• Sonuç bulunamadı

Olcay Özkan

İ

çten gelen bir irkilmeyle uyandı. Sanki yıllar boyunca uyuyormuş fa-kat tam o anda uyanması gerekiyormuş gibi hissetmişti. Baş ucunda duran saate baktığında 08:40 olduğunu gördü. İçinde nereden geldiğini anlamadığı, bugün her şey tam da olması gerektiği gibi olacak hissi vardı.

Yurt odasının penceresini tam olarak kapayamayan perdenin kenarından günün ilk ışıkları odaya çoktan girmişti. Kendini zorlayıp nihayet yatakta oturur pozisyona geldiğinde sessizce fısıldadı. “İşte bir gün daha başlıyor.”

Beton yığınları ile dolup taşmış sıkıcı kent Ankara’nın içinde adeta çöl-deki bir vaha gibi gördüğü ODTÜ kampüsüne bahar gelmişti. İsa Demiray yurdunun soluk yeşil renkli kapılarını itip kendini dışarı attığında doğanın kokusu içini huzurla doldurdu. İki yanı yeşilliklerle kaplı, kaldırım taşları döşeli yolda yürürken bir şey fark etti. Sanki burnu daha keskin koku alabi-liyordu. Çam ağaçlarının kokusu hiç olmadığı kadar güzel, güllerin kokusu ise hiç olmadığı kadar çekici gelmişti. Keşke bir arı olsaydım diye düşündü.

“Belki o zaman istediğim gibi uçabilir ve doğanın sonsuz çeşit tadını bu güzelliklerin üzerinden toplayabilirdim.” Kendi kendine gülümsedi. “Ama ne yazık ki bir arı değilim.” dedi. Menekşe kokusunu da içine çekerken so-rumluluklarını hatırladı ve saçma hayallerinden arınıp yola devam etti.

Makine Mühendisliği A binasına gitmesi gerekiyordu. Batı yurtlarından oraya kadar olan rotası çoktan aklında planlanmış gibiydi. Gıda Mühendis-liğinin merdivenlerinden çıkacak, karşıdan karşıya geçip Elf Yolu’na gire-cekti. Beton patikayı takip edip ağaçların arasından yeniden yola çıktığında ise iki dakika yürüyüp hedefine ulaşacaktı. Her şey olması gerektiği gibi olmalıydı.

Dik merdivenlerden çıkarken etrafta kimsenin olmadığını fark etti. Ha-fifçe esen rüzgârla birlikte hareket eden yaprakların hışırtıları bu sessizlikte ona hiç olmadığı kadar canlı gelmişti. Nihayet Elf Yolu’na geldiğinde nere-den geldiğini anlamadığı kuş sesleri sanki ruhunu okşamaya başladı. “Ne güzel bir gün oluyor.” dedi, kendi kendine. O an tek yapmak istediği orada saatlerce dikilip o sesleri dinlemekti. “Biraz yavaşlasam ne kaybederim ki?”

diye düşündü. Ne kaybedeceğini biliyordu. Düzeni bozmamalıydı.

Elf Yolu’ndan çıkıp karşıya geçti. Binanın tam önüne geldiğinde durdu.

Tam hesapladığı zamanda orada olmanın mutluluğunu hissetti. Binaya gir-mesine gerek yoktu. Bir an için bunun nedenini sorgular gibi olsa da sonra bu düşüncesinden vazgeçti. Durup düşünmek için zamanının olmadığını hissetti. O an tek yapması gereken, yemekhaneye doğru yol almaktı. Geç kalamazdı. Gidilmesi gereken yer neresi ise gidilmeliydi. Sorgulamak sade-ce zamanını harcar, düzeni geciktirirdi. O yüzden yola koyuldu çünkü her şey olması gerektiği gibi olmalıydı.

Çalıların arasındaki yoldan ilerledi. Şimdi baharın kokusunu çok daha keskin alıyordu. Kendinden geçmesine sebep olan bu kokulara kuşların şarkıları eşlik ediyordu. “Tanrım!” dedi. “Keşke bütün bu meşguliyetimin içinde birkaç dakikam olsa da bu güzelliğe kendimi kaptırabilsem.” Fakat birkaç dakika değil, fazladan tek bir saniyesinin bile olmadığını biliyordu.

Yola devam ederken daha önce yapmadığı bir şeyi yapmak geldi içinden.

Ellerini uzatıp parmak uçlarıyla yapraklara dokundu. Yürümeye devam ederken, sanki her yaprakla ayrı ayrı vedalaşıyormuş gibi hissediyordu. Ba-har güneşinin ışıklarıyla canlanan ODTÜ yerleşkesindeki bu kısa yolcu-luğu adeta bir veda törenine dönüştü. “İnsan hiç yapraklarla duygusal bağ kurar mı?” dedi kendine. “Kuruyormuş meğerse.” diye gülümsedi.

Yemekhanenin önüne geldi. Etrafta hiç kimse yoktu. Yemek yeme-yeceğini biliyordu çünkü aç değildi. O halde neden buradaydı? Güneşin batmaya başladığını fark etti. Uyandığından beri anca yarım saat geçtiği-ni hissetmişti. Nasıl olur da bu kadar hızlı akşam olabilir? Bir anlığına bu düşüncelere dalsa da sonra kendine geldi. “Neden?” diye sormak ne kadar da tehlikeliydi. Kafasını düşüncelerle bulandırıp geç kalmasına sebep ola-bilirdi. Oysa hava kararıyorsa yapması gerekeni biliyordu. Yurduna dönüp

ertesi güne kadar uyumak. Geç kalırsa düzen bozulabilirdi. Nedenleri dü-şünmek tehlikeliydi. Onu tek ilgilendiren sonuçlardı.

Hemen Endüstri Mühendisliğinin yanından geçen yola çıktı. Saçma dü-şünceleri beynini bulandırmış, geç kalmasına sebep olmuş gibi hissediyor-du. Kendini dışarıya ait hissetmemeye başlıyor gibiydi. Olması gereken yeri biliyordu. Düzeni bozmanın getirdiği stresle adımlarını hızlandırdı. TÜBİ-TAK Uzay’ın karşısındaki beton patikaya inen yokuştan aşağıya doğru yü-rüdü. O da ne? Onlarca kuş sanki onun için hazırladığı en güzel şarkılarını orkestra halinde söyler gibi cıvıldıyordu. “Gidin başımdan!” diye bağırdı.

Tek bir saniyesinin dahi olmadığının farkındaydı ama kalıp dinlemeyi çok istiyordu. Kulaklarını kapatarak koşmaya başladı. Yurdunun önüne kadar koşarak geldi. Ah, işte güzel kokulu güller… “Ne olur bir saniye durup sizi koklayabilsem?” diye geçirdi içinden. O an burnunun üzerine bir arı kon-du. Arı için sanki doğadan olan dileğini duymuş ve gerçekleştirmek için gelen bir periymiş gibi hissetti. Bir arıyla daha önce bu kadar yakın olmuş muydu? Hiç sanmıyordu. Küçük arı, özenerek topladığı çeşit çeşit çiçek özlerini burnunun içine bıraktı. Sonra bir çırpıda kanatlanıp gözden kay-boldu. Artık kokuyu her yerden alabileceğini biliyordu. Merdivenleri çıkıp kendini yatağa attığında içini bir huzur kapladı. Düzen bozulmamıştı. Ne garip bir gün geçirmişti? Bir saatte geçmiş gibi hissettiği günde hiç acıkma-mıştı. Yapraklarla vedalaşıp, kuşlardan kaçacıkma-mıştı. En garibi ise gün boyunca tek bir kişiyi bile görmemişti ama şu an bunların hiçbiri onu huzursuz et-miyordu. Gözlerini kapadı. Saat 23:59’du. Gözlerini kapattığı gibi huzurla uykuya dalmıştı çünkü biliyordu. Her şey olması gerektiği gibi olmuştu.

Saat 8:40. Ruhunun derinliklerinden gelen irkilmelere bu sefer hafif mide bulantısı da eklenmişti. Sanki yıllardır aynı saatte kalkıyor, aynı şey-leri yapıyor ve ertesi gün yine aynılarını devam ettirmek için yatağa gidip uyuyordu. Neydi onu bu şekilde bulunduğu hayata bağlı tutan? Birçokları-nın takdir edeceği derecede sorumluluk bilinci mi? Neden diye sormaBirçokları-nın yasak olduğu bu dünyada ne önemi vardı ki sorumluluklarının?

Düşünceler beyninden çıkıp kalbinin derinliklerine inmeden kendini yataktan dışarıya attı. Tek bildiği şey, kalbiyle düşündüğü zaman doğru ce-vaba ulaşacağıydı. Korkuyordu. Belki de mutluluk o kadar uzakta değildi.

Gözlerini kapamaktı belki de mutluluk. Neden diye sormamaktı…

Hazırlanıp çıktığında, ODTÜ’nün bahar gelmesiyle cennete dönüşen yerleşkesi karşıladı onu. Güllerin ve menekşelerin kokusu… Kuşların sa-kinleştiren sesi… Yurttan çıkarkenki yolun kenarındaki çalılıklarda ne kadar çok kuş vardı. Sanki hepsi onu selamlıyordu. Rengârenk güllerin arasında uçup duruyorlardı. Bu kadar gülün arasından menekşeleri seçe-miyordu. Orada olduklarını biliyordu. Kokularını çok net alıyordu fakat onları göremiyordu. “Neyse” dedi. “Onları arayacak zamanım yok. Bugün yapılması gereken başka şeyler var.”

Bugün Doğu Yurtları’na gitmesi gerekiyordu. Düşündükçe içini kıpır kıpır ediyordu bu his. Sanki orada uzun zamandır görmediği birisiyle bu-luşacakmış gibiydi. Sahi en son ne zaman biriyle konuşmuştu? En son biri-ne “Merhaba!” demesinin üzerinden binlerce yıl geçmiş gibi hissediyordu.

Kendi gibi birileriyle tek kelime dahi konuşamıyorsa ne anlamı vardı bütün bu koşuşturmanın? Tek kelime etmeyi bir kenara bırakıp en son ne zaman birilerini sadece gördüğünü bile hatırlayamadı bir an için. Kalp atışlarının hızlanmaya başladığını hissetti. Avuç içleri terliyordu. “Sakin ol!” dedi. “Ol-ması gerektiği gibi olmayan hiçbir şey yok.”

Yoluna ritmik adımlarla devam ediyordu. Elf Yolu’nun başına geldi. Ar-tık etrafta kimselerin olmaması garip gelmiyordu onun için. Bu yolu iki dakikada yürüyüp bitirmesi gerekiyordu. Aksi takdirde sorumluluğunu aksatabilirdi. Bunu asla yapmayacağını biliyordu. Şimdi tek isteği, yolda yürürken çeşit çeşit kuşların şarkılarıyla ona eşlik etmesiydi. Böylece mo-noton hayatının iki dakikasını renklendirebilirdi belki.

Yürümeye başladığında bir gariplik hissetti. Bu sefer ortalıkta kuşlar yoktu. Seslerini duyabiliyordu ama hiç birini göremiyordu. Yanlış bir şey mi yapmıştı acaba? Tek birini bile görmediği kuşların seslerini nasıl bu ka-dar net duyabiliyordu? Belki de bugün böyle olması gerekti diye düşündü.

Hızlıca Elf Yolu’ndan bölümlerin önünden geçen caddeye çıktığında büyük bir hayal kırıklığı hissetmişti. Yolunun devamına bu hayal kırıklığı ile de-vam etmenin düşüncesi onu rahatsız etti. Belki de Makine Mühendisliğini geçtikten sonra çalılarda göreceği yapraklar onu unutmamıştı. Kim bilir?

İçinde, en derinlerde, onu rahatsız eden düşüncelerinden arınmanın tek yolu doğayla dertleşmekmiş gibi hissediyordu. Ya doğa da ona küserse ne

olacaktı? O zaman bu kadar çok şeye tahammül edemezdi. Umuyordu ki geçen gün vedalaştığı yapraklar onu hatırlasın.

Heyecanla karışık kaygılarıyla yoluna devam etti. Makine Mühendisli-ğinin A ve B bloklarının arasından geçti. Şimdi iki yanı da yeşillerle bezen-miş yoldaydı. Heyecandan kalbi küt küt atmaya başladı. İşte kendisine uzun zamandır tatmadığı duyguları hissettiren yapraklar oradaydı. Kalıp konuş-mak için zamanının olmadığını biliyordu. Durmayacaktı da zaten. Sadece geçerken eliyle yapraklara dokunacaktı. Yapraklar da ona bir şekilde hayat-ta olduğunu hatırlahayat-tacaktı. Elini uzattı. Ayakları yola devam etmekte kararlı olsa da, ellerinin kontrolü ondaydı. Yürümeye devam ederken yapraklara dokundu. Her birine ayrı ayrı… İçindeki kaygı yerini korkuya bırakmaya başladı. Dünkü yapraklar değildi bunlar. Onunla konuşmuyorlardı. Yoksa yapraklar da mı ona küsmüştü? Bu kadar kötü ne yapmış olabilirdi ki hem yapraklar hem kuşlar ona küsmüş olsun? Artık bir önemi yoktu. En yakın dostlarını kaybetmiş bir insanın acısı vardı yüreğinde. Bir an yolunu kay-betmiş gibi oldu. Sanki sonsuza kadar bu yerleşkede bir yerlerden bir yerle-re yürüyecekmiş gibi hissetti. Hiç nedenini sorgulamadan…

Doğu Yurtları’na yaklaşıyordu. Yürüyen bir ölüden farksızdı artık. Ne çevresini dinliyor ne de bir yerlere dokunmak istiyordu. Kafasını öne eğ-mişti. “Güzeli görmeyen gözler, sevgiyi hissetmeyen eller ve doğanın ken-disini dinlemekten çekinen kulaklar neden var?” diye haykırmak istedi.

Yapamadı. Sahi, neden vardı tüm bunlar? Yaratılışlarının gayesi neydi? Bir insan sahip olduğu nimetleri doğayı keşfetmek için kullanmayacaksa ne-den bütün bunlara sahipti? “Ne kadar büyük bir israfım?” diye düşündü.

Daha sonra nasıl olduğunu anlayamadığı bir şey oldu. Bütün bu negatif dü-şünceleri beyninden kaybolup gitmeye başlamıştı. Bir ses sanki ona “Merak etme, olması gereken ne ise o olur.” diyordu. Şimdi biraz daha rahatlamıştı.

Evet, her şey olması gerektiği gibi olmalıydı ve olması gereken oluyordu.

Nihayet doğu yurtlarına geldi. 2. Yurt’un karşısındaki çimenlerde dur-du. Burnu bir şeylerin kokusunu almaya başlamıştı. Menekşe ve güllerdi bunlar. Birden çok sevindi. En azından çiçek arkadaşları ona küsmemişler-di. Her ne kadar gülleri göremese de rengârenk menekşeler keyfini yerine getirmeye yetti. Bu kadar rahat kokularını alabildiğine göre güller de

me-nekşelerin arkasında bir yerde olmalıydı. Bunu o kadar umursamadı. Bura-da biriyle buluşacağını hatırladı. Yoksa buluşmayacak mıydı? Tüm olanlar bir anlık hislerinden mi ibaretti? O an için karar veremedi. Belki de olması gereken buydu.

Sırada ne yapması gerektiğini düşünürken havanın kararmaya başladı-ğını fark etti. Hava kararıyorsa yapılacak tek bir şey vardı. “Yurda dönüp uyumak”. Dönüş yoluna koyuldu. Yol boyunca kafasındaki tek düşünce bü-tün bunların neden olup bittiğiydi. Yatağına girecek, gözlerini kapayacak ve ertesi güne hazır olacaktı. Tüm bunların sebebi neydi ki? Sanki milyon-larca yıl boyunca her gün bir yerlere gidip daha sonra geri dönecekmiş gibi hissediyordu. Kalbinin derinliklerinde cevabın saklı olduğuna emindi ama oraya inmeye korkuyordu. O derinliklerden bir daha çıkamayıp kaybol-maktan korkuyordu. Düşünceler beynini meşgul ederken yurduna gelmiş-ti. Yatağına girip gözlerini kapattı. Uykuya daldığında saat 23:59’du.

Soğuk ve sessiz bir yerdeydi şimdi. Yapayalnız… Beton duvarların ara-sında tek başına oturuyordu. Ne yapması gerektiğini söyleyen hiçbir şey yoktu. Sadece o ve düşünceleri… Düzeni bozuyormuş gibi hissediyor ve bu düşünceler onu dehşete düşürüyordu.

Gözlerini aniden açtı. Saat 08:40’tı. Rüya mı görmüştü? Yoksa bir şeyleri anlamaya mı başlıyordu? Yataktan kalktı. O da ne? Her sabah çıkıp gittiği odanın kapısı yerini soğuk beton bir duvara bırakmıştı. Arkasını döndü-ğünde kendini yeniden rüyasında gördüğü soğuk ve sessiz odada buldu.

Yoksa şu an gördüğü mü rüyaydı? Gözlerini sımsıkı kapadı.

Birden irkildi. Yatakta yatıyordu. Saate baktı. 23:59… Hiç uyumamış mıydı? “Yoksa kısa süreliğine uyuyup rüya mı görmüştü?” anlayamadı.

Sanki birçok şey aynı anda oluyor ve hiçbir şey o an olmuyordu. Olması gereken gerçekten bu muydu?

Gözlerini açtı ve ürkerek saate baktı. 08:40… Bir şeylerin farkına var-maya başlamıştı. Artık soru sormak yasak değildi sanki. Kimdi o? Neden bütün bu olaylar gerçekleşiyordu? Sanki bu beden ona ait değildi. Bir baş-kasıydı o ve olan biteni dışarıdan seyrediyordu. Adı neydi? Bunu düşünün-ce soğuk soğuk terlemeye başladı. Kendini zorladı. Hatırlayamıyordu. Çok uzun zamandır burada olduğunu fark etti. O kadar uzun bir zamandı ki bu, adını bile hatırlayamayacak duruma gelmişti. Gözlerini kapadı.

Saat 23:59. Artık her şeyin farkına varmıştı. Biliyordu. Kalbinin de-rinliklerine nasıl ineceğini bulmuştu ve orada kalmaktan korkmuyordu.

Korkarak ve risk almadan geçen bir ömür sadece bir ziyandı. Buraya ziyan olmaya gelmemişti. Kendinden son derece emindi. Gözlerini son bir kez sımsıkı kapadı.

Uyandığında sabah olmuştu. Başucunda duran saati, kaç olduğuna bak-madan hızlıca ellerinin arasına aldı. Bakmasına gerek yoktu. Saati biliyor-du. Saat olması gereken zamanı gösteriyorbiliyor-du.

Hızlıca yurttan çıktı. Daha fazla amaçsızca dolaşmak yoktu. Artık sa-dece ne yapması gerektiğini değil, neden yapması gerektiğini de biliyordu.

Elf Yolu’na doğru hızlıca koşarken bir anda durdu. “Ah! Neredeyse unu-tuyordum.” diyip arkasına döndü. Güllerden birini kopardı. Artık ne yap-ması gerektiğine kendi karar verebiliyordu.

ODTÜ’nün boş sokaklarından ve bölüm aralarından geçti. Kimse yok-tu. Olması da gerekmiyordu. “O” vardı. Her zaman orada olmuşyok-tu.

Elf Yolu’na geldiğinde ne yapması gerektiğini çok iyi biliyordu. Yolun ortasına kadar koştu. Artık etrafında sadece ağaçlar vardı. Artık bir yerlere acele etmesine gerek yoktu. Olması gereken yerdeydi.

Kafasını kaldırdı ve bağırdı. “İşte buradayım!”. Sesi ağaçların arasında yankılandı. Evi gibi hissetmeye başladığı ormanın derinliklerinden bir kuş uçarak geldi ve tam önüne kondu. Bir serçe kuşuydu bu. Hiç kıpırdamadan ona bakıyordu. Birazdan olacakları biliyor gibiydi. Kuşa “Hazırım!” dedi.

Küçük kuş onu anlamış gibi başını kaldırdı. Sanki bir şeyler söyleyecekti.

Ağaçların şahitlik ettiği bu monolog birden diyaloga dönüştü. “Hazır oldu-ğunu biliyorum.” dedi kuş.

Kalbi ağzına gelecekmiş gibi atmaya başladığında uzun zaman sonra gerçekten hayatta olduğunu fark etmişti. “Geç mi kaldım?” diye sordu kü-çük kuşa. “Hayır” dedi kuş. “Tam da olması gereken zamanda geldin.”

Her şeyin farkına varmanın getirdiği hafiflikle uçacakmış gibi hissetme-ye başladı. Neden burada tek başına olduğunu anlamıştı. Aslında tek başı-na değildi. “Başlayalım mı?” diye sordu kuşa. “Bubaşı-na senin karar vermen gerekiyor.” dedi kuş. Yurttan çıktığından beri elinde sımsıkı tuttuğu saate

baktı. Saat 19:56’yı gösteriyordu. ODTÜ kurulduğu ilk andan beri hep bu-radaymış ama hiçbir zaman orada olmamış gibiydi. Saati iki eliyle sıkıştırıp avuçlarının içinde parçaladı. Zaman durmuştu.

Her şey apaçıktı. Aynı anda binlerce bedendeydi ve binlerce beden sa-dece tek bedende toplanmıştı. ODTÜ’deki herkesin duyguları, yerleşkenin dört bir yanına dağılmış şekilde önünde duruyordu. Hepsini aynı anda hissediyor ve sonra hiçbirini hissetmiyordu. Yarım kalmış aşklar, hayal kı-rıklıkları, heyecanlar, sınav stresleri, korkular, sevinçler, üzüntüler, mutlu-luklar… Hepsine dokunabiliyordu. Daha sonra hepsi kayboluyordu. Aslın-da bütün duygular içindeydi. “Gidelim” diye bağırdı kuşa. Kuş bir çırpıAslın-da yerden havalandı. Artık onu engelleyen bir şey olmadığını biliyordu. Kuşun arkasından ayaklarının yerden kesildiğini hissetti. Uçuyordu. Yükseğe çıktı.

Daha yükseğe… Artık bütün kampüsü görebiliyordu. Aynı anda her yer-deydi. Özgürlüğün tadını alabiliyordu. Kalp atışlarının iyice hızlandığını hissetti. Bedeninin bunu daha fazla kaldıramayacağını biliyordu. Derken derinliklerden bir ses duydu.

“5…”

Ne demekti bu? Hiçbir anlam ifade etmiyordu.

“4…”

Ses yakınlaşmaya başladı.

“3…”

Hızlanan kalp atışlarına bedeni artık dayanamıyordu.

“2…”

Ne olacaksa tam şu an olması gerekiyordu. Aksi takdirde devam edeme-yeceğini biliyordu.

“1…”

Gözlerini açtı. Saat sabah 08:40’tı. Burası her sabah uyandığı odadan farklı bir yerdi. Tek bir kasını dahi oynatamayacak kadar yorgundu. Yeni-den uykuya daldı.

Uzaklardan, çok uzaklardan bir ses “Kemal!” diyordu. Onun adıydı bu.

Kendi adını duymayalı o kadar uzun zaman olmuştu ki… Yavaşça gözleri-ni açtı. Duvardaki saat 23:27’yi gösteriyordu. Başında, bölümden arkadaşı

olan Mustafa vardı. Mustafa’nın yanındaki adamı tanıyamadı. “İyi misin?”

dedi Mustafa. “Ben...” diyebildi sadece Kemal. Adam, “Konuşmana gerek yok, yorgun olduğunu biliyorum.” dedi. Kemal, yorgun gözleriyle içinde bulundukları odayı süzdü. Yerlerde beyaz fayanslar vardı. Duvarların rengi soluk griydi. Sedye gibi bir şeyin üzerine yatırılmış, üstüne de bir sürü cihaz bağlanmıştı. Cihazlardan duvardaki bilgisayarlara sürekli bir veri akıyor.

Bazı ekranlarda ne olduğunu anlayamadığı kodlar sürekli kendini güncel-leyip duruyordu. Kodların ne olduğunu anlamak için daha dikkatlice iz-lerken adam araya girdi. “Onlar senin düşüncelerin.” dedi, yüzünde hafif bir sırıtışla. “Neredeyim ben?” diye sordu Kemal. “ODTÜ Teknokent’teki bir yazılım şirketindesin.” diye cevapladı adam. “Sanırım sana bir açıklama borçluyum.”

Adam kenardan bir sandalye çekip oturdu ve anlatmaya başladı. “Ön-celikle adım Ata. Çok yeni bir teknoloji üzerinde çalışıyoruz. Bu teknoloji sayesinde farklı bilinçleri birbirlerine bağlayıp onların iletişim kurmasını sağlayabiliyoruz. ODTÜ yerleşkesinin her tarafına bu iletişim ağını açık tutan baz istasyonları kurarak tüm kampüsü bir sosyal ağa çevirmeyi plan-ladık. Tabi sistemi herkese açmadan önce deneyler yapmamız gerekiyordu ve bu deneyler için deneklere ihtiyacımız vardı. Senin gibi onlarca gönüllü deneğimiz oldu. Hepsiyle sistemde bir bilincin nasıl dolaşabileceğini de-niyoruz. Deney boyunca deneklerimiz yerleşkedeki belirlediğimiz alanlara gidiyor ve belirlediğimiz şeyleri yapıyor. Biz de burada, bu farklı davranış-ların bünyelerine nasıl etki ettiğini izliyoruz.” Ata derin bir nefes almak için durdu. Daha sonra sözlerine devam etti. “Yazdığım kodlar sayesinde denek-ler kendidenek-lerini bir simülasyonun içinde buluyor ve…” Kemal ağzını açarak adamın sözünü kesti. “Her şey olması gerektiği gibi oluyor.” Ata ve Mustafa şaşkınlıkla birbirine bakıyordu. “Ben de öyle diyecektim.” Dedi Ata. “Ay-rıca bu teknoloji sayesinde denekler öz bilinçlerinin farkına varıyor. Yani çevresinde olup bitenleri daha iyi anlayabiliyor ve kendi iç dünyalarının derinliklerine inebiliyor. Burada denekleri daha önceden uyardığımız yan etkilerle karşılaşabiliyoruz. Bazıları kendini bu olaya aşırı kaptırıyor. Hatta

Adam kenardan bir sandalye çekip oturdu ve anlatmaya başladı. “Ön-celikle adım Ata. Çok yeni bir teknoloji üzerinde çalışıyoruz. Bu teknoloji sayesinde farklı bilinçleri birbirlerine bağlayıp onların iletişim kurmasını sağlayabiliyoruz. ODTÜ yerleşkesinin her tarafına bu iletişim ağını açık tutan baz istasyonları kurarak tüm kampüsü bir sosyal ağa çevirmeyi plan-ladık. Tabi sistemi herkese açmadan önce deneyler yapmamız gerekiyordu ve bu deneyler için deneklere ihtiyacımız vardı. Senin gibi onlarca gönüllü deneğimiz oldu. Hepsiyle sistemde bir bilincin nasıl dolaşabileceğini de-niyoruz. Deney boyunca deneklerimiz yerleşkedeki belirlediğimiz alanlara gidiyor ve belirlediğimiz şeyleri yapıyor. Biz de burada, bu farklı davranış-ların bünyelerine nasıl etki ettiğini izliyoruz.” Ata derin bir nefes almak için durdu. Daha sonra sözlerine devam etti. “Yazdığım kodlar sayesinde denek-ler kendidenek-lerini bir simülasyonun içinde buluyor ve…” Kemal ağzını açarak adamın sözünü kesti. “Her şey olması gerektiği gibi oluyor.” Ata ve Mustafa şaşkınlıkla birbirine bakıyordu. “Ben de öyle diyecektim.” Dedi Ata. “Ay-rıca bu teknoloji sayesinde denekler öz bilinçlerinin farkına varıyor. Yani çevresinde olup bitenleri daha iyi anlayabiliyor ve kendi iç dünyalarının derinliklerine inebiliyor. Burada denekleri daha önceden uyardığımız yan etkilerle karşılaşabiliyoruz. Bazıları kendini bu olaya aşırı kaptırıyor. Hatta