• Sonuç bulunamadı

Siluetin Algılanmasında Etkili Soyut Öğeler ve Bir Temaşa Mekanı

3. İstanbul’un Siluetinin Seyahatnameler Üzerinden Analiz Edilmesi

3.3. Seyahatnamelerde İstanbul’un Silueti ile ilgili Öne Çıkan Öğeler

3.3.3. Siluetin Algılanmasında Etkili Soyut Öğeler ve Bir Temaşa Mekanı

peyzaj özelliklerinin tarifidir. “İnsanın ve doğanın ortaklaşa oluşturduğu değerler” çerçevesinde gelişen kültürel peyzajlar kolektif kimliği oluşturdukları gibi kent belleğinin de önemli bir parçasıdırlar (UNESCO WHC, t.y). Kültürel peyzaj, kentsel, kültürel ve doğal miras özelliklerini bir arada ele alarak bir miras alanının ruhunu (spirit of place) bütüncül bir peyzaj yaklaşımıyla korumaya çalışmaktadır (O'Donnell, 2008). Coğrafi şartlara ve topografyaya uygun olarak gelişen Bizans ve Osmanlı İmparatorluklarının mimari ve kentsel tasarım anlayışlarıyla şekillenen Tarihi Yarımada, iklimi, rüzgarı, bitki ve hayvan çeşitliliği ile bir kültürel peyzaj olarak ele alınmalıdır. Kentin silueti de bu özelliklere bağlı olarak sunduğu görsel ilişkiler ile bir bütün olarak düşünülmelidir.

3.3.3. Siluetin Algılanmasında Etkili Soyut Öğeler ve Bir Temaşa Mekanı Olarak İstanbul

Kentlerin sadece fiziksel ve somut unsurların bir araya getirdiği oluşumlar olmadığı ve bunun ötesine geçtiği kent literatüründe uzun yıllardır dile getirilen bir konudur. Camillo Sitte’nin “estetik” olarak adlandırdığı, Gordon Cullen’ın “kent görünümü”, Kevin Lynch’in ise “kent imgesi” dediği bu “başka bir şey” hem kentleri oluşturan unsurların önemli bir kısmını kapsar hem de insan ile kent arasındaki ilişkide belirleyici bir rol oynar (Böhme, 2017). Gernot Böhme’nin (2017) atmosfer olarak tanımladığı, bir ortamın nesnel (fiziksel, somut) elemanları ile insanların estetik hislerini bir araya getirerek orada iyi ya da kötü hissetmemizi sağlayan ortamın estetik kalitesini belirleyen bu kavram, aslında öznel deneyimlere dayanmaktadır. Son otuz yıldır mimari ve kentsel planlamada çokça tartışılan duyularla ve kentlerin algılanmasıyla ilişkilendirilen bu kavram atmosfer, ambiyans, aura, milieu, mood, Stimmung, Umweltf gibi pek çok farklı kelime ile ifade edilmektedir (Atmospheric Spaces, t.y). Kentlerin atmosferleri o kente özgü, karakteristik özellikleridir ve Böhme bunu kentteki hayatın var oluş şeklini göz önüne seren nitelikler olarak adlandırır. Ve ona göre bu karakteristik özellikler kent sakinleri tarafından

“devamlı yaratılan” ve “olağan” özellikler olduğu için ilk önce yabancılar tarafından

fark edilmeleri daha kolaydır (Böhme, 2017). Bu çalışmada İstanbul’a gelen gezginlerin anlatılarında da kentin atmosferi/ambiyansı ile ilgili pek çok unsura rastlanmıştır. Özellikle bir yere ilk kez gelmeleri ve kentin bu karakteristik özelliklerini

93 deneyimlemeleri ve bunları fark etmeleri Böhme’nin fikirleri ile de desteklenince bu ambiyans öğelerini değerli kılmaktadır.

İncelenen seyahatnamelerde rastlanılan İstanbul’un ambiyans unsurları kentteki renkler, ışıktan dolayı gündüz ve gece siluetin farklı algılanması, aydınlatmanın kente etkisi ve kent mekanına yayılan törenlerin ihtişam öğesi olarak rol almasıdır.

Kent ile ilgili anlatılarda renkler ön plana çıkmaktadır. Kostof’un (2009) da “silueti

vurgulamak için kullanılan standart bir araç” olarak tarif ettiği renkler, siluet algısını

pekiştirmeleri nedeniyle önemlidir. Seyahatnamelerdeki anlatılar incelendiğinde İstanbul silueti için kullanılan çok geniş bir renk skalasıyla karşılaşılmıştır. Genellikle bir renk cümbüşü içerisinde anlatılan kent mekanında, camilerin, sarayların ve surların beyaz mermer rengi, denizin mavisi, ağaçların özellikle servilerin yeşili, kurşun kaplı kubbeler ve minarelerin altın sarısı alemleri, gökyüzünün mavisi, ay ışığının gümüş rengi ve rengarenk boyalı evler en çok tekrar edenlerdir. Altın sarısı ve gümüş grisi seyahatnamelerde kent siluetinin öne çıkan en önemli iki rengini oluşturmaktadır ve incelenen dönemler boyunca sürekliliği devam etmiştir. Tepelere yerleştirilen anıtsal yapılarla ilişkilendirilerek anlatılan mermer beyazlığı sıkça tekrar etmiş ve 18.yüzyılla birlikte sıklaşmıştır. Bu da siluette etkisi olan camilerin tamamlandığı yıllarla uyuşmaktadır. Anıt yapıların beyazlığına kontrast olarak evler rengarenk ya da kırmızı boyalı olarak karşımıza çıkarken, bu kontrasta etki eden bir diğer renk de ağaçların yeşilidir. Kent mekanını oluşturan bu fiziksel yapıların renkleri dışında denizin maviliği, gökyüzünün maviliği, güneşin yarattığı kızıllık ve mor tonları da siluet algısını etkileyen renklerdir.

C.B.Elliot (1839), Sarayburnu Haliç’e doğru kayıkla giderken gördüğü manzarayı

“amfiteatr şeklide dizilmiş evlerden oluşan tepelerde, koyu yeşil servi ormanları, kubbeleri ve minareleri altın rengi yaldızlı hilallerle süslenen camilerin göz kamaştırıcı parlaklığıyla tezat oluşturuyor, Müslüman dua evinin (cami) kıvrımlı çizgileri görkemle yukarı doğru uzanırken gözü yakalıyordu” diyerek anlatır. C.J.Monk (1851) ise 1848

yılında Pera’nın tepelerinden gördüklerini, kentin denizle ayrılmış üçlü yapısından (Suriçi, Galata, Üsküdar) söz ettikten sonra “tepeleri taçlandırılmış Suriçi’nin Marmara

94

Denizi’nin mavi dalgalarının üzerinde yükseldiğini ve bu ayrıcalıklı zeminin onun olduğundan daha geniş bir alan kaplıyor gibi gözükmesine neden olduğunu” belirtir. Ona

göre kentte:

“İlk göze çarpan nesneler, üzerinde durduğu kentin esasen Oryantal olduğunu hatırlatan, birbirinin üzerinde yükseliyormuş gibi duran havadar kubbeleri ile sayısız çeşitlilikteki camilerdir. Tepelerindeki yaldızlı hilalleri parlak güneş ışığıyla parıldayan imparatorluk camileri Ayasofya, Süleymaniye, Beyazıt ve Sultanahmet bakanların huşu ve hayret içinde vurulmasına neden olur. Uzakta ve yakındaki her yerde, hatta İstanbul’un surları içinde bile ölülerin muazzam alanları üzerinde kasvet ve ihtişamla servi koruları yükselir. İstanbul’a bir bahçe kent görünümü veren bu koyu yeşillik, gözü rahatlatır ve hoş bir etki yaratır “ (Monk, 1851).

Albert Smith (1851) ise İstanbul’a gelen herkesin bu manzarayı mutlaka anlatmış olmasından şikayet edilse de kendisinin bunu yapmadan buradan ayrılamayacağını belirterek gördüğü rengarenk kenti:

“Biz ilerledikçe, parlak mavi gökyüzü karşısında amfiteatr şeklinde dizilmiş binalardan kendilerini ayıran görkemli kubbeler ve yüce minareler berrak beyaz rölyefler gibi duruyorlardı. İlginç evler, iç içe geçmiş yeşillikler ve zarif servi koruları tepelerin doruklarından çok uzaklara kadar uzanıyorlardı. Sokakların hemen dibindeki limanlara demirlemiş binlerce gemi ve evcil deniz kuşları gibi her yöne giden yaldızlarla süslenmiş hafif kayıklar denizin beyaz köpükleri arasında görünüyordu. Köprüdeki rengarenk giyinmiş kalabalık, canlı gün ışığı ve hepsinden öte bu neşelendirici atmosfer uzun deniz yolculuğunun can sıkıntısını aniden alıp götürüyordu”

diyerek anlatmıştır.

Lady Horby (1863) de kayıkla yaptığı bir gezintide seyrettiği manzarayı mor ve altın renginin Doğu’daki parlaklığından, bembeyaz parlak sarayların bahçelerindeki renkli güller ve portakal çiçeklerinden, koyu yeşil servilerden ve pembe pembe açmış erguvanlardan bahsederek anlatır.

95 Şekil 3.28: İstanbul’da kayıklar, fotoğraf: Ara Güler.

Şekil 3.29: İstanbul’un renkli konut dokusunun en yoğun olduğu bölgelerden Fatih ve Yavuz Selim Camilerinin yamaçları (Aslan, 2018)

Bunların dışında İstanbul’un rengarenk boyalı ahşap evleri de gezginlerin en çok ilgisini çekenler arasındadır. Etnik kökene göre ayrılan evlerin renkleri Seetzen’e (2017) göre

“Ermenilerin evleri çoğunlukla kahverengi, Rumların evleri, hatta en gösterişli olanları bile siyahımsı veya oldukça koyu mavi renkte. Sadece Türklerin yani Müslümanların evleri açık veya canlı renklere boyanabiliyor”. Bu rengarenk, canlı ortam çoğu gezgin

96 (1833), “pitoresk cazibe” olarak yorumladığı servi, cami ve konutlarda görülen yeşil, beyaz ve kırmızının birlikteliğine “renklerin birleşimi” der ve bunun Müslüman geleneklerinin bir sonucu olduğunu vurgular. Baronne Durand de Fontmagne (2007) da

“Doğuda nefis bir renk duygusu var. Hiçbir yerde bu kadar aykırı renkleri bir arada göremezsiniz, ama sadece hakkını verebilenlerde...” diyerek İstanbul’daki renk algısını

kentin Doğulu kimliğiyle bağdaştırır.

Şekil 3.30: Constantinople. Coucher de soleil / edit.: E. F. Rochat, kartpostal, Atatürk Kitaplığı, Krt_004329.

Edmondo Amicisi’in (1878) İstanbul’daki renk bütünlüğünü anlattığı kısım ise bütün bunları özetler niteliktedir:

“Kentlerimizi tanımlamaya hizmet eden dillerin hiçbiri, bu muazzam çeşitlilikteki renk ve bakış, canlı, sade, Avrupalı, Doğulu, görkemli, büyüleyici ve büyük kent ve ülkenin karışıklığı ile ilgili hiçbir fikir vermez! On bin küçük mor ve sarı evden ve on bin bereketli yeşil bahçeden, yüzlerce beyaz camiden oluşan bir kent düşünün; muazzam bir servi ormanın ötesinde doğudaki en büyük mezarlık, ölümsüz beyaz kışlaların sonunda, yükseklerde gruplanan köyler yeşilliklerin arkasında saklanır ve ufku bir perde gibi kapatan tepelerin arasında minareler ve beyaz kubbelerin üst kısımları parlar; frenkincirleriyle ikiye yarılmış tepeler rengarenk çiçeklerle gölgelenir ve muazzam bir bahçeye serpiştirilmiş bu büyük kent, Boğaziçinin masmavi ayna gibi sularında bütün güzelliğini yansıtır ”.

Kentin renkleri en çok gün ışığında belli olurken güneşin denizde ve kent mekanında yarattığı yansıma “ışıltı ve parıltı” olarak gezginlerin sıkça bahsettiği unsurlardan

97 olmuştur. İstanbul’un coğrafi konumu sayesinde yıl içerisindeki güneşli gün sayısının fazlalığı ve denizin kenti saran yerleşimi tüm bunlara olanak sağlar. Özellikle 19.yüzyıl boyunca rastlanan bu iki unsurdan güneş siluetteki etkisi nedeniyle bahsedilmiş ve İstanbul’un ışıl ışıl bir kent olarak anlatılmasını sağlamıştır. Albert Smith (1851), günbatımında Boğaziçi’nden Haliç’e doğru yaptığı deniz gezintisini siluete etki eden ışık ve renklerle birlikte anlatmıştır:

“Eve doğru (Haliç’e) yaptığımız yolculuk nefisti. Akıntıyla beraber ilerledik ve kıyı boyunca süzüldük. Doğu günbatımının tüm mor ihtişamlarıyla parlayan Asya kıyılarına yaklaştık. Kalın kartonlardan yapılmış gibi duran kıyı boyunca dizilmiş sarayların, camlarından güneş ışıkları yansıyordu ve Karadeniz’den Üsküdar’a kadar uzanan genel bir aydınlık saçıyordu. Sonra karşıt dağlar gölgelerini köylerin üzerine uzattı ve onlar arkalarındaki tepeler hala güzel ışık sellerine bulanmışken gri ve tozlu bir hal aldılar. Ancak gölgeler biz Tophane’ye varana kadar daha da yükselerek süzüldü. Tophane’ye ulaşıp Haliç’e doğru döndüğümüzde sis yükselmişti ve sadece Boğaz’ın karşı tarafı binaların belli belirsiz düzensiz çizgileriyle fark edilirken İstanbul’un minareleri henüz kızarmış ufuğa karşı canlı bir rölyef gibi parlıyorlardı”.

Ayrıca yine Albert Smith (1851) Büyükada’dan izlediği İstanbul’u “Güzel bir

konumda, İstanbul’a bakan uzak bir manzaraya sahip bir han bulduk: Parıldayan kubbeleri ve minareleriyle İstanbul Venedik’ten çok daha güzel bir manzara sunuyordu” diyerek anlatır. Titmarsh’ın (1846) “gözleri ve ruhu ışık, ihtişam ve uyumla sevindirir” diyerek tarif ettiği İstanbul silueti çoğu gezgin tarafından ayna

gibi parıldamasıyla anlatılmıştır. Lady Hornby (1863) için ise bütün bileşenleriyle anlattığı İstanbul görünümü gerçek olduğuna inanılması için mutlaka güneş ışığında görülmelidir:

“Güvertede keyif içinde otururken, ilk önce gözlerimizi Uludağ’ın karla kaplı zirvelerine

çevirdik; sonra Propontis'in gölgeli adalarında; sonra sayısız rengarenk kayığa sahip olan

köpüklü Boğaz'a; sonra bütün ulusların görkemli gemilerinin kalabalıkları üzerine; sonra karanlık selvi bahçeleri ve Bayan Nightingale’in bembeyaz hastanesinin bulunduğu Üsküdar’a; en sonunda sonra kendisini taçlandıran yüksek minareleriyle Santa Sophia Camisinin bulunduğu "güzel Stamboul" üzerine. Fakat bunların hepsi, inanılmak için güneş ışıldarken görülmeli ve bundan sonra burasının bir rüya olduğunu düşüneceksiniz”.

98 Le Corbusier’nin (2009) “Ebedi güneş nedeniyle mermerler de altın gibi duruyor” diyerek tarif ettiği kagir anıtsal yapılar aslında Doğu Roma İmparatorluğu zamanından beri İstanbul’a gelen gezginlerin kenti altın rengiyle tarif etmesiyle de bağdaşır.

Kostof, kentlerin kendilerine ait renklerinin olduğunu, Paris’in gri, San Francisco’nun da beyaz olarak anıldığını belirtmektedir (Kostof, 2009). Gezginlerin anlatıları doğrultusunda ise İstanbul’un ışıltılı, altın renkli ve parıldayan bir kent olduğu sonucuna varılmaktadır.

Şekil 3.31: Karaköy İskelesinden Eminönü ve Ayasofya Panoraması, kartpostal, Atatürk Kitaplığı, Krt_006757.

Şekil 3.32: İstanbul’un görünümü, Felix Ziem, 1864.

F.Marion Crawford (1895) günün farklı saatlerinde kentin algılanmasının yarattığı etkiyi

99

doğumundan gün batımına kadar her şeridi, geçidi ve köşeyi ısıttığında sıcaklığın nemi kurutması gibi güneşin gölgeleri içtiği zamandır” diyerek anlatır. Güneş gündoğumu,

günbatımı gibi günün farklı saatlerinde siluetin algılanmasını etkilerken aynı zamanda sis gibi hava olayları da en çok bahsedilenler arasındadır. Moltke’nin (1999)

“...Fakat şimdi etrafımızı saran büyüyü sana nasıl anlatayım? Sert kıştan en tatlı bir yaza, ıssız bir çölden en hareketli bir hayatın içine girmiştik. Güneş gökte parlak ve sıcak ışıldıyor, sadece ince bir sis, peri masallarını andıran manzarayı şeffaf bir peçe gibi sarıyor. Sağımızda rengarenk ev yığınlarının üstünde sayısız kubbeler, bir su yolunun cüretli kemerleri, damları kurşun örtülü büyük taş hanlar ve hepsinden fazla da dev gibi yedi camiin, Selim, Mehmet, Süleyman, Beyazıt, Ahmet ve Ayasofya camilerinin göklere tırmanan minareleri yükselen İstanbul var. Çınarlarıyla ta denizin ilerilerine doğru uzanıyor”

diyerek anlattığı İstanbul sis sayesinde daha etkileyici ve gizemli bir görünüm sunmaktadır. Özellikle kente denizden yaklaşırken çoğu zaman sisle karşılaşan gezginler bazen kentin muhteşem siluetini kaçırdıkları için hayal kırıklığına uğramış bazen de sis bulutlarının üzerinden görünen kubbelerin ve minarelerin manzarası karşısında büyülenmişlerdir. Pierre Loti (1877), Eyüp’te kaldığı evden sabahları gördüğü İstanbul’u

“Geniş açık penceremden görebildiğim tek şey sabahki sis ve gökyüzünün muazzam boşluğu; daha sonra, yüksekte, minarelerin pembe şekilleri ve bir kubbe oluşmaya başlar; Kabaca, yavaş yavaş, Türk kentinin silueti sanki ortada asılı kalmış gibi görünür”

diyerek anlatır.

Şekil 3.33: Eminönü’nün güneş batarken silüeti, kartpostal, Atatürk Kitaplığı, Krt_009868. İstanbul gündüz böyle çok çeşitli görünümler sunarken kentin gece hali bambaşkadır. 1813’te İstanbul’u ziyaret eden William Turner (1820), İstanbul ile bir Avrupa şehri

100 arasındaki en büyük farkın gece ortaya çıktığını söyler. Çünkü Amicis’in (1878) de belirttiği gibi “İstanbul gündüz Avrupa’nın en parlak kentiyken gece en karanlık” olanıdır. İstanbul’un sokakları 19.yüzyılın ikinci yarısına kadar aydınlatılmamıştır21. Bu nedenle İstanbul geceleri o kadar karanlık ve sessizdir ki Lady Hornby’nin (1863) dediği gibi kentin terk edildiği bile düşünülebilir.

Geceler bu kadar ıssız ve karanlıkken İstanbul’da gece yapılan bazı eğlenceler kentin farklı bir şekilde algılanmasını sağlar. Bunlardan biri Boğaz’da çıkılan mehtap gezileri ya da kayık turlarıdır. Edward Raczynski’nin (1980) “ilginç bir tabiat olayı” olarak anlattığı yakamoz parıltıları için “Her kürek çekilişinde deniz ışınlar saçtığını ve sihirli

bir darbe ile ışığa dönüşen su zerreciklerinin küreklerin ucundan adeta parıldayarak damladığını gördüm. Böylece meydana gelen ışık o kadar kuvvetlidir ki altında oturup bir şeyler okunabilir karşısında” der ve bu sayede çok aydınlık bir geceden bahseder.

Şekil 3.34: Arkada Sarayburnu ve Ayasofya manzarasıyla Galata Kulesi, Julia Pardoe, 1838.

101 Şekil 3.35: Constantinople. Phare d'Ahır-Capou, kartpostal, Atatürk Kitaplığı, Krt_004691.

Ayrıca 18. yüzyılda sıkça yapılan “çırağan” eğlenceleri de bahçelerin mum ve kandillerle aydınlatılmasını sağlamıştır22. Ancak bunlar daha çok devletin ileri gelenleri tarafından özel bahçelerde yapılan eğlenceler olduğu için kentin bütününü kapsayan ve herkesin katıldığı Ramazan kutlamaları kadar kent siluetinin gece algılanmasını tamamen etkileyen ve değiştiren bir unsur değildir. İstanbul, bütün bir yıl boyunca geceleri karanlık ve ıssızken yılda bir ay boyunca kutlanan Ramazan, kentin bütün görünümünü değiştirir. Ramazan ve kentteki diğer törenler soyut ambiyans öğelerinden oluştukları gibi siluetin temaşasını sağlarlar. İstanbul silueti, ambiyans öğeleri ve törenlerle birlikte bir temaşa23 ortamı oluşturmaktadır. Kente yaklaşmak, silueti oluşturan fiziksel öğelerin ambiyans öğeleriyle birlikte algılanması ve iktidarın gücünün sembolize edildiği kent siluetini ve mekanını kullanan törenler, siluetin seyredilmesine ve temaşasına olanak sağlamaktadır. Necipoğlu’nun (2017) Mimar Sinan’ın İstanbul külliyelerindeki camileri ön planı çıkaran tasarım anlayışı, “binaların mevkilerine duyarlılık ve uzaktan görünümlerine verilen

estetik değer, şehir siluetlerinde kubbeli dini anıtların görsel etkililiği” olarak tanımladığı

ve decorum24 kavramıyla ilişkilendirerek açıkladığı bu düzen aslında İstanbul’un kuruluşundan 19. yüzyılın sonuna hatta 20. yüzyılın ortalarına kadar İstanbul siluetinin bu seyirlik niteliklere uygun olarak gelişmesini ve korunmasını sağlamıştır.

22 Çırağan eğlenceleri ve İstanbul’da 18. Yüzyıl gece hayatı ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz: Wishnitzer,

2014.

23 Temaşa, hoşlanarak bakmak, seyretmek anlamlarına gelmektedir

(https://www.luggat.com/index.php#ceviri) .

24 Decorum, adab, uygunluk anlamlarına gelmektedir. Bir mekanın, bulunduğu çevreye, kendinden önceki

ve gelecekte yapılacak tasarımlar bütününe uygun ve duyarlı olarak belirli yazılı olmayan kurallar çerçevesinde gelişmesi şeklinde tanımlanabilir.

102 Bölüm 3.3.1.’de bahsedildiği gibi kente yaklaşırken belli bir mesafeden İstanbul’u görebiliyor olmak kentin ve siluetin seyredilmesine olanak sağladığı için anlatılarda en dikkat çeken öğelerden biri olmuştur. Mesafe kentin bütünüyle algılanmasına olanak sağladığı gibi onun gökyüzüyle ve denizle kurduğu ilişkinin de kolayca fark edilmesini sağlar. Attoe (1981), deniz ya da nehir kenarında kurulu kentlerin suyun bir çerçeve görevi görmesi ve algılanma için mesafe sağlaması nedeniyle siluetlerinin daha kolay ve etkili bir şekilde görüldüğünü belirtmektedir. “Kıyı önünde var olan şeffaf arayüz olarak

tanımlanan su yüzeyi, algılamada ve suyun ardındaki kent mekanını izlemede bir zemin oluşturmakta” ve algılamada şekil-zemin ilişkisini vurgulayarak siluetlerin ön plana

çıkmasını sağlamaktadır (Akarsu, 2009). Bu, hem İstanbul siluetinin seyahatnameler üzerinden incelenmesiyle elde edilen sonuçlarla hem de İkinci Bölüm’de Şekil 2.14’te UNESCO Dünya Mirası Listesinde görsel nitelikleriyle öne çıkan kentlerin genellikle su kenarında bulunmasıyla uyuşmaktadır.

Tez kapsamındaki seyahatnamelerde de kentin seyredilmesine ve bu temaşa için ortam yaratılmasına ayrıca önem verildiği ortaya çıkmaktadır. Temaşanın öne çıktığı kutlamalar içinde en çok bahsedilen Ramazan eğlenceleridir. Çünkü Ramazan ayında halk genellikle kutlama için kurulan alanlarda sabaha kadar satılan yiyecekleri alır, eğlencelere katılır. Ayrıca cami minarelerinin ve kubbelerinin kaftanlanması25 ve birden çok minareli selatin camilerinin mahyalarla aydınlatılması sayesinde kent bambaşka bir görünüme bürünür (Şekil 3.36, 3.37, 3.38). İlk olarak mahyanın 17. yüzyılın başında Fatih Cami müezzinlerinden Hattat Hafız Kefevi tarafından Sultanahmed Cami’nin minareleri arasına kurulduğu düşünülse de 1578’de İstanbul’a gelen Schweigger’in mahyalarla süslü bir cami gravürünün bulunması tam tarihinin bilinmediğini göstermektedir (Kara, 2010). Ancak Roma-Germen İmparatorluğu elçilik heyetiyle birlikte İstanbul’a gelen Crailsheimli Adam Werner (2011), Sultanahmed Cami’nin açılış törenine katıldığında mahyalarla aydınlatılmış ve hatta kaftanlanmış minarelerden bahseder.

25 Kaftanlamak / kaftan giydirmek: minare külahından şerefeye veya pabuca kadar minareleri dikey bir

şekilde ve birkaç hat halinde inen kandillerle donatmak. Bu bazen minare ile birlikte veya tek başına ana kubbe ve yan kubbelere de uygulanır (Kara, 2010).

103 İstanbul’un Ramazan ayı gezginler için görülmesi önemli dönemlerdendir ve sıkça bahsedilir. Le Corbusier’nin (2009) “havaya asılmış gerdanlıklara” benzettiği

“aydınlatılmış minareleri” seyretmek için hava karardıktan sonra Haliç’te ya da

Boğaziçi’nde kayık kiralayıp gezintiye çıkmak en çok yapılan aktivitelerden biridir. Edward Racynzski (1980) bunu “Ramazan gecelerinde İstanbul’a deniz tarafından

bakınca doyum olmuyor. Her evde bir ışık yanıyor. Böylece yedi tepe üzerinde kurulmuş olan şehir ışıl ışıl parlıyor. Ayrıca minareler renkli lambalarla aydınlatılıyor. Bunlar hepsi birden peri masalını andıran bir manzara arz ediyor. Bir kayık tuttum, bu güzel ve bulutsuz gecenin bir kısmını denizde dolaşmakla geçirdim” diyerek anlatır. C.J. Monk’a

(1851) göre festival lambalarıyla aydınlatılmış camiler arasında en güzel görünen Sultanahmet’tir. William Turner (1820) ise Ramazan ayında gecenin gündüze döndüğünü ve hiçbir dini inanışta bu aydan daha görünür (zahiri) bir kutlama olmadığını söyler.

1723/24’te Ramazan ayı boyunca İstanbul’un tüm padişah camilerine mahya asılmasıyla

Benzer Belgeler