• Sonuç bulunamadı

Sivil Toplum - Siyasal Toplum Etkileşimi: Demokrasi

BÖLÜM 1:SĐVĐL TOPLUM VE SĐVĐL TOPLUM KURULUŞLARI

1.4. Sivil Toplum - Siyasal Toplum Etkileşimi: Demokrasi

Kısaca, halkın kendi kendisini yönetmesi, şeklinde tanımlanan demokrasinin en çok bilinen türleri, doğrudan demokrasi ve liberal temsili demokrasidir. Doğrudan demokraside, halk bütün kararlara bizzat katılmakta, temsili demokraside ise kararlar halkın seçtiği temsilciler tarafından alınmaktadır. Her ikisinde de oylama yöntemi söz konusudur. Antropologlar, doğrudan demokrasinin ilkçağdaki ilkel toplumlarda bile uygulandığını tespit etmişlerdir. Kesin bilineni ise eski Yunan’daki şehir devletlerinde uygulanmış olduğudur. Günümüzde hem devletlerin çok daha büyük olması, hem de yönetimin çok değişik alanlarda uzmanlık gerektirmesi gibi sebeplerle liberal temsili demokrasi uygulanmaktadır (Hobsbawm, 2008:100).

Demokrasinin ilkçağlarda bile görülmesi, o zamandan şimdiye kadar devam ederek geliştiği anlamına gelmemektedir. Devletler büyüdükçe yönetenlerin yetkileri artmış ve uzun asırlar boyunca yönetilenlere söz hakkı tanınmamıştır. Bu dönemdeki yönetimler, ya “Aristokrasi” diye adlandırılan asiller sınıfının, ya “Oligarşi” diye adlandırılan asiller sınıfı içerisinden bir grubun, ya da “Monarşi” diye adlandırılan tek kişinin yetkili olması

şeklindedir.

Devletlerin baskıcı rejimlerden demokrasiye geçişleri, toplumların hak ve özgürlük elde etmelerine paralel olarak gelişmiştir. Siyasal toplum karşısında, hak ve özgürlükleri talep edenin ise sivil toplum olması, liberal demokrasi açısından sivil toplumun önemini açığa çıkarmaktadır. Zaten 17. yüzyıldan itibaren devam edegelen siyasi süreç, otoriter rejimlerin ya sivil toplumun olmadığı ülkelerde ortaya çıktığını, ya da başa geçtikten sonra sivil toplum unsurlarını yok ettiklerini göstermiştir. Bu unsurlar; dernek, vakıf,

24

siyasal parti gibi örgütlenmelerdir. Sosyal veya siyasal örgüt kuramayan sosyal farklılıklar, sivil toplum açısından bir önem taşımadığı gibi, demokrasi açısından da bir önem taşımamaktadır (Çaha, 2007:50–55).

Sosyal farklılıklar, akla şehirliliği de getirmektedir. Çünkü farklılıkların en çok hissedildiği yerler şehirlerdir. Bu çalışmanın “1.1. Sivil Toplum ve Siyasal Toplum Kavramları” başlıklı bölümünde sivil toplumun şehirlilikle ilişkisi vurgulanmıştı. Birçok düşünür tarafından parlamenter demokrasinin gelişmesi için de güçlü ve bağımsız bir şehirli sınıfın olması şart görülmüştür. Đsveç, Norveç, Đsviçre gibi köylü nüfusun çok olduğu ülkelerde de demokrasi çok iyi gelişmişse de; oralarda köylü sınıfı, çok köklü bir değişim geçirerek ticaret aracılığıyla kültürel açıdan şehirlilerle bütünleşebilmiştir (Moore, 2003:487–491).

Demokrasilerde sivil toplumu önemli kılan etkenin, örgütlenme olduğu yukarıda belirtilmişti. Demokrasi seçim esasına dayandığı için çoğunluğu sağlamak önem kazanmıştır. Bu gereklilik, menfaati benzer olan bireyleri, çoğunluk olmak için bir siyasi partide toplanmaya yöneltmiştir. Bu yönelme; iktidar olma, iktidara ortak olma veya güçlü bir muhalefet yaparak iktidarı etkileyebilmeyi kolaylaştırmış olmaktadır. Böylece temsili demokrasinin gelişmiş bir çeşidi olan ‘çoğulcu demokrasi’ gerçekleşmiş olmaktadır. Basit türden temsili demokraside sadece eşit ve bağımsız bireyler söz konusu iken, çoğulcu demokraside birbirleriyle ilişkili bireyler ve onların oluşturduğu partiler söz konusu olmaktadır.

Çoğulcu demokrasinin, partiler şeklinde örgütlenmesi, güç artırmak gibi bir fayda sağlamışsa da, grup çıkarları içinde bireysel isteklerin kaybolduğu şeklinde bazı

şikâyetlere yol açtığı görülmüştür. Bu türden şikâyetleri olan birey, kendisi bizzat siyasetle meşgul olmak istemediği gibi, sadece seçmen olarak da kalmak istememekte; ancak toplumda yeni roller edinmek, karar ve uygulamalara temsilcileri aracılığından başka, kişisel olarak da katılmak istemektedir. Demokrasinin, bu türden katılımı mümkün kılan daha da gelişmiş şekli, ‘katılımcı demokrasi’ diye adlandırılmaktadır. Yalnız burada söz konusu olan her bir şahsın tek tek karara katılması yerine, siyaset dışı bir alandaki yapılanma olan dernek, sendika, vakıf gibi bir STK içindeki katılımıdır. Siyasi toplum bu türden bir katılımı kabullenmekle yönetimde STK’larla üstü kapalı bir ortaklığı da kabullenmiş olmaktadır (Tekeli, 2004:197–210). Bu çalışmada çözümü

25

amaç edilen, devlet-STK ortaklığının hangi şartlarda STK tanımını bozmayacağı problemi, işte bu gelişmelerle doğmuştur.

Bu arada her STK’nın demokrasi yanlısı olmadığını da belirtmek gerekmektedir. Temelde sosyal farklılıklar üzerine kurulmuş olan STK’lardan bazılarının diğer farklılıklara tahammül edemedikleri, onlar üzerinde baskıcı tutum takındıkları görülebilmektedir. Bazı STK’ların da kendi içlerinde bile demokrat olmadıkları, çok katı bir emir-komuta hiyerarşisi içinde yapılandıkları görülebilmektedir. Bu türden bir STK, bizzat kendisi anti-demokratik değerleri üretir ve siyasal sistemin despotik eğilimlerine temel oluşturur. Buradan hareketle, demokratik STK’ların ancak demokratik devletlerde oluşabildiğini ve sadece demokratik bir sivil toplumun demokratik bir devleti besleyen temel olabileceğini söylemek icap eder. Bu sebeple bir çifte demokratikleşmeye (double democratization) ihtiyaç vardır. Bu da devletle sivil toplumun karşılıklı etkileşimi demektir. Tarih boyunca demokrasi sistemi böyle gelişmiştir. Bu karşılıklı etkileşim, demokrasinin kurulmasıyla sona ermemekte, aksine daha güçlenerek devam etmektedir. Demokratik devletlerde sivil toplum örgütlenmesi yapmış olan vatandaşlar, sadece oy vermekle kalmamakta; seçim dışı zamanlarda da gerekli buldukça protesto, toplu dilekçe, toplu yürüyüş, sivil itaatsizlik gibi yöntemlerle “aktif vatandaş” durumunda olmaktadırlar. 1980 sonrasında grup temelli hak ve özgürlüklerle sivil toplumun demokrasi açısından taşıdığı önem, daha da ön plana çıkmıştır. 1990’lı yılların siyaset bilimi terminolojisinde ise toplumsal alanda demokratik sivil toplum, ekonomik alanda serbest piyasa ve siyasal alanda liberal demokrasi ifadeleri yaygınlaşmıştır (Duman, 2007:363–364).

Liberal demokrasinin (liberalizm) düşünürlerinden John Rawls, çok değişik talepleri olan grupların bir arada yaşamalarının nasıl sağlanabileceğini araştırmak üzere şu “temel soru”yu ortaya atar:

“Makul dinî, felsefî ve ahlaki doktrinlerin etkisiyle ciddi biçimde bölünmüş özgür ve eşit vatandaşların oluşturduğu bir toplumun, adalet ve istikrar içerisinde uzun süre varlığını sürdürmesi nasıl mümkün olabilir?”

Bu soruda mercek altına alınan kavramları şöyle sıralayabiliriz: a) Özgür ve eşit vatandaşlar,

26 b) Ciddi biçimde bölünmüşlük,

c) Dinî, felsefî ve ahlaki doktrinlerde makuliyet, d) Adalet ve istikrar.

Bu kavramlardan “a” şıkkındaki özgürlük ve eşitlik; gelişmiş demokrasilerde dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep gibi farklılıklar taşıyanların kanun önünde eşit olduğu şeklindeki yaklaşımla sağlanmaktadır. Akabinde gelen “b”

şıkkındaki “ciddi bölünmüşlük” tarifinde Rawls, bazı durumlarda tam akıl kabiliyetine sahip kişilerin, özgür bir tartışma sürecinde bile aynı sonuca ulaşması mümkün olmaz, der. Böyle durumlarda Rawls’ın tavsiyesi ise yukarıda “c” ve “d” şıklarında belirtildiği gibi, makuliyet, adalet ve istikrardır.

Vatandaşların farklı inançlarının bazılarının doğru bazılarınınsa yanlış; hatta hepsinin de yanlış olabileceğini söyleyen Rawls, o türden bir ayıklamaya kalkışmanın bazı tatsızlıklara sebep olacak dışlamalar doğuracağını vurgular. O halde inançlar için makuliyet ölçüsü ne olmalıdır? Rawls; o ölçü için değişik kesimlerce kabullenilmiş mevcut inanç ve ahlak sistemlerinden olmayı yeterli bulur ve siyasal liberalizmin, bilinen dinî, felsefî ve ahlaki doktrinleri, makul saydığını söyler.

Demokratik makuliyete gelince Rawls; “Biz, kendi doktrinimizin dışındaki doktrinleri benimseyenlerin de makul olduğunu düşünürüz. Onları kesinlikle gayrimakul olarak görmeyiz” demektedir (Rawls, 2007:91–103). Buradaki yaklaşım, çoğunluğun azınlığı ezmesini engellemek için herkese yönelik bir hürriyet sağlamak yönündedir. Bu açıklamalarda demokratik bir hoşgörü anlayışı yatmaktadır.

Rawls’ın açıklamalarında değişik kesimlerce kabullenilmiş dinî inanç ve ahlak sistemlerinin liberal demokraside makul kabul edilmesine örnek olarak, Batı’daki Hıristiyan mezheplerinin ve modern hayata göre oldukça uçta denebilecek bir dinî inanç sistemine sahip olan ABD’deki Amish cemaatinin eğitimdeki durumu gösterilebilir. Devlet tarafından gerçekleştirilen mecburi eğitimden önce gençlerin eğitimi; aileler, dinî cemaatler ve yerleşik dini kurumlar tarafından yapılmaktaydı. Devlet kontrolünde mecburi ortak okul sisteminin bazı yararları yanında bazı zararları da oldu. Mecburi ortak eğitim, eğitimin sekülerleşmesini (dünyevileşmesini) gerektirince, dindar

27

insanlarda inançlarının kendi çocuklarına aktarılarak yaşatılması açısından tatminsizlik doğurdu. Batı ülkelerinde buna karşı harekete geçen Katolik ve Protestanlar, kendi inanç sistemlerini öğretecek okullar kurma hakkını elde ettiler. Bu okullar bir hayli başarılı oldu ve medya ile başka unsurların dinî inançlar üzerindeki zararlı etkilerini azalttı. Bugün, Batı’daki eğitim sistemlerinin önemli bir kısmını, dinî kurumların kontrolündeki okullar teşkil etmektedir. ABD’de, Katolikler ve Protestanlarla kıyaslanamayacak kadar küçük bir grup olan Amishler de mecburi eğitimin kendileri açısından çok ciddi problemler yarattığını ileri sürerek liseyi de kapsayan zorunlu eğitime karşı çıkmışlardır. Amishlere göre mecburi ortak eğitim insandaki egoizmi artırmakta, bireyi cemaate bağlayan bağları kopararak cemaatin varlığını tehlikeye atmaktadır. Bu doğrultudaki yaygın şikâyetleri ve çocuklarını okula göndermeme gibi sivil itaatsizlik eylemleri neticesinde Amishlerin istekleri kabul edilmiş ve ilkokuldan sonraki eğitim mecburiyetinden muaf tutulmuşlardır (Yayla, 1997:9–18).

Amish Cemaatinin çevre ile ilgili yaklaşımları da oldukça radikaldir. ABD’de yine rahatlıkla bir yaşayış tarzı olarak tatbik edebildikleri o özelliklerine ise bu çalışmadaki, “2.3.2. Ekolojist Görüş” başlığı altında yer verilecektir. Burada şunu belirtmek gerekir ki, “özgürlük” ve “inanç” ABD sisteminin dayandığı iki değerdir. Dünyadaki hemen hemen bütün inanç sistemlerinin özgürce yaşanıp ifade edilebildiği ABD’de devlet, dinî inanç ve yaşayışlara hiçbir şekilde müdahale etmediği için her inanç grubu, inancını rahatlıkla yaşayabilmekte ve yaygınlaştırabilmektedir (Çaha, 2008:38–44).

Genel olarak Batı toplumlarındaki demokrasiye bakıldığında, siyasal toplum açısından özgür bir rekabetçi anlayışın yerleşmiş olduğu; birçok ülkede görülen hükümet devirmelerin Batı rejimlerinin ruhuna ters düştüğü (Aron, 1976:61); sivil toplum açısından ise “1.6. Batı’da ve Türkiye’de STK’ların Önemi” başlıklı bölümde açıklanacağı gibi, kararlara katılımcı olmanın ve kuruluş haline gelmenin teşvik edildiği görülmektedir.

Türkiye’de ise, henüz katılımcı demokrasinin tam gerçekleştirildiği söylenememektedir. Bunun sebeplerinden biri olarak, halkın kültürü ile devletin otoritesi arasında farklı beklentiler olması gösterilmektedir. Bu görüşte olanlar, kültürün bağımsız ve özgür bir ortamın ürünü olmasına rağmen, otoritenin özgürlüğü pek sevmediğini belirtmektedirler. Oysaki özellikle kent yönetimlerinde temsili demokrasinin sorunları

28

çözmeye yetmediği, kentte yaşayanların da günlük hatta anlık olarak müdahalesinin gerektiği bilinmektedir. Türkiye’de aslında hukuken böyle bir imkân sağlanmışsa da tatbiki olarak yürütülmemiştir. 1930 tarihli Belediye Yasası’nın 13. maddesinde “Hemşerilik Hukuku” hemşerilerin yalnızca seçme ve seçilme haklarına değil, yönetime katılma hakkına da sahip olduklarını belirtmektedir. Son zamanlarda bu maddeye dayanarak Türkiye’nin 50’ye yakın kentinde “Yerel Gündem 21” adı altında hemşeri katılımcılığını gerçekleştirmeye çalışılmaktadır (Toksöz, 2003:346–347).