• Sonuç bulunamadı

Sen yârini bihaber mi sandın Yoksa seni terkeder mi sandın

dendiği vakit Şeyh Galibi hatırlarız, ve onun edebiyattaki yeri hemen zihinlerimizde belirir. Mevlevi musiki bilginleri bu bahtiyarlığa nail olamamışlardır. Genel olarak (dede) tabiri eser sahibinin Mevlevi oldu­ ğunu anlatır. Herkesin (dede) dediği zat Hamamcı oğlu İsmail dededir. Zekâi, Osman, Salih dedeler bundan ayrıdır. Ve Mevleviler arasında başta Itrî olmak üzere Hafız Şeyda, Seyit Ahmet... gibi pek çok büyük üstatlar sayılır. Türk musikisi için iki kutup aranırsa basitlik içinde güzellik gösteren Bektaşi nefesleri; süs, ziynet, ihtişam örnekleri ara­ nırsa Mevlevi âyinleri gösterilebilir. \

ı .

Mevlânanm mesnevisi edebiyat ve felsefe tarihinde' yer almıştır. Bence mevlâna yolunda yapılan musiki eserleri mesneviden hiç te aşağı kalmaz.

ÜSTAT TAHİR OLGUN’ UN MEKTUBUNDAN :

H

azret-i Mevlâna’nın hayatile felsefesinin tahlili teklifine dair olan emirnamenizi aldım. Pirimin tezkir ve tebcili için bir eser tedvinine teşebbüs edilmesinden dolayı eski bir Mevlevi’nin duyacağı kalbi ve ruhî bir minnetle şükranlarımı arz eylerim. O eserde yazısı bulunacak faziletli zevat sırasında âcizinizin hatırlanmasına da ayrıca teşekkür ederim. Bununla beraber mevzuun ehemmiyet ve azameti kar­ şısında acz-ü- noksanımı söylemekten kendimi alamam.

Hayat ve irfanı tasvir olunmak istenilen o pek büyük z a t : o —i> jyf 1 ^

Buyurur ki «incir, her kuşcağızın lokması olamaz» demektir.

Aşk kim kalbe gıdadır nç yenir, ne yutulur. Bir demir leblebidir çiğneyene aşk olsun

Evet, Mevlâna’nın kudsî hüviyetini tarif edebilmek, benim gibi kuş- cağızların ağzına sığmayacak bir lokma, yahut bizim gibilerin çiğneye- miyeceği demir bir leblebidir. Binaenaleyh onu bihakkın anlıyanlara ve anlatabilecek olanlara aşk olsun.

Cenabı Pir:

a.* jL.

Buyurmuştur ki «Güneşi metheden, kendi güzünün iyi gördüğünü methetmiş olur» mealindedir. Abdi aciz, O güneşe bakabilecek göze ma­ lik olmadığım gibi o parlaklığı kavrıyabilecek nazara da sahip değilim.

Molla Cami gibi zahir ve batını mamur bir arifin :

Yani « Peygamber değil amma kitabı var » diye anlatmak istediği, Şeyh Galip misilli sözlerinin esrarını Mesnevî’den aldığını söyliyen mül­ hem bir Şairin :

Akranına bilvücuh faik Peygamber Rum denilse lâyık

Dediği Sahib Mesnevi hakkında ben ne diyebilirim ve ne cür’etle onu tahlile kalkışırım ?

Katralar çim vardılar deryaya lıamuş oldular

Denilmiştir. Aciziniz gibi ancak kendi dereciğinde şırıltısı işidilen damlacıkların, o marifet ummanı kıyısında sesleri kesilmesi; hem tabiat icabı, hem edep ve terbiye iktizasıdır.

Yine o Pîir-i Ekber :

yy jUo

*—il« ı_li jji ^ Cl

Yani «Meleklerin gıpta ettiği o zatı metli edebilmek için Felekler kadar geniş bir ağız isterim» buyurur.

Benim de o vüs’atte ve Mevlâna g ib i:

Mısraıyle anlatılan sözler intak eyliyecek bir kariham olsaydı ezelî ve ebedî hayranı bulunduğum o hakikat fezasının i genişliğile yüksekli­ ğinden belki bir parça bahsedebilirdim.

Mazeret; Allahın indindede, büyük adamlar nezdinde de kabul olu­ nur. Binaenaleyh kaldıramıyacağım böyle bir yük altında ezilmekten affımı dilerim.

Yalnız (Mevlâna’nm Felsefesi) ta’ biri hakkında bazı maruzatta bulu­ nacağım. Bu cür’etimin de müsamaha buyurulmasını rica ederim :

«Mevlâna Feylesof değildi, Sofi idi».

Yakın zamanlarda herkeste ve her şeyde felsefe aramak ve şarkın ricalini garbın adamlarile ölçmeye davranmak moda halini aldı. Bu mo­ da, yahut bu merak ilcasile felsefeye hiç münasebeti bulunmıyan So­ fiye hazaratına da feylesofluk isnat edilmeye başladı.

Bendenizin öyle yüksek bilgilere aklım ermemekle beraber felsefe ile tasavvufun ayrı iki meslek olduğunu ve felsefenin menşei akıl, ta­ savvufun me’hazı nakil bulunduğunu biliyorum. Feylesoflar arasında (lto — Reybî) lik, ( ¿İsi = Îkanî) lik gibi muhtelif düşünüşler mahsulü mütehalif mezhepler olduğu halde irfanlarının esası tevhit olan Sofiye- nin efkâr ve ezvakmda tamamile bir ittihat bulunması, o iki mesleğin menşe ve me’hazlerindeki başkalıktan ileri geliyor sanıyorum.

Zaten benim zannıma da hacet yok. Tasavvuf erbabı, felsefeyi ve mün- tesiplerini kabul etmiyor. Sırası geldikçe bu iki meslek arasında yakınlık bile olmadığını söylemekten geri durmuyor. Meselâ: Zahir ve batın ilim­ lerini cem’ ile hem medrese, hem tekkede muhterem tanınmış olan Molla Cami (jl^VIÜ. Lühcet-ül-esrar) isimli kasidesinde :

<1

pli- jL'Uy.

i, ‘ ¿y* j

jL'lf.l

¿ ,S L .

Yani «Yunan feylesoflarının hikmeti, nefsin ve havanın verdiği ves­ vesedir. Ehl-i- iymanın hikmeti ise Peygamberin buyurduklarıdır» diye­ rek felsefe ile tasavvufun ayrı ve birbirine aykırı olduğunu açıktan açığa söylüyor, yine o kasidede İbni Sina gibi bir dehayı - aklî sahibi için: «c— jc_y. ¿ t J*jl» yani «manevî rayihayı hazret-i A li’den ara. Ebu A li’ nin kokusu kerihtir» demekten çekinmiyor.

Hazret-i Mevlâna’nın pederi Sultan-ül-ulema’nın, yurdu bulunan Beİİı- ten çıkmasına da bu ayrılık ve aykırılık sebep olmuştu.

Sultan-tll- ulema âlim ve ârif bir Sofi olduğu için zamanında felse- fiyat ve akliyat ile uğraşanlara atar tutardı ki onlar arasında meşhur (Fahreddin Razî) de vardı. Bir gün Belh hükümdarı, Fahreddin ile bir­ likte cami’ye gelmiş, Sultan-ül- ulema’nın vâzını dinlemek için oturmuştu. Sultan-ül-ulema, Yunan hükemasının felsefelerini ve onların eserlerile uğraşan zamanı ukalasını tenkit ediyordu. Söz arasında «Bir takım kim­ seler, Allah kelâmını bırakıyorlar, feylesofların eskimiş ve bıkılmış söz­ lerini okuyup anlamıya çalışıyorlar. Bu gibiler nasıl kurtuluş ümidin­ de bulunabilirler?» dedi. Bu söz, Fahreddin Razi’ye dokunduğu için hükümdarı Sultan-ül- ulema aleyhine kışkırttı. Nihayet Sultan-ül- ulema ve o vakit çocuk bulunan Hazret-i Mevlâna’nın hicreti vukua geldi.

Mevlâna’nın menakıbine dair yazılmış olan kitapların hepsinde bu hâdise kayıtlıdır. Mesnevî’de ve (¿j LU' mes’elesiniıı tahkiki sıra­ sında :

<j'Jj'j cSj'j

Yani «Bu bahiste akıl, yol seçebilseydi Fahreddin Razî, dinin esra­ rına vukuf peyda etmiş olurdu» denilmiş olması da ö tarihî kaydın doğ­ ruluğunu gösterir.

Bizzat Mevlâna’nın felsefeyi ve feylesofî telâkkisine gelince Mesnevi’ nin dördüncü ve ikinci ciltlerindeki şu beyitlerden anlaşılır:

j-. jlf

Yani «Feylesofluk sırrından kurtulmaları için ashab-ı cennetin çoğu safdil kimselerdir» <_ıUY” (£jî* **»>! ıj U jfll* jljO 1) cjI ^ 1^ İa 4^—«>> J-“»'; J^. ¿r* j r jV —-* ıj~^ JUL-ot‘ j l _)l J^.ıj J U lİJ

•*

Jr- (*"331-

j - i

¿-i 3'

f J

3

l^* -i- ^ -

5

İ-V-JJ cijC

i-3^ ^ U» j j J - (i1 ^ j i ¿1 .3 ~ S jj L . jl jL ¿jy jjTİ, XJ -î-3 ) «=— ?■ j. i n ■X) 3J) 3) jl ^ ‘la jy c5-^—' —4 ) ıS-*-- ^U » f S " jl iZ>3 33> ^—k c—0 3) f jLuı-l iiü *- i? ^ Jİ <j_> j

Yani «Bir çocuk, Mushaf’dan ( |jt > âyetini okurdu ki meali şu idi: Suyu menbaındân kesersem, onu toprağın derin­ liklerinde gizlersem, kaynakları kurutur, bulundukları yerleri çorak bir hale getirirsem, o suyu benim gibi emsalsiz bir fadl-ı- kerem sahi­ binden başka tekrar kim çıkarabilir ? Mantıkçı ve hakir bir feylesof o sırada mektebin yanından geçiyordu. Âyeti işidiııce lâyıksız bir kimse olduğu için: Biz kazma ile kazar, kürekle toprağı atar, suyu aşağıdan yukarıya çıkarırız ! dedi. Gece rüyasında gördüğü arslan gibi bir adam, ona bir tokat vurdu iki gözünü kör ettikten sonra: Şaki herif; sözünde sadıksan iki gözünün kaynağından nur çıkar bakalım dedi.

Feylesof, sabahleyin sıçrayıp kalkınca gözlerinin kör olduğunu, fe­ yizli rüyet nurunun onlardan uzaklaştığını anladı.

Eğer tazarru ve istiğfar etseydi gözlerinin sönen nuru, hakkın ke- remile yeniden parlardı. Lâkin istiğfar etmek de elde değildir. Tövbe zevki, her sarhoşun mezesi olmaz» Mevlâna, bu beyitlerde feylesofu (müstehan) kelimesile tahkir ettiği g ib i:

Birinci ciltte de :

lji>3 J?>3) ) yİ _^L. j_l»

j j jUj j U j j . j f '

ı^* j-i*

Yani «Feylesof, fikir ve zan ile meşgul olur da onların fevkindeki şeyleri inkâr eder. Sen ona: Git de başını duvara vur! de. Feylesof,

Şeytana da inanmaz, fakat o anda Şeytanın maskarası o lu r !» Beyitle­ rde feylesoflar hakkında ulu orta sözler söylemiş, felsefenin ıııe’hazı olan aklin bile maakulat haricine çıkamıyacağını, aşkı İlâhı gibi fevkal- akıl olan zevkıyatı idrâk edem iyeceğiııi:

J~x; J**

jile } J--

Yani «Akıl, aşkın şerhinde çamura batmış merkep gibi âciz kaldı. Aşkın da, âşıklığın da hakikatini söyleyecek yine aşktır» beyitile ifade eylemiştir.

Buraya kadar olan perişan sözlerimden ve arz ettiğim misallerden Hazret-i Mevlâna’nın feylesof olmadığı ve bütün Sofiyye ricali gibi fel­ sefeye iyi bir nazarla bakmadığı anlaşılmıştır sanırım. O halde fey­ lesof olmıyan Mevlâna’nın felsefesi de olmıyacağı pek tabiîdir.

* * *

Ankara Kütüphanesinin müdür muavini fazıl ve muhterem bay Ah­ met Remzi’nin Mesnevî’den toplayıp ta (Münacat-ı- Hazret-i Mevlâna) adını verdiği tazarruatı bendeniz vaktile tercüme etmiş ve mukaddime­

sinde şu sözleri de söylemiştim :

« . . . İhtimal ki Mesnevî’de (Ş i’riyet) arayanlar, onun muktebesatın- da da bunu bir nakisa-i edebiye sayarlar. Lâkin bilmelidirler ki Mesne- vi’de şiir değil, maarif ve hakayık ve tevhide müteallik dekayik bulu­ nur. Mesnevî’nin:

£***'I U>-1^ j\c.

Yani «bizim Mesnevi, vahdet dükkânıdır. Münderecatında Vahit’ten başka ne görürsen o, puttur» buyuran Nâzım-ı- Vahdetperestî :

¿j* j I -1. 5 ^ ¿r* J-tJl Jy -İJJ V 15 j ' j j j'r.-s A ->y J /

fj?* y\> «-v» ı>.' J & t"

Demiştir ki «Ben kafiye düşünüyorum, sevgilim ise benim didarım- dan başka şey düşünme. Ey benim kafiye endişim; benim indimde ka- fiye-i devlet sensin. [ki vuslat demektir] Binaenaleyh hoş ve âsûde ola­ rak karşımda otur. Harf nedir ki onunla meşgul olacaksın? Harf nedir? Bağlamı etrafındaki dikenden duvar gibidir. Ben harfi da, savtı da, on­ dan mütehassıl kelâmı da ortadan kaldırır, bu üçünün tavassutu olmak­ sızın seninle konuşurum diyor» mealindedir.

Demek ki Hazret-i Mevlâna; şairliği ve dâhiliği değil, ancak ve an­ cak llâhîliği düşünmüş ve onu gaye edinmiş.

4 9

A» 1 li y>~

Şurası da bilinmelidir ki Cenab-ı Pır efendimiz, hakayıkı Rabbaniye neşri emeline mukabil kafiyeperdazlık hevesile söz söylemiş olsaydı İran edebiyatının eş’ar-iiş-şuarası olurdu, fakat Sâdât-ı Urefâ ve Hazarat-ı Sofiyye’nin Mevlânası olam azdı. . . »

Şu satırları aşağı yukarı yirmi sene evvel yazmıştım. Mevlâna’nın şairliği hakkında bugünkü kanaatim da budur. Nitekim kendisi de :

jj' f'j £ İT

jy* jy- i c—*

Yani «Şiir, benim indimde nedir ki onunla öğüneyim. Şâirlerin fünun-u edebiyesinden pek başka benim bir fennim vardır» diyor.

Diğer yazılarına gelince: Vücudu; hakkın zuhuru, mevcudatı; hakkın müzahiri görmüş, o görüşle hilkati ve onun en bedî’ bir eseri olan insa­ niyeti, enfüsî ve âfakî olarak anlatmak için yazmıştır. _ hazretleri, Mesnevî’nin birinci hikâyesine başlarken:

Yani «Dostlar, şu hikâyeyi dinleyin. Doğrusu o hikâye değil, bizim halimizin aynıdır» buyurur ve Mesnevî’de beşerin en âlî ve İlâhî fazi­ letlerini tasvir eylerken en süflî ve denî ihtiraslarını da ortaya kor. Bunların birincisinden maksadı: O faziletleri kazanmıya tergıp, İkinci­ sinden muradı: O ihtiraslardan kurtulmıya te ş v ik tir...

Mevlâna’ yı anlatmak için değil, emirnamenize cevap vermiş olmak için söyliyebileceğim sözler bundan ibarettir.

Değerli âlimlerimizden İsmail Fennî Ertuğrul’un “ Mevlâna

Celâlüddin-i Rumî’nin Şems’i Tebrizî,, divanından (*) ve diğer

muhtelif yerlerden alıp terceme ettikleri müntahap parçalar.

c—j ( i l k t jT &

jj

tSV:

ı£ \y *

jl

<=- ox-

«x. (

jijj*

çy

ü -'¿j ^ j ' ıi'>-

Sen ne cevhersin ki bahana hiç kimse mâlik değildir. Cihan neye mâliktir ki senin atıyye ve ihsanın olmasıın. Senin ruhsarından mahrum olarak yaşayanın çektiği cezadan daha fena ceza var mıdıı ? kulun lıeı ne kadar sana lâyık değilse de onu cezalandırma.

U> $ jile 3j\ X

Hâdisatı âlemin dalgaları içine düşen yüzmekle kurtulmaz, çünki o senin âşinâ ve dostun değildir. Âlemin bekası yoktur, varsa bile onu fânî addet, çünki o senin bekana vakıf değildir.

(¿h) J ¿'cr£’î »X U! J-y- y j j i i ¿y» ıSl/V -T jV ^ ^ ^ jt- > tSİ* Senin ruhunla mat olan şah ne kadar mes uttur!. Senin yüzünden mahrum olmayan kimse ne kadar hoş bir likaya mâliktir. Gönlümü ve canımı her an senin ayaklarına atmak isterim. Senin ayaklarının tozu

j l i y <*j. y t i ' ** 1:1—F ;L .

¿y. çi. ) ¿.-¿e— & y i

Senin havan kuşların cümlesine mübarektir. Senin havanda olmayan kuş ne kadar nâ mübarektir. Senin zahminden kaçmam, çünki senin belânın ateşine yanmayan gönül katı ve hamdır.

ı j»'/ c.yS' j ç.ljf' \j j ^ *-—-

c_* y ^5Üa \t/* &

Senin medh-ü-senâna ve senâkârlarının nihayeti yoktur. Hangi zerre senin medhinle hayran ve serkerdan değildir. (Nizâmî) nin nazm ile dediği g ib i: Cefa etme ki benim senin cefana takatim yoktur.

(*) — Hazreti Mevlâna bu dîvanı, kendi Şeyhi olan Şems-i- Tebrizî’ nin ibkayı nâmı için yazmıştır.

(1) — “ Her an sana kemâli-huzû’ ve hıışû ile arzı ııbudiyyet etmek isterim. Sana ızharı-zillet ve iftikar etmeyen can gamnâk ve mükedder olsun„ demektir.

olmayan canın başına toz saçılsın. (1)

C~i>y ^

1—* y ıjM; I y-* 1 &

m.\i y ^ lü I -ıV a > AA • Li l) yy tîl" j' y y jf

C*,—c y ijl-d'" Jj j . aI -d*”” l£j.j? 5 İsi Jt»

Âfakın cemâl ve mefhari olan Şems’i Tebrizî : Hangi padişah can ve gönülden senin dilencin değildir ?

—i i j j l f y^ 1 —i> ^ L_r" O -İS * V j 0^._jiş- ,_$-Vo ^

ü^- j l 4 Ijr.j j l ¿ j j £ yt~* J j X ^Xx£ & C.C ^a> ,_$ Jo ^

Gördüğün her nakşın cinsi (aslı) lâmekân’dır, nakış gitti ise gam de­ ğil; gördüğün her suret, işittiğin her nükte fena bulduğundan dolayı gamkîn olma, zira hâl böyle değildir.

sL 4— *—■—^ ^ ^ uUİ

c'- ı j l j ■'o-—j- \j i».

Asıl menba’ bakî olunca onun fer’i daima sâkîdir (so la r), bunların her ikisi de zeval bulmayınca (kesilmeyince) niçün feryadüfigan ediyor­ sun?. Çan’ı menba’ ve bu mahlukatı nehir gibi bil (tasavvur et), menba’ bakî oldukça ondan nehirler akar.

¿.«ı Iy j t^_>l l Cj^ jl O—ilo j j i; & w—

d,* i ’r v ' <jı 3' or Jh.

j U r j-0 ¿ — ^i j'3

o~lU» \j <r jl x)ljj j }3^ j_j>. e.— _jji jji» i

Gamı zihninden çıkar, ve bu nehir suyunu daima iç, suyun kesile­ ceğini düşünme. Çünki bu su nihayetsizdir. Bu varlık âlemine geldiğin ândenberi kaçabilmekliğin için senin önüne bir merdiven konuldu.

o_Hr j j ? y j- <j-' y t S ^ & 1 oLl J-\ Lsiy. jL>- J_jl

w — pj>- &¿j jl a— jlij.} Ja- ) 3- l> j l —il y j l jl

Evvelâ cemad idin sonra nebat oldun, olvakıt hayvan oldun (bunun nasıl olduğu) senin için gizlidir (bir sırdır) (*). Ondan sonra İlim, Akıl ve lyman’ la muttasıf İnsan oldun. Bak, Arzın bir cüz’ ü olan Ten, nasıl Kül oldu.

JA—jlc—'l J. CaU. j l jl Ü4®j (j*_I j ı S ^ ^ 1J* j y^ jl~ıl j

c—i O1 S 3 j f (Sy£. y S ja i 1" jC j l ja ¡j. jaAj f 15-1“ j jl jl;

Seyr ve sülük edince insandan şüphesiz Melek olursun. Topraktan halkedildikten sonra yerin Gök oldu, Meleklikten de geç, o deryaya git ki senin damlan yüz ummana bedel olan bir derya olsun.

(*) - Maksat: “ İnsan evvelâ cemad idi, sonra cemad nebat oldu. Nebat dahi hay­ van şekline girdi,, demek değil, “ ınevâlîdi-selâse tedricen vticude geldi, Rûhu-a’zam. her şeyin isti’ dâdına göre tedricen tezahür etti„ demektir.

y -Oİ jlo-j y Jj ¿¡jl jaÇ Bu oğuldan (hayatı - dünya zinetlerinden) geç. Candan daima : Sen birsin: de. (zikrullah ile meşgut ol. Eğer cismin ihtiyarladıysa gam çe­ kecek ne var, can gençtir.

O—o,’ jtc yf- y\ j 3y -T4. - —y jlo £ I j -rj> jT

i? jl? Jİî j. > X - — *» J " £ c.— • j 3 O—Sİy*. jU yy ^ <>• O——^>- C^ZS'

Aşkt-hakıykî gömleğini giymeyen ruhun yokluğu iyidir. Çünkü onun varlığı âr ve şînden başka bir şey değildir. Aşkta mest ol ki her ne varsa o aşk’tır. Aşk alış verişi olmayınca yâre yol yoktur.

jLı=M o - j jL^-l jjkV*

Xı j l— j.—' £ l— la—' 1 7^*A

Aşk nedir? derler. Sen deki: ihtiyar ve iradenin terkidir. Her kim ki ihtiyardan halâs olmamıştır, onun ihtiyarı yoktur. Âşık padişahların padişahıdır, iki âlem onun ayaklarındadır. Padişah, ayaklarında olan şeye hiç iltifat etmez.

—— J L— « & “O j yy (J 3 O-*’ ¿ jS "jLVlj jU

l*' £ 0-1 J^lc j 0-1

b

‘ ¿s "

Jb-^*

ı S s f ) £

ir

Tâ ebed baakı olan şey aşk ve âşıktır. Başka şeye gönül verme ki o âriyyetten başka bir şey değildir. Ölü bir ma’şûku ne zamana kadar derâguş edeceksin? Canı derâguş etki onun nihayeti yoktur.

'—

h

? Âr-

y

J

1

J-u b (J—*

jl

&

3>c. Jİ j jÇ jT” j l

O - A , j L â - J 3y. y y z i j l 1 i O - j l j l jU. 3y j Ç - . j l ¿ J T j \

Baharda doğan şey güz mevsiminde ölür. Aşk gülzarına nev-bahar- dan imdat yoktur. Baharda husule gelen bir gülün arkadaşı dikendir. Ve şıradan hasıl olan şarap humarsız değildir.

O—x» jlla jl j! ys -uîlj yoZZ* olj j j j3 ^ ajIiâ>

0_X, j b - i j f Z ^ jT

¿3

¿ y T ¿.I ¿~y yM J " \ y 33 yM Xü J_ Bu yolda seyirci bir müntazır ve müterakkıp olma, Allaha kasem ederim ki intizardan beter hiç bir ölüm yoktur. Eğer kalp (sahte) de­ ğilsen gönlünü hakıykî akçe üzerine bas. Eğer küpen yoksa bu nükteyi dinle.

c— jl>-> ¿jj, & j jj.* ¿f ,_^,l j

w-~i> jfei ; ij^'^ ^"c\ı_ı ¡s;) j_>j- |»ı> *” îjUj j ¿r'Uj ı^ijjji Ten atının üzerinde titreme, yükü hafif piyade ol. Allah ten üzerine suvar olmayana kanad verir. Endişeleri bertaraf et, üzerinde nakş ve suret olmayan aynanın yüzü gibi tamamiyle temiz kalpli ol.

jl_. j i . ¿ S ¿ J J <5jj ojl- jlj o-jl y i Ajl «jL jy>-

*—H? j-**- } (*>"" '— <bJ b.^" a^j

Ayna nakıştan hâli olunca, nakışların cümlesi ondadır. Bu temiz yüzlüden hiç kimsenin yüzü mahcubolmaz. Temiz ayna istersen onda kendine bak. Çünki o, doğru söylemekten utanmaz ve sakınmaz.

jLi

\y £ "a

A Jj

l

o»L

(jj

j j a\ ¿jj jy *.

* j b jb j ' j jb jb z— J" > t* j J Jj > jL » ¿Cl

Demir yüz, fark-u-temyizden bu saflığı bulunca, kalbin tozdan ârî olan yüzünün neye ihtiyacr vardır ?. Lâkin demir ile kalb beyninde şu fark vardır ki kalb sır saklar, demir ise sır saklamaz.

ıjL ile ğy+ ¿b, ö)j. J.I 3I ıib-*b/. j'-o b ,_y_! c_;

j

Is ¿»--il (j-.je tS3b'b °^bb*

c$3b ‘■JX |*^*

î

_53^"

jl;

y

Ey gönül geçmek üzere olan bu dünyaya niçin bağlandın? Bu ağıl­ dan uç, çünki sen ruhanî âlemin kuşusun. Sen sır perdesinin arkasında mukıym halvetgüzin nazlı yârsın, bu fânî makamda niçin karargâh itti­ haz ediyorsun ?

j b j'tb y . jk ı_r^~j (S j* - )j . Ö)J' Is j ö iy^ Jlb.

Jb-, r lî* J j i y f \ xil» ¿ J j Lş-'l U A ^ f „ X ^ -as jile £ y * y Kendi hâline bir nazar et, dışarı git; suret âleminden kuşlarla dolu- olan maâlî âlemine bir sefer et. Sen âlemi-kudsînin kuşu, meclisi-ün siyetin nedimisin, eğer bu makamda kalırsan yazık olur.

b..^ Oj e ^"y*~A> l—Aı. {£j. OJ £

I yX-, y b û e b a.j y** 4...^ y I

4İA.İA* 7- O I . J ^ a*

(j'. A J.

Her sabah sana: ne zaman yolun tozunu bastırırsan, mahalli - maksu­ dun yolunu kazanırsın: diye bir nida gelir. Visal kâbesinin yolunda bak, her dikenin kökünde binlerce bülbüller (âşıklar) ölmüşler, merdane can vermişlerdir.

ıj Lıi c—j i ıSjfj iSy.i J-*L' ) X-ı*Zjy ¿j ¿j.ji c_^ jlj*

b y & j l j jX\s&' ojlı» (jJLi- tijjjl jj J.dL» j j._), jU

Bin hasta bu yolda öldüler, vuslat kokusunu getiren latif bir rüzgâr dostun köyünden bir nişan getirmedi. Onun bezini - visalinin hatırasiyle cemalinin erzusunda onlar bildiğin şaraptan sergerdan olarak düştüler.

j L->j j)J, ıj~l>) cib. <ı\z~ı\ j. ,j-i yy. ^*9. ı j “}*’ *j-

j t » »>- J j j ^-—3^ LrW’- J. 9 j^ J y H b-3^ ^

Onun hanesinin eşiği üzerinde onu görmek için, bir geceyi gündüze erdirsen ne hoş o lu r!. Kendi cesedinin hasselerini canının miriyle ten­ vir et. “Havassıhamse,, namazdır ve gönül seb’a-mesani (fatiha) gibidir.

i j l f . ¿ 4 b t S y j J - 9 ? ö b J r - i — \ J K S * C .A * J j 4.* ) J »

J jj Ojl—j ¿ 4 ^ ıJ.b' ¿f.Jl cJjJ j Cja l-~-

A y ve güneş ve yedi feleğin mihveri yutulur (görünmez olur), Can süheyli (yıldızı) rüknü - Yemânî (Kâ’benin cenub köşesi) tarafından doğ­ duğu vakit; bu cihanda saadet-ü-devlet arama, çünki bulamazsın, iki cihanın saadetini onun kulluğunda ara.

j b &j-ü jr. 'A>_ S°xy y

^ U.® OİS^At 4. ’ w.--_}l £ yy j.j? j*** u—-3

Yolcuların (sâliklerin) söyledikleri aşk hikâyesini bırak, sen Allaha kaadir olduğun kadar kulluk et. Ahiret saadetini Tebrizin medarı-fahri olan Şems’den ara, çünki ruhaniyet tahtının her türlü maarifi haiz gü­ neşi O’dur.

b b o ' ı£. y ji»

ıS j? ¿ W f ° X) j j

Senin canında bir can vardır o canı ara. Senin dağında bir mâden vardır o mâdeni ara. Sâlik Sofi, eğer kaadir isen onu kendinin haricinde arama, kendinde ara.

l / j l

c —^ y

\ j' y y ? y jjjy.

z—’j \ ia ¿Jl»- z.—>1 j £o-\/ I

ciT c-i) ^ bb

insaf e tk i aşk iyi iştir, bozukluk tabiatın fena olmasındandır. Sen kendi şehvetine aşk ismini veriyorsun, şehvetten aşka varıncaya kadar çok yol vardır.

C —•* \ jlj al j j\ Ov— c— »l_> ¿e» j. y J j jl j U (il

C.— »L» jlj oA jL » t->l O—¿j»- «—»l _j>- jj« Jj Ijr.j

Ey canan! senin gönlünden benim gönlüme yol vardır, ve o yolu aramaktan gönlüm agâhtır. Çünki benim gönlüm safi su gibi hoştur, safi su ayın âyinedarıdır.

l J t* j, _ f\

isy. *. (j-jl L J J

Eğer şehvet ve hava meyl-ü-hâhişiyle gitmek istiyorsan sana haber vereyim ki fakıyr ve mahrum olarak gideceksin. Eğer bundan geçersen ne için geldiğini ve nereye gideceğini ayan olarak görürsün.

OiJ jtl I y |J. &jr?- «ü*jl ı/l.»*" ^ ıi-^1 ^ jr-

c—'Lr jj3 ¿j j j'ji j »./■> (j-j ^ ^ D.' '«i—li- j 1. J6™* J Jij lSjjjj o-lki- jls'

Bana “bu dertlerin hepsi ne içindir, ve bu na’re ve âvâz ve sarı beniz ne içindir, diyorlar. Ben de “ böyle söyleme, çünki bu yanlış bir iştir; git onun ay gibi yüzünü gör,, dedim, müşkül ortadan kalktı.

*~,r m jy?

j ll»-

Put, senin yanağın olunca putperestlik pek hoştur. Şarap senin ka­ dehinden olunca pek hoştur. Aşkın varlığında öyle yok oldum ki o yok­ luk bin varlıktan daha hoştur.

y^-yy ^—1 flfj ¿A j yy

¿~* 3' ts~- ^

j ) J y - ' j i ( S s y . 3 ' s ~ - it r 1* J J J t £ j . \ j l ¿ y . ( S M y

j.>y i_r-iI ıJİ o-~ 1» y X

Nasihat kabul edicilikten dolayı iki üç gün cehdet, tâki ölmezden evvel ölesin. Dünya ihtiyar bir kadındır, ihtiyar bir kadınla iki üç gün ünsiyet etmezsen^ne olur.