• Sonuç bulunamadı

4 1980 SONRASINDA KÜRESELLEŞME SÜRECİNE ENTEGRASYON VE İHRACATA DÖNÜK SANAYİLEŞME

Türkiye, 1980-2000 yılları arasındaki dönemi, küresel ekonomiye eklemlenme sürecinin sancılarını yaşayarak geçirmiştir. İİS’nin uygulamadaki başarısızlığının ardından, 1980 sonrası tüm dünyada etkisini gösteren globalleşme eğilimiyle de birlikte, Türkiye’de yeni bir birikim rejimine geçilmesi bir zorunluluk halini almıştır.

4. 1. 1980 Sonrasının Ekonomi Politiği

İthal ikameci modelin tıkanması, ekonominin sınai ürünler ihracatına

yöneltilmesi ve ücretlerin baskı altına alınması gereğini doğurmuştur. Bunun yapılabilmesi de ancak askeri bir rejim altında mümkün olmuştur. “1970’lerin ithal ikameci sanayileşme ve birikim modeli, 1980’den itibaren yerini, dışa açık büyüme,

dünya ile ve özellikle AB ile ekonomik bütünleşme hedefine ve yeni liberal piyasacı uygulamalara bırakmıştır. Bu modelin işleyebilmesi için Türkiye’nin yeni bir kapitalist birikim stratejisi izlemesi ve bunun için de iç üretim maliyetlerini düşürmesi, yani ücretlerin düşük düzeyde tutulması ve para politikaları izlemesi gerekmiştir.”104

Askeri müdahale sonrası ilk iş olarak, iktisadi hayatın yeniden düzenlenmesi için çalışmalara başlanmıştır. Uluslararası piyasalarda Türk girişimcilerin rekabet gücünü arttırabilmek için, 24 Ocak 1980’de yürürlüğe girmiş ve uygulanmayı bekleyen ekonomi programı çerçevesinde; serbest piyasa ekonomisine ağırlık verilmesi, dış ticaretin serbestleştirilmesi, ücretlerin sınırlandırılması, ihracatın arttırılması, serbest döviz kuruna geçilmesi gibi önlemlerin alınması kararlaştırılmıştı. Söz konusu ekonomik tedbirlerin askeri rejim sonrası iktidarı devralacak yönetim tarafından kolaylıkla uygulanabilmesi için, mevcut anayasada değişikliğe gidilerek 1982 Anayasası yürürlüğe konmuştur. Öncelikle yasama, yürütme ve yargı arasındaki güç dengesi yürütme lehine bozulmuş, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu olmak üzere yürütme iki başlı hale getirilmiş ve güçlendirilmiştir (m. 8). Cumhurbaşkanı, yasama, yürütme ve yargıya ilişkin görev ve yetkilerini düzenleyen m. 104 ve sorumluluk ve sorumsuzluk halini düzenleyen m. 105 ile olağanüstü yetkilerle donatılmış ve Türkiye’nin can damarı sayılan kurumların kontrol yetkisine sahip olmuştur.105 Bakanlar Kurulu’na da kanun hükmünde kararname yapma yetkisi tanınarak, siyasal iktidara kaynak dağılımı üzerinde ciddi şekilde söz sahibi olmanın yolu açılmıştır. Böylece, siyasetle iktisat iç içe geçmiş ve siyasi aktör, iktisadi süreçte makro düzeyde etkili birincil karar verme mekanizması haline gelmiştir.

Yeni ekonomik zihniyet doğrultusunda mal ve para ticaretinin serbestleşmesinin ardından, öncelikle bankerlerin hızla türemeye başladığı göze çarpmaktadır. Ancak, bu durumun sosyal ve ekonomik maliyeti ağır olmuştur. Hükümet ilk olarak 11 Eylül 1981 tarihinde 2279 sayılı Ödünç Para Verme Yasası’nda değişikliğe gitmiştir. Böylelikle daha önceleri kuruluşlarında hiçbir sınırlama getirilmeyen ve ruhsatlarını valiliklerden alan bankerlere, Maliye Bakanlığı’ndan ruhsat ve izin alma zorunluluğu getirilmiştir. Ayrıca bankerlerin ödünç para verme işlemlerinde uygulayacakları faiz

104 Songül Sallan Gül, “Türkiye’de Sosyal Devletten Özalizme Geçiş”, Sosyal Devlet Bitti, Yaşasın

Piyasa, VIII. Bölüm içinde, İstanbul: Etik Yay., 2004, s. 282.

105 Söz konusu anayasa maddeleriyle ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. T.C. Anayasası, Ankara: Seçkin

oranlarını Maliye Bakanlığı’nın belirlemesi karara bağlanmış, daha sonra bu karara eklenen bir tebliğ ile bankerlerin bono ve çek karşılığı faizle mevduat toplamaları da yasaklanmıştır. 1981’de mevduat sertifikası pazarlamasının yasaklanması ise bankerlerin sonunu hazırlayan bir düzenleme olmuştur. Ayrıca dönemin maliye bakanı da halkı bankerlere paralarını kaptırmamaları konusunda uyarmıştır. Ergüneş’in belirttiği üzere, 1981 yılında her 45 bin kişiye 1 banker düşmektedir. Banker iflaslarından sonra oluşturulan tasfiye masalarında 164 bankerin tasfiyesi gündeme gelmiştir. Büyük çoğunluğu küçük tasarrufçulardan oluşan mağdur bankerzede sayısı ise 135 bindir. 1982 yılında kurulan banker tasfiye masaları 1989’a kadar bankerzedelere ödeme yapmaya devam etmiştir.106

24 Ocak kararlarının uygulayıcısı, 1983 seçimlerinden birincilikle çıkan ve tek başına iktidara gelmeyi başaran ANAP hükümeti olmuştur. Ersin Kalaycıoğlu’na göre, ANAP’ın iktidarında ekonomiyi rayına oturtmak, enflasyon ve işsizliği aşağıya çekmek, yüksek bir kalkınma hızı, bolluk içinde bir piyasa yönündeki vaatleri etkili olmuştur.107 Ancak ekonomideki dalgalanma, Turgut Özal’ın seçim vaatlerini pratiğe dökmesini engellemiştir. Serpil Ağcakaya’ya göre, 24 Ocak kararlarıyla birlikte enflasyonla mücadele, bütçe dengesinin korunması, kamu kesiminin küçültülmesi hedeflenmiş ve kamu tüketiminin azalması ilkesinin benimsendiği bir harcama politikası izlenmeye çalışılmıştır. Ağcakaya’ya göre, bu uygulanan bütçe politikaları 1980 istikrar tedbirleri hedeflerine uygun olarak sosyal yardımlarla, eğitim, sağlık, ulaştırma ve iç güvenlikle ilgili cari gider ihtiyaçlarının karşılanması ve israfın önlenmesine ve personel artışlarının asgaride tutulmasına çalışılan bir politikadır. Ancak Ağcakaya, tüm harcamaları kısıcı tedbirler önerilmesine ve büyük bir kısmının uygulanmasına rağmen kamu harcamalarının gerek artan nüfus, gerekse devletin kalkınma çabasındaki aktif rolüne uygun olarak sürekli artan ve giderek büyüyen bir seyir izlediğini belirtmektedir. Özellikle 1980-1988 arasındaki dönem, gerek dış denge gerek kamu maliyesi ve para piyasalarındaki dengeler açısından önemli adımların atıldığı, köklü değişikliklerin yaşandığı yıllar şeklinde

106 Nuray Ergüneş, “Bankalar, Birikim, Yolsuzluk: 1980 Sonrası Türkiye’de Bankacılık Sektörü”,

Yayımlanmamış Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2005, s. 155.

107 Ersin Kalaycıoğlu, “1960 Sonrası Türk Politik Hayatına Bir Bakış: Demokrasi – Neo-

Patrimonyalizm ve İstikrar”, Türkiye’de Politik Değişim ve Modernleşme içinde, der. Ersin Kalaycıoğlu – Ali Yaşar Sarıbay, İstanbul: Alfa Yay., 2000, s. 405.

ANAP’ın iktidara geliş sebepleri üzerine ayrıca bkz. Nilüfer Göle, “80 Sonrası Politik Kültür”, a.g.e., s. 432.

değerlendirilse de söz konusu yıllarda alınan tedbirlerin ekonomiyi yeni dengesizliklere sürüklediği gerçeği de göz ardı edilemez.108

Türkiye’de 1980 sonrası ekonomik dönüşüm programının etkileri, ağırlıklı olarak ihracat alanında kendini göstermiştir. İhracat artış hızı ithalat artış hızının üzerinde gerçekleşmiş, bu sayede ihracatın ithalatı karşılama oranı artmış ve dış ticaret açığında göreli olarak bir azalma meydana gelmiştir. Ağırlıklı olarak devalüasyonlardan ve parasal desteklerden beslenen ve ücretlerin düşürülmesi ile maliyetlerin azaltılması ve iç talebin daraltılması yoluyla dış pazarlarda rekabet gücü kazanılması sayesinde ihracatın artış göstermesi olgusu, 1988 yılına kadar geçerli olmuş, sonraki yıllarda dış ticaret açığının artmasıyla beraber ihracatın ithalatı karşılama oranı düşmüş ve ihracat artış hızı yavaşlamaya başlamıştır. Turgut Özal hükümeti, ihracatın arttırılması amacıyla işadamlarını, teşvik tedbirleri, vergi muafiyetleri, özelleştirmeler türünden uygulamalarla desteklemiştir. Ancak, “ihracat yapan sektörlerde önemli bir yapısal değişme, teknolojik yenileme, kalite ve verimlilik artışına dayalı bir rekabet gücü gelişmemiştir. İthalatın artış hızı ihracatın artış hızından düşük olmuştur. 1980-1988 arasında ihracat artışı, yeni kapasitelerin yaratılmasına bağlı olmaktan çok, kapasite kullanım oranının arttırılması nedeniyle, ara malı ithalatından kaynaklanmaktadır. Bu durum, ihracatı artırmak için yeni teknolojilere ve kapasitelere gereksinim duyulmaya başlanan 1980’li yılların sonunda ithalat artış hızında önemli sıçramaya neden olmuş ve dış ticaret açığı hızla büyümeye başlamıştır.”109 Ekonomi yönetimindeki başarısızlık, ANAP’ı 1987 yılında yapılan seçimlerde oy kaybına uğratacaktır.

Uluslararası finansal serbestleşme dönemini başlatan gelişme, 1989’da 32 Sayılı karar ile Türk parasının yabancı paralar karşısında sınırsız değiştirilebilir hale getirilmesiyle, firma ve kuruluşlara dövizle borçlanma olanağının tanınmasıdır. “Dış finansal serbestlik sonucu Türkiye’ye akan sıcak para faiz oranını yükseltici ve TL’yi değerlendirici süreç başlatılmıştır. Yüksek faiz oranı ve TL’nin yabancı paralar karşısında değerlenmesi ülke içine sıcak para girişini hızlandırmıştır. Faiz oranlarının yüksek, devalüasyon oranının düşük olması ile sıcak paraya, uluslararası sermaye piyasalarından daha yüksek getiri (arbitraj) elde etme olasılığını tanınmış oldu. Bu

108 Serpil Ağcakaya, “Ülkemizde Konsolide Bütçe Harcamalarının Gelişimi (1980-2000)”,

http://www.sosyalbil.selcuk.edu.tr/sos_mak/makaleler (11.12.2007).

109 Küçük ve Orta Ölçekli Sanayi Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı, Ekonomik ve Stratejik

Araştırmalar Merkez Müdürlüğü, Türkiye Ekonomisi (Tarihi Gelişimi), Ankara (Aralık, 2003), s. 6.

şekilde ülke, yatırımlara dönüşmeyen, yüksek getiri elde edip kısa sürede yurt dışına kaçan spekülatif bir sermaye akımına uğradı.”110 1989 sonrasında benimsenen ekonomi politikalarının en ciddi sonuçları cari dengeyle ilgilidir. 1988’de artı olan cari dengenin, 1989’da bozulmaya başladığı ve 1990’dan itibaren de eksi olmaya yöneldiği görülmektedir. 1993 yılında, Türkiye’nin dış ticaret açığının rekor seviyeye ulaştığı ve 1994 devalüasyonundan sonra da hızla artarak rekorunu yenilediği de belirtilmektedir. Ayrıca, 1980’lerde yüzde 40, 1988’de yüzde 70 olarak gerçekleşen enflasyon da, 1994’ten sonra yüzde 90 oranına ulaşmıştır. İktisadi hayatta bu tür dengesizliklerin ortaya çıkmasında şüphesiz ki, siyasal hayatta yaşanan belirsizliklerin etkisi büyüktür. Örneğin, cari dengenin bozulmaya başladığı 1989 yılında iktidar partisi ANAP, genel seçimlerdeki oy kaybının ardından yapılan yerel seçimlerde üçüncü parti konumuna düşmüş, genel başkan Turgut Özal da cumhurbaşkanı seçilmiştir. Yine bir başka önemli gelişme 1984-1990 yılları arasında, ayrılıkçı Kürt hareketi eylemlerinin yükselişe geçmesidir. 1991’de Amerika’nın, Kuveyt’i işgal eden Irak’a karşı savaş açması ve Özal’ın Kuzey Irak’a asker gönderilmesini desteklemesi de Türk siyasal hayatının gündemini ciddi şekilde meşgul etmiştir. Gerek PKK sorununun yükselişe geçmesi gerekse de Amerika’nın Irak’a müdahalesi, devletin elinde güç birikimine ve demokrasinin aksamasına yol açmış, yozlaşmaya müsait bir ortam oluşmuştur. Dış ticaret açığı ve enflasyonun rekor seviyelere ulaştığı 1993 yılında ise, cumhurbaşkanı Özal aniden vefat etmiş ve yerine Süleyman Demirel seçilmiştir. Tansu Çiller başbakanlığındaki DYP-SHP koalisyon hükümetinin ekonomi yönetimindeki başarısızlığı, 1994’te ekonomiyi krize sürüklemiş ve tarihi “5 Nisan kararları”na gidilmesine yol açmıştır.

Sonuç itibariyle 1994 yılı, cumhuriyet tarihin en büyük cari açık ve kamu açığının yaşandığı yıl olmuştur. 1995’te Avrupa Birliği ile Gümrük Birliği’ne geçilmesiyle Türk ekonomisi sermaye hareketlerindeki dalgalanmalardan daha çok etkilenmeye başlamış, finansal kargaşa ve krizlerin tehdidi altına girmiştir. Ülke içinde yaşanan siyasal gelişmeler de krizleri tetiklemiştir. Mart 1996’da DYP ve ANAP’ın birlikte kurduğu “Anayol” koalisyon hükümetinin dört ay sonra dağılmış, DYP ve RP’nin kurduğu “Refahyol” koalisyon hükümeti de fazla uzun ömürlü olmamıştır. 28 Şubat 1997 tarihindeki toplantı sonrasında MGK, demokrasi karşıtı ve şeriat yanlısı eylemlerin odağı haline geldiği gerekçesiyle RP’yi , “laiklik ve

demokrasi karşıtı faaliyetlere son verip, anayasa ve yasalara uymaya ve onları uygulamaya davet eden” bir bildiri yayınlamıştır. Bu gelişmeler üzerine Necmettin Erbakan da başbakanlıktan istifa etmiştir. Daha sonra kurulan ANAP, DSP ve Demokratik Türkiye Partisi’den oluşan “Anasol-D” koalisyon hükümeti, Kasım 1998’de muhalefetin gensoru önergesiyle düşürülmüş ve 1999 seçimlerine kadar Bülent Ecevit’in başbakanlığında, DSP azınlık hükümeti görev yapmıştır. Mayıs 1999’da ise, yine Ecevit başbakanlığında, DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti kurulmuştur. Ancak, yeni hükümetin iktisat politikaları da ekonomideki istikrarsızlığı önlemede başarı sağlayamamış ve 2001’de ekonomiyi derinden sarsan krizin yaşanması kaçınılmaz bir hal almıştır. Bankerler ve hayali ihracat faaliyetleriyle hızla yayılan yolsuzluk, en nihayetinde bankalara da sıçramıştır. Bankalar, yüksek faiz vaadiyle vatandaşları, yasal denetimden uzak “off-shore” adı verilen hesaplara yönlendirmiş ve paraların bu hesaplarda toplanmasını sağlamışlardır. Banka sahipleri de para yatıran vatandaşların mevduatını, kredi olarak kullandırılmış gibi göstererek, kurdukları paravan şirketlere aktarmışlardır. Böylece içi boşaltılmak suretiyle işlevini yitiren ve devlete büyük oranda borç yükü bırakan bankaların tasfiyesine başlanmıştır. Böylece Türkiye, 2000-2002 yılları arasında batık banka, hayali ihracat, kaçakçılık ve ihale yolsuzluklarını içeren bir dizi operasyona sahne olmuştur.111 Devletin, operasyonlara bu derece ağırlık vermesi, yolsuzluğun söz konusu dönemde ciddi şekilde yaygın olduğunu ve mücadele edilmesi gereken bir sorun halini aldığını göstermektedir.

111 2001-2002 yıllarında batan bankalar ve sahipleri şunlardır: Toprakbank -Halis Toprak, İktisat

Bankası-Erol Aksoy, Sümerbank-Hayyam Garipoğlu, Bank Kapital-Mahmut Ceylan, Yurtbank-Ali Balkaner, Kentbank-Mustafa Süzer, EGS Bank-EGS Holding, Etibank-Dinç Bilgin, İnterbank-Cavit Çağlar, Egebank-Y.Murat Demirel, Esbank-Yavuz Zeytinoğlu, Bank Ekspres-Korkmaz Yiğit, Bayındırbank-Kamuran Çörtük, Ulusalbank-Halit Cıngıllıoğlu, Demirbank-Halit Cıngıllıoğlu, Yaşarbank-Selçuk Yaşar, Sitebank-Yalçın Sürmeli, Tarişbank-TARİŞ, Pamukbank-M. Emin Karamehmet. Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Ergüneş, s. 382.

Operasyonlar ise şu şekilde sıralanmaktadır: Paraşüt Operasyonu (Hayali ihracat, kaçakçılık, rüşvet), Hayal Operasyonu (Hayali ihracat), Matador Operasyonu (Uyuşturucu kaçakçılığı), Kasırga-1 Operasyonu/Egebank (Banka yolsuzluğu), Kasırga-2 Operasyonu/Sümerbank (Banka yolszuluğu), Kasırga-3 Operasyonu/Yurtbank (Banka yolsuzluğu), Kasırga-4 Operasyonu/Bank Ekspres (Banka yolsuzluğu), Sis Operasyonu (Şeker kaçakçılığı), Bufalo Operasyonu (Et kaçakçılığı), Fırtına Operasyonu (Akaryakıt kaçakçılığı), Akrep Operasyonu (Türk Dil Kurumu’nda yolsuzluk), Puro Operasyonu (Gümrük kaçakçılığı), Serhat Operasyonu (İhale yolsuzluğu), Kartal Operasyonu (Hayali ihracat ve kaçakçılık), Balina Operasyonu (Hayali ihracat), Hasat Operasyonu (Hayali ithalat ve ihracat), Yeşil Vadi Operasyonu (Hazine arsası yolsuzluğu), Talan Operasyonu (Hazine arsası yolsuzluğu). Ayrıntılı bilgi için bkz. Nedim Şener, Tepeden Tırnağa Yolsuzluk, İstanbul: Metis Yay., 2001, ss. 123-144.

Türkiye’de 1980 sonrasında uygulamaya konan ekonomi politikaları, krizlere çözüm getiremediği gibi başka krizleri doğurmuş ve ekonomik istikrarsızlığı artırmıştır. Ekonomideki olumsuz gelişmeler üzerinde, şüphesiz ki, siyasal hayatta yaşanan değişikliklerin rolü büyüktür. Siyasette karmaşa ve kaos ortamının hüküm sürdüğü bir dönemde, ekonominin düzgün işlemesi de beklenemez. 1980-2000 dönemi siyasal hayat değerlendirildiğinde, iktidarın keyfi kullanımı, koalisyon hükümetlerinin kısa ömürlü olması, ayrılıkçı Kürt hareketinin yükselişe geçmesi gibi siyasal istikrarsızlık ve belirsizliklere yol açan gelişmeler, siyasi ve ekonomik yozlaşma için elverişli bir ortam yaratmış, ekonomi ve toplumsal hayattaki büyük çalkantıların yaşandığı bu dönemde, yolsuzluk olaylarının yaygınlaşması da kaçınılmaz bir hal almıştır.

4. 2. 1980’li ve 1990’lı Yılların Yeni Dünya Düzeninde Devlet - İşadamı İlişkileri

1980 sonrası benimsenen, dış ticaret ve finans piyasalarında liberalizasyonu

öngören yeni birikim rejimi, devlet - işadamı arasındaki ilişkileri de etkilemiştir. Askeri müdahalenin ardından, yapılan anayasa değişiklikleriyle de beraber iktidarın merkezileştiği; siyasilerin elindeki karar gücü ve enformasyon ile iktidar çevresine yakınlığın ön plana çıktığı görülmektedir.

Liberal uygulamaların genişlemesine paralel bir biçimde, rant/avanta oluşum ve paylaşımının hem türler olarak çeşitlendiğini hem de nicel boyutlarının da büyük bir olasılıkla bu dönemde genişlediğini ifade eden Boratav, “iktisadi rezaletler” bakımından Türkiye Cumhuriyeti’nin en lekeli döneminin, ANAP iktidarı ile başlayan ve 1990’lı yılların ilk yarısını da içeren bir zaman kesiti olduğunu belirtmektedir.112 Boratav’ın iktisadi rezalet şeklinde tanımladığı dönem için Buğra da benzer bir düşünceye sahiptir. Türk hükümetlerinin ekonomiye yaklaşımlarını aşırı pragmatik bulan ve hükümetlerin herhangi bir iktisadi felsefeye ve hatta uygulanan politikaların birbiriyle tutarlı hale getirilmesine bile çaba harcamamasını ciddi şekilde eleştiren Buğra’ya göre bu olgu, hem birbirini izleyen hükümetlerin kararları ve uygulamalarında hem de aynı hükümetin zaman içersinde getirdiği değişiklikler arasındaki uyumsuzluklarda açıkça kendini belli etmektedir. Buğra, 1980’lerin ANAP hükümetleri dönemindeki keyfi politika değişikliklerinin iş ortamı

üzerindeki baskısı nedeniyle yaşanan belirsizlik türünün daha önce hiç rastlanmadık düzeylere ulaştığını vurgulamaktadır.113 Dolayısıyla, teşvikler, muafiyetler v.s. ile desteklenen iş adamları bir yandan kısa günün kârı hesapları yaparken diğer taraftan politika değişikliklerinin kurbanı olmuşlardır. 1980’lerdeki devlet-işadamı ilişkileri, Boratav’ın deyimiyle “devlet eliyle fert zengin etme” politikası, küçük ve orta dereceli girişimcilerden ziyade büyük sermayedarların işine yaramıştır. Özellikle, iktidar çevresine yakınlığıyla tanınan isimlerin hızlı yükselişleri gözlerden kaçmamıştır.

İlter Turan’a göre, Türk demokrasisinin karşılaştığı dönemsel bunalımlar,

demokrasiyi destekleyen politik kültür öğelerinin eksikliğinden değil, seçimi kazanmamakla katlanamayacakları kayıplara uğrayacaklarını düşünen politik partilerin ve onları oluşturan kadroların izledikleri bilinçli politikalardan kaynaklanmaktadır. Buna da izin veren siyasal sistemin yapısı, yani iktidara gelenlere kaynakları dağıtmada verdiği güçtür.114 1982 Anayasası bu eğilimi daha da güçlendirmiştir. Olağanüstü yetkilerle donatılmış, Türkiye’nin stratejik öneme sahip kurumlarının kontrolünü elinde tutan Cumhurbaşkanı ve kanun hükmünde kararname yapma yetkisine sahip Bakanlar Kurulu makamlarını ele geçiren siyasal iktidar, kaynakların tahsisi konusunda ciddi şekilde söz sahibi olmaktadır. İşte tam da bu noktada iktidar çevresine yakınlık önem kazanmaktadır. İktidar sahipleri, kendilerini düşündükleri kadar, şüphesiz ki, yakınlarındakilerin de çıkarını gözetmekten geri kalmayacaktır. Bu türden ilişkilerin ön plana çıktığı 1980’lerde, Buğra’ya göre, son derece karmaşık ve sık sık değiştirilen ihracatı teşvik mevzuatı, devlet eliyle zenginlik yaratmanın mükemmel bir aracıydı. Belirli bir teşvikten yararlanan malların listesi ve belli mallardaki teşvik oranlarının, Başbakanlık, DPT, Maliye Bakanlığı ve Merkez Bankası gibi farklı kurumlar tarafından değiştirilebildiğini belirten Buğra, çok sayıdaki bu tür değişikliklerden sadece birkaçının kamuoyunda büyük tepki yarattığını ifade etmektedir. Bunlardan biri, “kuru incir ihracatçılarının belli bir fona yaptığı ödemenin 25 sentten 15 sente indirilmesiydi. Bu karar ihracat sezonunun sonunda alınmıştı ve bundan yaralanabilecek tek kişi hâlâ elinde ihraç edilecek malı bulunan bir ihracatçıydı. Bu kişi maliye bakanının yakın arkadaşıydı ve

113 Buğra, s. 142.

114 İlter Turan, “Türkiye’de Siyasal Kültürün Oluşumu”, Türkiye’de Politik Değişim ve Modernleşme

daha sonra Turgut Özal’ın oğlunun kayınpederi oldu.”115 Bu tür uygulamaların dışında ihraç edilen malın miktarı, fiyatı, kalitesi ve benzeri unsurları üzerinde, gerçeğe ve mevzuat hükümlerine uymayan yanıltıcı, yalan ve yanlış beyanda bulunmak suretiyle hayali ihracat yapanların sayısı da artmaktaydı. Nedim Şener’in vurguladığı gibi, 1975 tarihinde Süleyman Demirel’in yeğeni Yahya Demirel’in açtığı yoldan yürüyen binlerce hayali ihracatçı, Turgut Özal’ın iktidarının yaptığı yasal düzenlemelerle, işlerini rahatça yürütmüştür.116 Şener’e göre, Türk Parasının Kıymetinin Korunması Kanunu’ndaki değişiklik, hayali ihracatı yolsuzluk kültürü olarak Türkiye’ye yerleştiren yasal düzenlemelerin başında gelmektedir. 1985’te yapılan söz konusu değişiklikle hayali ihracat yapanlara hapis cezası kaldırılmış, yerine para cezası getirilmiştir. Bilal Çetin, Özal’ın değer verdiği işadamlarından Mehmet Emin Karamehmet’in, bu değişiklik sayesinde hapse girmekten kurtulduğunu, ayrıca Özal’ın yurt dışında yaşayan ünlü kaçakçılar Yaşar Aktürk, Suphi Aşçıoğlu ve Emin Görpe ile görüşerek ülkeye dönüp para cezasıyla kurtulmalarını sağladığını ve karşılığında 200-300 milyon dolarlık döviz geliri elde edildiğini belirtmektedir.117 Bunun dışında, KDV iadesine ek olarak, kaynak kullanımı destekleme fonu, destekleme ve fiyat istikrar fonu gibi teşvik primleri verilerek işadamları ihracata yönlendirilmiştir.

Yasal uygulamalarla hayali ihracatın önünün açılmasından sonra toplam 2 milyon dolar olan ihracat gelirleri 1990 yılında 12 milyar dolara, 2000 yılı sonunda da 27 milyar dolara ulaşır. Ancak hayali ihracat hiçbir zaman engellenemez. 1980’lerde yapılan hesaplamalara göre yüzde 25 olan hayali ihracatın toplam ihracat içindeki payı yüzde 18’e gerilemiştir. Hayali ihracatın çok farklı şekillerde ortaya çıktığına ve istatistiki olarak belirlenmesinin güçlüğüne dikkati çeken Aktan, IMF’nin yaptığı bir araştırmaya göre, Türkiye’nin 1984-1987 yılları arasında sadece OECD ülkelerine yapmış olduğu ihracatın %26’sının hayali olduğunu hesapladığını belirtmektedir.118 Hayali ihracat ile yaygılaşan yolsuzluk olayları sonraki yıllarda maliye ve gümrükleri de kapsayan bir yolsuzluk batağına dönüşmüştür. Uğur Süzer, Ertan Sert, Hasbi Menteşeoğlu ve Turan Çevik 1980’lerde yaptıkları hayali ihracatlarla en çok ön plana çıkan isimler arasındadır.

115 Buğra, s. 218. 116 Şener, s. 69.

117 Bilal Çetin, Soygun “Hayali İhracat’ın Boyutları”, İstanbul: Bilgi Yayınevi, 1988, s. 80. 118 Aktan, s. 102.

1980 sonrasına hakim olan önemli bir gelişme de finansal sermayenin yükselişe geçmesidir. Şaylan’ın daha önce de belirttiği üzere küreselleşme, sermayenin üretici sermaye ve finansman sermaye şeklinde ikiye ayrılması sonucunu doğurmuştur. Finansal faaliyetlerin serbestleşmesi, farklı kazanç kapılarının aralanmasını da