metindir. Ona göre bu metinler bazen 10,000 kelimeden oluşur ve genellikle bir düzine insan ya da eğer şansınız yaver giderse birkaç yüz kişi tarafından okunur. Hatta der ki 50,000 kelimelik bir doktora tezini okusa okusa yarım düzine insan okur (tez danışmanınız epey bir kısmını okudum diyorsa şanslısınızdır) ve onlar da “okudum” diyorsa bu gerçekten okudukları anlamına gelmez; ya göz atmışlardır ya da yarın bir gün atıfta bulunurum diye bir köşeye sıkıştırmışlardır (122-123).

16 Latour’a göre (2007) sosyal bilimciler nesnelerin yokluğunu mucizevi bir şekilde gizleyen bir

objektif tarzın varlığına inanmaktadır ve onların bu objektif tarzdan anladıkları sıklıkla gramer trükleridir mesela pasif form, birinci çoğul şahıs “biz” ve bir sürü dip not düşmek gibi (127).

kayırmacılığa kadar varabilecek olan bağlılıklarımızı ise İbn-i Haldun’un kabile asabiyetisiyle anlatmaya ve açıklamaya başlıyoruz.

Bu tarz bilimsel etkinliğin ürünlerinde, analiz edilmeye çalışılan olgulardan doğrudan etkilenen insanlar aslında bir durum komedisi dizisinin figüranları gibidir. Kameranın odaklandığı yakın plan bir resimde dizinin (sosyal teori) başkarakterleri bir kafede (Marx, Weber, Durkheim ve bir dolu yan karakter…) yemek yer, içer, konuşur ve tartışırlar. Ama biz insanlar öte yandan bu resimde hemen arka masalarda –miş, mış (oturuyor, yiyor, konuşuyor) yapan odak dışı flu karaltı olarak gözüken figüranlar olarak durur ve rabarba olarak duyuluruz. Analizi yapanın aktörler ile alakalı örnekleri çoğunlukla figüranların kestikleri rol kadar sahtedir ya da içinden tüm insaniliği boşaltılmış şekilde yapay ve geneldir. Bütün benzetmelerimizi bir kenara bırakıp günümüz sosyal bilimcisinin işlediği konuları nasıl ele aldığına gerçekten baktığımızda mevzuların suya sabuna dokunmadan değerlendirildiğini görürüz. Örneğin “çalışanlar emeklerine ve kendilerine yabancılaşmıştır” diye başlar –ben de dahil olmak üzere- günümüz sosyoloğu. Oysa Latour diyor ki (2004: 183) “ne zaman biri ‘sistem’, ‘küresel olan’, ‘yapı’, ‘imparatorluk’, ‘dünya ekonomisi’ ya da ‘organizasyon’ dese, Aktör Ağ Teorisinin ilk refleksi şunu sormak olmalıdır: ‘Hangi binada? Hangi büroda?’”

Latour’a göre (2007: 30) farklı bakış açıları arasında kurulacak olan rölativist bir bağlantı daha sağlıklı objektif yargılara ulaşmak adına toplumsal sağduyunun sunduğu mutlakçılıktan daha sağlam bir araç gereçtir ve bu nedenle kişi analizine şu tip önermeler kurarak başlamamalıdır: Toplumsal oluşumlar (x)’ten meydana gelirler. Çünkü oradaki (x)’in yerine ne koyarsanız koyun (birey fail, örgütler, ırklar, küçük gruplar, devletler, kişiler, üyeler, irade gücü, libido, biyografiler veya alanlar gibi) çok farklı bir şey söylemiş olmayacaksınızdır. Durkheim’in “sui generis toplum”u, Luhmann’ın “otopoetik sistemi”, Bourdieu’nun “alanların sembolik ekonomileri” ya da Beck’in “refleksif modernite”si eğer “filmin” sonunu getirmişsek çok sağlam senaryolardır ama henüz perde kapanmamışsa dünyayı doğrudan onların üzerinden görmek çoğu zaman yanıltıcı olacaktır (Latour, 2007: 189).

Keşke dünyanın tüm insanları sosyal etkileşimlerine sadece şu üç mod üzerinden girebilseydi; mesela Marksist kuramdaki gibi maddi altyapı tüm sosyal ilişkileri belirleseydi, ya da Bourdieu’nün eleştirel sosyolojisindeki gibi bir “ayna” basitçe sosyal farkları gösterseydi ya da Erving Gofmann’ın etkileşimciliğindeki gibi aktörler sahnede sadece rol kesselerdi; işte bu harika olurdu lakin öyle değil, her ne kadar bu kuramlar doğru olsalar da maalesef kolektifleri meydana getiren ilişkileri - buna insan-olmayanla ilişkiler de dahil- anlamakta ve açıklamakta yetersiz kalmaktadırlar (Latour, 2007: 84). Buradaki mesele kategorilere savaş açmak meselesi değildir; aksine, savaşmak yerine “Bir kategori kişiyi o kategorinin konusu haline mi yoksa doğrudan kendisi haline mi getiriyor?” gibi eleştirel sorular sorabilmek meseledir ve bilimsel özgürlük de kategorilerden tamamıyla kurtulmak değil, sadece “kötü” olanlardan kurtulmaya çalışmaktır (Latour, 2007: 230). Moda sözcüklerin tamamı aslında aynı kaderi paylaşırlar: Gösterdiklerini iddia ettikleri tecrübeler ne denli çok olursa, sözcüklerin kendisi o ölçüde bulanıklaşır; elinin tersiyle bir kenara ittiği ne kadar Ortodoks hakikat varsa, o ölçüde tartışılmaz kurallar olurlar, üstelik sözcüklerin başlarda yakalamaya çalıştığı cinsten insanilik artık yoktur, terimin doğru anlamış gözüktüğü şey doğru kabul edilir ve önümüzde duran dünyanın niteliği haline gelir (Bauman, 2012: 8).

Soruyorum size diyor Latour (2007: 50); saha çalışmasının sunduğu bütün o somut verileri bir kenara bırakıp onun yerine aktörlerin size söylemediği, dahası inkar de ettiği görünmeyen verilerle iş gören bir disiplini bilimsel olarak niteler misiniz? Latour’a göre bu şu demek değildir; bırakalım bütün o görünmez değişkenleri ve ne yaptıklarını bildiğine inandığımız aktörlerin kendilerine odaklanalım. Hayır, aksine sosyal olguları açıklarken niçin dikkatli olmalıyızın sebebi şudur; görünmez değişkenler birbirlerine öyle bir bağlanmıştır ki bu bağlantıları içeren paketin içeriği kontrol edilememekte ve disiplin sosyolojiden çıkarak hazır kahve gibi “hazır psikanaliz”e dönmektedir. Bütün bu anlatılanlar literatürden ve külliyatın kahramanlarından, mitoslarından topyekün bir azad olma çabası olarak algılanmamalıdır. Buradaki dert analizin odağında olmasında gerekenler ile arka fonda olması gerekenler arasında gerçekleştirilecek basit bir yer değiştirme niyetidir. Aslında gidilecek olan yol iki tanedir: Ya basitçe teorinin peşine

takılacak ve daha işin başında analiz düzeyimizi ve gruplarımızı belirleyeceğiz, ya da aktörleri takip edip onların bıraktığı izlerden bir yerlere varmaya çalışacağız (Latour, 2007: 179). Kanaatimce analiz küçük insanlara ve onların küçük dertlerine17 de

odaklanmalı ve o büyük düşünürlerin büyük düşünceleri aynen konferanslarda soru soracağım diye eline mikrofon alıp soru sormak yerine yorum yapan seyirci gibi süregiden tartışmaya bir katkı olmalıdır. Bilime konu olan nesneler sosyal olanı açıklayabilir yoksa tersi değil diyor Latour ve ekliyor (2007: 99) “hiçbir deneyim benim kendi gözlerimle gördüğümden daha vurucu değildir.”

Aslında bu tez çalışmasına tam da böyle bir dertle başlamışken Latour’un “sosyolojinin laboratuvarı” (2007: 127) dediği metin aşamasına geçildiğinde bu derdin arkasındaki motivasyon motoru; yazılacak şeylerin küçüklüğü, fazlaca öznel olma ihtimali, meselenin sosyolojikleştirilemeyeceği ihtimali, kullanılan dil akademik midir yoksa değil midir, büyük bir düşünüre ya da disiplinin ciddiye aldığı bir düşünürün bir tespitine atıfta bulunmadan ya da o tespitin provokatif etkileriyle ayartılmadan bir cümle bile yazamamak gibi endişelerle teklemeye başladı. Nitekim şu an tam da böyle ruh halinin içerisinde bulunmaktayım. Niçin yazamadığımı zorlama olsa da az Marksist sos ekleyerek yanına Foucault ve Lacan’ı koymayı unutmadan elbette –az önce söylediklerimle çelişkili gözükecek şekilde yukarıda yakındığım metodolojik eğilimin tam da içine düşerek- ve Nilüfer Göle’den de esinlenerek memleketin 19. yüzyıldan bu yana içinde olduğu bir “tarihsel süreksizlik” durumu ile açıklayabilirim.18 Daha da ilginç olanı; memlekete özgü

17 Örneğin, Dilek Zaptçıoğlu mütevazi olmak hakkında şunları söylüyor (2012: 248): “Bir suikast

sonucu yaşamını yitiren eski İsveç Başbakanı Olof Palme, demokrasinin hiç heyecan vermeyen bir gündelik uğraşlar silsilesi olduğunu anlatır. Babaların doğum izninden yararlanması, çalışma sürelerinin kısaltılması, yeni kreşler ve okullar açılması, büyük ütopyaların yanında nedir ki? Bir insan, ünlü olmaya çalışmak yerine bir okulda öğretmenlik yaparak eleştirel düşünceye vakıf, düşünen, sorumlu ve özgür kuşaklar yetiştirmeyi hayatının anlamı haline getirebilir. Avrupa, böyle bir yol üzerinde ilerlemektedir; oysa Türkiye gibi ülkelerde iyi eğitim almış bir insanın böylesine “azla yetinmesi” çok zordur: Kişinin ön plana çıkma zorunluluğu, toplumu ve ülkeyi toplu halde geri plana itmenin en geçerli yoludur. Oysa demokrasi tam da göze çarpmayan, bilinmeyen, alçak sesli, mütevazı işlerden ve bu işleri yaparak kendini iyi hisseden bireylerden oluşur. Eşitlik düşüncesine dayandığından ütopyacı üstad düşünürlere bağımlı değildir. Düşünce her zaman önemlidir - ama hiç kimseyi toplumda diğerinden daha “önemli” kılmaz.”

18 Göle memleketin içinde bulunduğu durumu “zayıf tarihsellik” ve “akordsuz modernlik” teziyle

açıklıyor. Diyor ki (2008: 23) “... zayıf tarihsellikte toplumsal aktörler arasındaki birinci ilişki zamana dairdir: bugünün var olamaması. Tarihselliğin içsel ve yapısal bir süreç olarak yaratılamamış olması ve dolayısıyla Batı’nın tarihine olan bağımlılık, toplumsal aktörlerin bilincine de yansıyor. Kendi yarattıkları tarihle kendilerini tanıyamayan, özdeşleştiremeyen aktörler toplumlarına

hemen hemen her olguyu bu süreksizlikle açıklayabilecek oluşumdur. Zaten asıl problem de budur. Mevzu insanı ve onun kültürünü ilgilendirdiğinde hiçbir şeyin basit bir açıklaması yoktur ama bir yandan da vardır.

Tam burada Latour gibi düşünüp olguları açıklamak adına bir durumu yaşayanın, onu tecrübe edenin ve yapanın kendisini için en doğru kelimeleri bulacağı varsayımından hareketle sadece insana dönersem (kendime dönüyorum), o zaman içinde bulunduğum durumun açıklaması şöyle olur (inanırsanız elbette): Tarihsel bir süreksizlik yaşayan memleketimin bir bireyi olarak bu yargının geçerliliğine mevcut durumun sonuçlarından yola çıkarak ikna oluyorum. Şöyle ki ortak bir tarih üzerinden taşınması ve aktarılması gereken her ne varsa, tarihsel olandaki bir kopukluğun neticesinde kesintiye uğrayacak, bu da en başta kültürü ve o kültürden etkilenen herkesin kafa karışıklığı yaşamasına neden olacaktır. Burada aklıma Lacan’ın (2001: 3) “imgesel”i ve o evrenin kaynağındaki ayna metaforu geliyor.19 Lacan’ın aynası, bebeğin motor koordinasyonu sağlayan -aynen bir yap-bozun dağınık parçalarının birleştirilmesinde olduğu gibi- bir yansımanın/hayalin metaforudur. Bu hayali imge, tespih tanelerini (motor beceri yoksunluğunun yarattığı dağınıklık) bir arada tutan ip gibidir. Bu tespih tanelerinin bir de simgesel evreye yani dile denk düşen boyutu vardır. Simgesel yavrunun dil alanına girmesiyle başlayan evredir. Başlarda bebek için sadece kendisi ve annesi vardır. Sonra birden bu dünyaya başka biri daha girer: Baba. Dahası baba ortadan kaybolsa bile adı hep oradadır. Neticede çocuk “Ben” demek zorunda kalır çünkü bir “O” varsa bir “Ben” vardır – sadece iki kişinin olduğu bir dünyada ben demenin gereği yoktur, herkes kendini bilir çünkü. Böylece öznenin simgeseldeki kurulumu gerçekleşmiş olur.

Lacan, öznenin kurulma sürecinde gerçekleşecek bir kesintinin nelere yol açabileceğini Robert isimli altı yaşındaki çocuğun yaşadıkları üzerinden şöyle anlatır yabancılaşıyorlar.” Göle aynı çalışmasının başka bir yerinde şöyle yazıyor (12): "Tarih zincirlerinin

Benzer Belgeler