• Sonuç bulunamadı

“Yozlaşma, insanın meslekî ve ahlakî bakımdan kendisine, değerlerine ve bütün insanlığa yabancılaşmasından kaynaklanan bir problemdir. İnsanın en duyarlı, en soylu yanlarını tahrip eden, körelten bu problem, karşı güç grubunu temsil eden kahramanların en bariz özelliklerini teşkil eder.”(Korkmaz, 1997: 116)

Vatandaş’ta bu olgunun iki farklı boyutuyla karşımıza çıktığını görmekteyiz. Toplumsal ve bireysel yozlaşma olarak ele alınan bu tema eserin kahramanı Vatandaş’ın savaş açtığı yegâne problemdir.

“Dolandırıcıların kutsal kişiler arasına girdikleri, … Suçlunun suçsuzdan daha üstün sayıldığı, yükselme hırsıyla dolu, uğruna “her yolun mubah” sayıldığı, sahtenin ya da bu pis kirli gücü, kendi çıkarları doğrultusunda kullananın “kahraman” yapıldığı, bu kirliliği belgelemek isteyenlerin de, başka bilgilerle çürütülerek, önlemez yükselişlerin oluşup durduğu bir toplum düzeni karşısında sessiz bir sürü (…) (V., s. 98–137) şeklinde tanımlanan toplumun genelinde değerlerde bir yozlaşma görülür.

Hatta aydın diye tabir edilen kesimde de bu yozlaşma oldukça belirgin bir şekilde göze çarpar. Vatandaş eser boyunca tepkisiz kalan dinleyicisinin şahsında aydınlara eleştiriler yöneltmekte, onları menfaatleri doğrultusunda yazmakla, samimi ve dürüst olmamakla suçlamaktadır.

“Şimdi ne zaman bir ayakyoluna girsem, insanların acı koşulu seriliyordu gözlerimin önüne; sokaklarda çok korkunçtu insanlar, hiçbir zaman birbirinden seçilmeyen, bomboş yüzleri, boş ve donuk gözleriyle, burunlarının doğrusuna, birbirlerini görmeden gölgeleri gibi gidiyorlardı durmadan; yan yana, artarda, omuz omuza, birbirlerini izlemekle, birbirlerini yinelemekle kalıyor, hiçbir zaman birleşmiyor, bütünleşemiyorlardı”. (V., s. 46)

Günümüz çete-mafya düzenini çağrıştıran yapı içinde Vatandaş, çalıştığı iş yerindeki müdürünün nasıl genel müdür olduğunu, eski nişanlısının genel müdürle olan ilişkisini, aslında aldatılanın kendisi olduğunu, genel müdürün gözü daha yükseklerde olduğu için, yazarlığından yararlanmak üzere yaptığı teklifleri ve bu nedenle eski nişanlısını, yeni bir “sevgi oyunu”nda rol vererek aracı yaptığı, hatta

onun, evine bile geldiğini, bu toplumsal yozlaşmanın ferdî boyutta da ne kadar yoğun bir şekilde yaşandığını vermek amacıyla anlatır.

Vatandaş ise bütün bu toplumsal ve bireysel yozlaşmanın karşısında duygusal boyutta tek, özgün ve bozulmamış gördüğü geçkin sevgilisine, toplumsal boyutta ise ayakyollarında sürdürdüğü yazın mücadelesine sığınmış ve yaşamını bu şekilde anlamlı kılmıştır.

Aynı dar toplumsal kalıpları Mutfak Çıkmaz’ında da görmekteyiz. Toplumun öngördüğü değerlerin dışına çıkan İlyas bunu canıyla ödemiştir. Toplumsal değerlerdeki yozlaşma ve bireylerin bunlara olan taassubu İlyas’ın sonunu hazırlamıştır

İlyas’a çevresi tarafından yüklenen bir vazife vardır. İlyas okumalı, Yargıtay üyesi olmalı ve ailesinin şanlı geçmişini yeniden canlandırmalıdır. Ancak bu vazife karşısında İlyas’ın duygu dünyası, bunu yapıp yapamayacağı hiç hesaba katılmamıştır.

Neticede de İlyas yaşamış olduğu duygusal buhran neticesinde içine kapanıp, bu toplumsal vazifesini yok sayınca, toplum ve onun temsilcisi olan Divitoğlu Mustafa tarafından yok edilmiştir. Bu yok edilişte yegâne sebepse İlyas’ın bu yozlaşmış toplumsal kurallarla ters düşmüş, onları yok saymış olmasıdır.

Bireysel boyutta ise yozlaşmayı Emel ve Murat’ın şahıslarında görmekteyiz. Her ikisi de maddeyi manadan üstün tutmuş ve İlyas’ın tüm çırpınışlarını, aşkını yok sayarak evlenmiş ve maddî varlıklarıyla kurdukları yenidünyaya da İlyas’ı bir sığıntı gibi almaktan geri durmamışlardır.

İlyas ise bir sığıntı olarak dâhil olduğu bu yozlaşmış dünyada bunalmakta, ancak Emel’e olan aşkı onun bu dünyaya tahammülünü artırmaktadır. İlyas kendini, amaçlarını kaybetmiş bir halde, artık ölümü beklemektedir.

“Alıp başını gidiyordu deli gibi. Bazı bazı adımları hızlanıyordu. Koştuğu, soluk soluğa geldiği, bir köşeye yığılıp kaldığı zamanlar bile vardı. “Beni yalnız ölüm paklar” diyordu gene. Ölüm isteği, içinde şahlanıyordu. Ama çabuk sönüyordu. Emel vardı gerisinde, bu çiftlikte Emel yaşıyordu, bir türlü kaçamaması, ölmemesi bundandı belki de. Bağdaş kurup oturuyordu. “Beni yalnız ölüm paklar” diye yineliyordu. Ama kendisi de biliyordu, bunlar anlamlarını yitirmiş sözlerdi! Her şey yitirmişti anlamını, her şey değişmişti, bitmişti artık, çırpınmak, üzülmek boştu,

saçmaydı. Yitmeyen, bitmeyen bir tek şey vardı, bu da mutfaktı, bu çiftlik mutfağı. Bir lokanta mutfağı bile değildi, birkaç kuruş para bile getirmiyordu. Ama olan olmuştu bir kez: her şeyi bu mutfaktı işte, yaşamı bu mutfaktı! Yaşamını değiştirmek de istemiyordu. Artık neye yarardı ki? Bu mutfakta ölecekti…(M.Ç., s -152)

Peygamberin Son Beş Günü’nde yozlaşma her yerdedir. Peygamber bu karabasandan kurutulmak için “kartal yuvası” adını verdiği evine ve iç âlemine sığınmışsa da gerek kızı Feride, gerekse torunu Nazım ve arkadaşı Fehmi Gülmez’le bu veba onun bu muhayyel âlemine sızıp, orayı da altüst etmiştir. Nazım, İkinci Feride ve nispeten Fehmi Gülmez kenter yani parayı her türlü ülkünün üzerinde tutan insanlardır. Bu genel temayül eserde toplumun genelinde de kendini hissettirmektedir. Peygamber bunların dışında ülküleriyle yaşamayı becerebilmiştir. Ancak Nazım onu bu korkunç serüvene dâhil etmiş ve Peygamber muhayyelde de olsa, nisbî bir yozlaşmayı yaşamış, kitaplarını satıp bilgisiz de devrim yapılabileceği savıyla sokaklara düşmüş ve neticede de bu yozlaşmış âlemin katı yüzü ve kuralları ona çok ağır geldiği için yaşamını yitirmiştir.

Yalan’da bu temanın daha belirgin bir şekilde yer aldığını görmekteyiz. Yusuf Aksu kendi bünyesinde taşıdığı yozluğun, yanında tamamen yozlaşmış insanların oluşturduğu bir çevrede yaşamak zorunda kalmış ve bu mecburiyette onun yaşamını bir yalana çevirmiştir. Yusuf Aksu Yunus Aksu’nun hayranı, çevresindekiler Yusuf Aksu’nun hayranıdır. Ancak kimsenin sorgulayıcılık, yenilikçilik, özgünlük gibi bir gayreti yoktur. Tek özgün olan, kendisi gibi olan, Sivaslı Cemile’dir. Onun sayesinde de öncelikle Yusuf Aksu’nun kuramının, daha sonra da hayatının yalan olduğu ortaya çıkmıştır.

Ayrıca eserde toplumda da gerek siyasetçiler gerekse aydın ve yazarlar boyutunda çok büyük bir yozlaşmanın yaşandığını görmekteyiz. Herkes orijinal olmaktan uzak taklitçi durumunda ve birbirinin şakşakçısı konumundadır. Böyle bir toplumda “yalan”ın evrensel boyutuyla, her cepheye hâkim olduğu, kısır bir toplumdur.

Kumru ile Kumru’daysa yozlaşma her yerdedir. İnsanlar tamamen nesnenin hâkimiyetine girmişlerdir ve bundan dolayı da bir türlü mutlu ve huzurlu almamaktadırlar. Bütün bu yaşanan tekrarlardan sıkılan insan ancak ölümün sonsuzluğunda huzur bulmaktadır. Ayrıca toplumsal boyutta da yozlaşmanın ne denli

ağır yaşandığını görmekteyiz. Bir sosyal sınıfın temsilcisi olan kapıcılar ve onların iç çatışmaları bu yozlaşmanın en belirgin yansımalarıdır. Kapıcılar kendi içlerinde olduğu gibi toplumla da çatışmakta ve neticede ortaya çıkan değerler silsilesi içi boş,

ne yaptığını bilmeyen, yoz bir toplum oluşturmaktadır. Bıyık Söylencesi’ndeyse toplumsal alanda baş gösteren yozlaşmanın, giderek

bireyi de etkisi altına aldığını görürüz. Toplumun tabularından biri olan bıyık ve bıyığın erkekliğin göstergesi sayılması, romanın başkahramanı olan Cumali’nin macerasının temelini oluşturur. Bu tabunun kurbanı olan Cumali başta bıyığı ile kazandığı saygınlığını, bıyığının zayıflamasıyla toplumsal boyutta kaybetmeye başlar. Bundan dolayı da kendisini giderek toplumdan soyutlamaya başlar. Bu arada aşkını, evliliğini, çocuklarını ve nihayetinde de erkeliğini de bu tabu uğruna feda etmiştir. Sonunda bir hiçe dönüşen Cumali, tek varlığı olarak gördüğü bıyığının da onu terk etmeğe hazırlandığını görünce buna tahammül edemeyerek intihar eder.

Böylece toplumsal yozlaşma, ferdi yozlaşmayı doğurmuş ve bu da ferdin ‘beni’ni yitirmesine neden olarak onun sonunu hazırlamıştır