• Sonuç bulunamadı

Nazlı Eray’ın eserlerinde tüm mekânlar sahnedir. O bazen tamamı ile bir şehri, roman kahramanları ve olayları için bir mekân olarak kullanır, bazen de bir semt, cadde ve sokak yaşanan hikâyenin dekoru olmaktadır. Romanlarında ve hikâyelerinde yer alan semt, cadde ve sokaklar yazarın, tamamını bizzat gezdiği veya orada yaşadığı mekânlardır. Ona göre mahallelerde gerçekleşen olayların çoğu

birbirine benzer, her gün aynı etkinlikler yapılır ve olaylarda bir döngüsellik vardır. Başına gelen hoşnut olmadığı bir durumdan sonra, canı sıkıldığında veya bunaldığında, herhangi bir yeri keşfetmeye çıktığında kendisini caddelerde ve mahallede bulur. O, hikâye ve romanlarında en çok İstanbul’un ve Ankara’nın belli başlı semtlerinde dolaşmayı yeğlemiştir. Çünkü bu semtler, caddeler ve sokaklar yazarın, çocukluk ve özellikle ilk gençlik hatıralarının yer aldığı mekânlar olarak karşımıza çıkar. Çoğu zaman dolaştığı sokakların isimlerini vermeden sadece ‘kendimi sokakta buldum.’, ‘kentin sokaklarında dolaşıyorum.’ ifadesinde bulunur. Mahalleler ve caddeler iç içe bulunduğu için bazen onları sadece isimleriyle art arda sıralamakla yetinir. “Ülkeler ve Şehirler” başlığında kısmen değinilmiş olsa da çalışmanın devamında Eray’ın eserlerine taşıdığı İstanbul’un ve Ankara’nın belli başlı semt, cadde ve iki sokağı incelenecektir.

Yazarın, Yılanlı İzzet Efendi isimli hikâyesinde mekân olarak İstanbul’un semti olan Beşiktaş vardır. 1907 yılının İstanbul’u anlatılırken, Serencebey Yokuşu ve Beşiktaş semti söz konusu edilir. Yazar, böylece İstanbul’u anlatmak ister. Hikâye, yavaş yavaş akşam olurken şehremini muavini İzzet Efendi Beşiktaş’ta Serencebay Yokuşu’ndaki üç katlı ahşap konağın en üst kat salonunda bir aşağı bir yukarı dolaşıp durmasıyla başlar. İzzet Efendi bu konakta hiç evlenmemiş kız kardeşi Zehra Hanım ile birlikte oturur. İzzet Efendi evde bunaldığı zaman akşam serinliğine karşı kalın hırkasını giyerek balkona çıkar. Ön balkondan tüm Serencebey Yokuşu, Beşiktaş sırtları görünür. O zamanlar sokaklarda atlı tramvaylar vardır. Balkondan bunları izlerken bir yandan da içine İstanbul’un havasını çeker ve Yıldız Sarayı taraflarını izler. Senelerce evlenmemiş olan İzzet Efendi, evde yılan beslemektedir. Yılanın evden kaçmasıyla İzzet Efendi, Serencebey Yokuşu’na fırlar ve sokaklarda onu arar. Beşiktaş’ın sonu denize varan pek çok yokuşundan en dik ve en uzun olan bu yokuşun bir tarafı denize bir tarafı yıldız sarayına varır. Yokuş, bir taraftan bulvara diğer taraftan Çırağan’a inen şahane sokaklara sahiptir. Köşedeki bakkalı, minik sahaları, esnafı ve Arnavut kaldırımıyla gürültüden uzak gerçek bir mahalledir. İzzet Efendi yılanını bulana kadar anlatıcı bizi bu semte bağlı yokuşta dolaştırır. Kahraman, bir müddet sokakları dolaştıktan sonra yılanını bulur ve eski konağa gelir. Uzaktan, anayoldan geçen atlı tramvayların şakırtısı duyulur. (s.39) İzzet Efendi yine akşam vakti balkona çıkarak Serencebey Yokuşu’na ve arada ışıklarla donanmış

Yıldız Sarayı’nın o taraflarına bakar. Biz İzzet Efendi’yi sadece balkondan bakarken görürüz. Anlatıcı, İzzet Efendi’nin balkondan gördüğü manzarayı bize vermez.

Yazarın, Türk edebiyatına dikkat çekici bir giriş yaptığı hikâyesi Mösyö

Hristo’dur. Mösyö Hristo, Eray’ın gerçek yaşamda tanıdığı, çocukluk yıllarında

oturduğu Şişhane’deki Saadet Apartmanı’nın kapıcısıdır. Mösyö Hristo yaşamında tekdüzelikten bunalmıştır. Anlatıcı, onu özgürlüğünü kazanması için bir kuş gibi düşünür ve İstanbul’un farklı semtlerine uçurur. Hikâye, Şişhane’deki Saadet Apartmanı’nın kapıcısı Mösyö Hristo’nun bir yaz günü kuş olup Kuledibi’ne uçmasıyla başlar. Karısı Madam Marina o sabah pazara gitmiştir ve apartmana ancak öğlenden sonra döner. Bir süre dinlendikten sonra sofrayı kurar ve kocasını beklemeye başlar. Hristo, nerede olursa olsun, yemek zamanı evde olurdu. Bu sırada Mösyö Hristo, Yüksekkaldırım’ın üstünden Tünel’e doğru uçmaktaydı. Nereye uçtuğunu kendisinin de bilmediği kapıcı, kanatları nereye götürürse oraya gider. Tünel’e gelince ne yana uçacağına karar vermek için duraklar. Biraz düşündükten sonra Beyoğlu tarafına olanca gücüyle uçmaya başlar. Görüldüğü gibi anlatıcı, ülkeler ve şehirlerde olduğu gibi burada da semti tanıtma yoluna gitmez onları sadece oradan oraya atlamalar, kendi için önem arz eden yerler olarak ismen sıralar. Semtleri, sokakları adeta güzergâh belirler. Mösyö Hristo, sinema afişlerine baka baka Taksim’e gelir. Taksim’den sonra Tarlabaşı’na sapar. Anlatıcı, Mösyö Hristo’nun Tarlabaşı’nı çok ve Kuledibi’ni çok sevdiğini söyler. Tarlabaşı’nda uçarken Hristo kendini çok mutlu hisseder. Beyoğlu’nda bulunan Tarlabaşı farklı kültürde insanların bir arada bulunduğu kenar mahalle semtidir. Burası Anadolu’dan göç eden insanlar, Afrikalılar, çuvallarla İstanbul’un her yanından kâğıt toplayan insanlarla doludur. Hristo, burada bir apartmana kapıcı olmayı çok istemiştir ama olamamıştır. Daha sonra Tepebaşı Gazinosu’nun ve Pera Palas Oteli’nin etrafında dolaşır. İlk başta olağan bir şey gibi karşılanan bu dönüşümün arkasında yatan neden bireyin rutin giden hayatı ve etrafı tarafından kuşatılmışlığıdır. Bu kuşatılmışlığı kırmak isteyen bireyin kaçışı uzun sürmez. Mösyö Hristo, kentleri dolaştıktan sonra evine geri döner.

Nazlı Eray, romanlarında mekân olarak çeşitli semtleri sıklıkla kullanmaktadır. Bu semtlerin başında İstanbul’a bağlı Beyoğlu gelir. Beyoğlu, İstanbul’un belki de en bilindik semtidir. Bugün kullandığımız şekli ile Beyoğlu semti, eski zamanlarda Pera olarak anılmıştır. Bizans döneminde Venedik ve

Cenevizliler tarafından kullanılan bir mekân olan Beyoğlu, Osmanlı döneminde de yine daha çok Levantenlerin mekânı olmaya devam etmiştir. Osmanlı döneminde bu bölge sosyal ve kültürel açıdan oldukça gelişmiş ve Cumhuriyet döneminde ise elitlerin ve edebiyat çevresinin yaşadığı bir semt olmuştur. Nazlı Eray’ın ailesi de seneler önce bu kente gelip yerleşmiş elit ailelerden biri olarak kabul edilebilir. Gençlik yıllarına kadar Beyoğlu’nun değişik yerlerinde yaşayan yazar için bu semt, hayatında ve eserlerinde özel bir yer tutar.

Nazlı Eray için çocukken bir büyü, gençliğinde içinde yıkandığı bir efsun, yetişkinliğinde ise meydanlarında, sokaklarında, pasajlarında, sahillerinde, balıkçı lokantasında, kalabalık caddesinde hayatı aradığı semttir Beyoğlu. Eski dünyalar, anılar, fotoğraflar, taş plağa sıkışmış bir ses, bir kuşun ötüşü semti oluşturan parçalardır. Eray, şehri boynunda asılı bir madalyon gibi taşır.

Yazar, Aşkı Giyinen Adam romanında ilk gençlik döneminden bahseder. Belli bir konusu ve birbirine bağlı olay örgüsü olmayan roman, Mesnevi Sokaktaki Dürnev ablanın evinde başlar. Anlatıcı, bu eve neden veya ne zaman geldiğini bize vermez. Komşusu olan Dürnev abla, tarot falı bakar ve fal baktığı kâğıtları kullanarak geçmiş zamana döner. Tarot falı, kahve fincanı içinden çıkan insanlar, ölüler, ruhlar, Eddie Fischer, Elizabeth Taylor, İstanbul, Beyoğlu, Tunalı Hilmi Caddesi, yazarın anılarının ve geçmişinin romanda birbirine karıştığını görürüz. Her gün bu eve gelerek Dürnev ablaya tarot falı baktıran anlatıcı, Dürnev ablanın masaya oturup kartları açmaya başladığı zaman dışarı fırlayan insanların, takip edilmesi tuhaf olaylar zincirlerinin, bir erkeğin veya kadının gizli kalmış düşüncelerinin, yaşamın ardında kapalı kalmış kapıların onun salonunda canlandığını söyler. Meraktan olsa gerek neden fal baktırdığını söylemeyen anlatıcı, Dürnev ablanın evinden çıktıktan sonra sokaklarda dolaşa dolaşa evinin yolunu tutar. Sokakta dolaşırken bir antikacı dükkânı gözüne çarpar ve dükkâna girer. İçeriyi biraz dolaştıktan sonra köşede duran, vişneçürüğü kadife kaplı koltuğa oturur. Koltuğun üstüne oturduğu an eski günlere döner. Anlatıcı, daha önce de yaptığı gibi düş ile gerçeği beraber verir. Sanki minderin üstünden eskiye ait birçok söz, çocukluk kahkahaları, büyükannesinin anlattığı masallar, hıçkırıklar, Beyoğlu sokaklarında arkadaşlarıyla dolaşırken konuşmaları kulağını doldurduğunu söyler. Bu sesler anlatıcıyı on altı yaşındayken okuldan kaçıp Beyoğlu sokaklarına daldığı günlere götürür ve eski günlerini

anımsamaya başlar. O günlerde bu sokakların sesinin kendine büyülü geldiğini söyler ve bunu şu şekilde verir:

“On altı yaşındaydım o zamanlar; dünya yepyeniydi benim için; okulun arka merdivenlerinden süzülüp de kaçtığım sokaklar, yaşamımın yasak parçalarıydı o günler.” (AGA, 200)

Anlatıcı, o dönemlerde İstanbul’a yeni geldiğini ve bu semte yeni yeni alışmaya başladığını söyler. Yaşından ve Beyoğlu’nun kalabalık ve tekinsiz sokaklarından olsa gerek semtte tek başına dolaşması ailesi tarafından pek hoşnut karşılanmamış ve sürekli dikkatli olması konusunda uyarılmıştır. Biz buna rağmen anlatıcıyı, yaşamında hiçbir kaygısı olmayan, sırtına biraz bol gelen ceketiyle, gözünde kenarı beyaz çerçeveli güneş gözlüğüyle, ellerini ceplerine sokmuş, ayağında düz pabuçlarıyla Beyoğlu sokaklarında avare avare dolaşan sevecen bir kız görürüz. Semtte yürürken gözü hep sinema afişlerinde olduğunu ve o günlerden aklında birkaç afişin kaldığını söyler. ‘Marabunda Karıncaları’, ‘Hazreti Süleyman’ın Hâzineleri’, ‘Saba Melikesi Belkıs’ bunlardan bazılarıdır. Anlatıcı, bütün bu değişik, tılsımlı dünyaların kendisini Beyoğlu sokaklarında beklediğini söyler. Tüm bunları antikacı dükkânının koltuğunda otururken anımsayan anlatıcı, gözlerini açtığı zaman içinde bulunduğu durumun hayal mi gerçek mi olduğunu düşünmeye başlar. Anımsadığı şeylerin eski yaşadıkları olduğunu düşünür fakat kendini o zamana geri dönmüş gibi hissettiğini söyler ve oturduğu koltuktan kalkarak dükkândan çıkar. Düşünceli düşünceli sokaklarda dolaşır ve evine gider. Romanın geri kalanında Beyoğlu’na yer vermez bu semt sadece anımsama ile kalır.

Farklı Rüyalar Sokağı romanında anlatıcı, evinde otururken hava almak için

dışarıya çıkmaya karar verir. Hazırlandıktan sonra dışarı çıkar ve onu İstanbul sokaklarında dolaşırken görürüz. Sokaklarda dolaşırken aklına yıllarca oturduğu Abdi İpekçi Caddesi’ndeki eski apartmanını gelir ve onu bulmaya çalışır. Bu apartmanın yıkıldığını yerine iş hanı yapıldığını görür. Bu sırada geçmiş günlerini hatırlar. Hatırladıklarını şöyle sıralar: babasının kendisini bakkala yollaması, annesinin mutfakta çay demlemesi, aşure hazırlaması, çok sevildiğini bilmesine rağmen eve arada sırada dönen asi bir çocuk gibi davranması… Yerinde duramadığını, o evden de kaçıp her gece sokakları dolaştığını söyleyen anlatıcı, annesinden veya babasından gördüğü baskıdan ötürü değil, merak, serüven duygusu ve kapalı bir mekândayken ortaya çıkan ruhsal sıkıntılarının dürtüsü ile dışarı çıktığını belirtir. Yıkılan evlerine bakıp eski anılarını anımsayan anlatıcı, buradan

uzaklaşarak Beyoğlu’nun arka sokaklarına dalar, “kalbine her zaman saplanan Taksim Meydanı’na” (s.64) doğru yol alır. Eski günlerini düşüne düşüne Balık Pazarı’na kadar gider. Hava iyice kararmıştır. Beyoğlu gecesi oldukça kalabalıktır. Caddede insanlar bir aşağı bir yukarı yürümektedir, sanki dünyadaki bu geceyi yakalamak istemektedir. Anlatıcı, kalabalığın arasına girer ve dükkân vitrinlerine bakarak yoluna devam eder. Taksim gece geç saatlere kadar uyanık olsa da anlatıcı, Beyoğlu sokaklarında dolaşmaktan yorulur. Yürürken yaşadığı olayların, ona doğru gelen anıların, ilk gençliğinin, kafamın içinde savrulan düşüncelerin, hayatının eski haritasının, kişilerin ve mekânların ruhunu yorduğunu söyler ve yürüye yürüye evinin yolunu tutar.

Beyoğlu, kalabalıklığı, eğlence mekânları, yaşam dolu gece hayatıyla insanları kendine çeker. Mekân, içindekilerle beraber resmedilmiş bir tabloyu aklımıza getirir. Beyoğlu’nda Gezersin’de anlatıcının, biraz düş biraz gerçekle karışık öyküsü anlatılır. Anlatıcı, yine bilinen mekânlar üzerinden Beyoğlu’ndan bahseder.

Roman, bir akşamüstü Ankara’da başlar ve biz roman boyunca Ankara, İstanbul ve Fethiye arasında gidip geliriz. Anlatıcı, bir akşam evinde Deli Saati16 adlı

programı izler. Programa telefonla katılan psikolojik problemli kişilerin dertlerini dinler. Program bittikten sonra yerinden kalkarak odanın içinde dolaşmaya başlar ve dinlediği şeyleri düşünür. Programda olan konuşmaları düşünürken birden birkaç gün önce Fethiye’de olduğunu söyler ve orada geçirdiği günlerden, sokaklarından, sokaklarında dolaşırken Tayyareci Fethi Bey parkına rastlamasından söz eder. Fethi Bey’in heykelini gördüğünü ve onun hayatını merak ettiğini bu yüzden ilgili birilerinden bilgi almak için Fethiye’yi Tanıtma Vakfı’na gittiğini, Fethi Bey’in hazin öyküsünü dinlemeye koyulduğunu söyler ve birdenbire içinde bulunduğu zaman diliminin değişik bir zaman dilimi olduğunu, kendini bambaşka insana ait bir zaman diliminde hissettiğini söyleyerek ve çevresine bakınır. Anlatıcı, zamanı bilmese de mekânı tanır Beyoğlu’ndadırlar. İstiklal Caddesi’nden aşağı Tünel’e doğru yürür. Adlarını çok iyi bildiği eski dükkânlar ve pasajlar iki yana sıralanmıştır. Yıllar önce İngiliz okulundan kaçıp kendini attığı sokaklardır bunlar. Anlatıcı buraları dolaşırken aklına seneler önce bu çok sevdiği semtten ayrılışı gelir.

Kabuğunu geride bırakan deniz hayvanı gibi her şeyi geride bırakarak buralardan çıkıp gittiğini düşür. Buna rağmen yine kendisini bir mıknatıs gibi çeken İstiklal Caddesi’ndedir. Caddede yürürken korsesinin kendisini sıktığını hisseder. Özgürlüğü, neşeyi Beyoğlu sokaklarında yürürken bulur. Yürüyüşü sırasında baktığı vitrinler, çocukluğundan kalma eski dükkânlardır. Caddede yürürken düşüncelerini şu şekilde verir:

“Kentin bu akşamüstü haritası, İstiklal Caddesi’nde ve Tünel’deki bu eski hanlar, Narmanlı Yurdu’nun oralar, merdivenlerden aşağı inince Haliç’e kadar uzanan Şişhane Yokuşu yok benim çok iyi bildiğim bir dünya idi; uzun yıllar önce Nur-u Ziya Sokağı’ndaki İngiliz okuluna giderken bu yollardan yürüyerek geçer, okuldan kaçtığım akşamüstleri ise koşarak Şişhane Yokuşu’ndan aşağı iner, Bankalar Caddesi’nin oralardan bir yerden kentin içine, bir sinema salonuna Charlton Heston ve Eleanor Parker’ın bir filminin içine sızar yok olurdum.” (BG, s. 24).

Görüyoruz ki anlatıcının her sokak ile ilgili anıları vardır. Bu sokaklardan veya caddelerden her geçişinde eski günleri hatırlar. Çocukluğunun geçtiği Beyoğlu’nu dolaşırken geçmişi yaşar. Fakat unutmayalım ki sokaklar ve caddelerin sadece adları sıralanır. İstiklal Caddesini, gençliğinin hatıraları ile verir. Bu sonbahar günü, içerisine hafif bir güneş sızan Beyoğlu’nun ona verilmiş kocaman bir armağan olduğunu söyler. İstiklal Caddesi’nde keyif içinde yürür, vitrinlere bakar, köşede bucakta, bir hanın yukarı doğru çıkan daracık mermer merdivenlerinde, eski bir eczanenin aşınmış eşiğinde, bir ayakkabıcı dükkânının vitrininde, bir sinema afişinin köşesinde ilk gençliğini bulduğunu söyler.

Anlatıcı, İstiklal Caddesi’nde yürümeye devam eder. Yanından kırmızı tramvaylar geçip Tünel’e doğru gider. Bir gün önce yağmur yağmıştır, hava nemli ve serindir. Biraz yürüdükten sonra Türk kahvesi içmek için bir kafeye girer. O sırada camlı kapı açılır ve karşısında Fethiye’deki parka adı verilen ve hayatına merak duyduğu için araştırdığı eski pilot Fethi Bey’i görür. Üstünde uçuş kıyafeti, başında siyah deri şapka ve gözünde pilot gözlüğü vardır. Anlatıcı, şaşkınlıkla yerinden doğrulur ve ayağa kalkar. Bir anda çalan müzikle beraber dans etmeye başlarlar. Döne döne pencerenin kenarına gelirler ve yavaşça aralık olan camdan dışarı çıkıp gökyüzüne doğru uçmaya başlarlar. Anlatıcı, bu sefer sevdiği bu semtin sokaklarını yaya değil uçarak tepeden kuşbakışı dolaşır ve uçarken ki düşüncelerini şu şekilde verir:

“Tüm Beyoğlu, İstiklal Caddesi altımızdaydı. Büyülenmiş gibi aşağı, çocukluğumun geçtiği mahallelere bakıyordum. Sımsıkı tutmuştum Fethi Bey’in kolunu, Taksim’den tünele doğru uçuyorduk. Galatasaray Lisesi’ni geride bırakmıştık, Botter Han’ı gördüm aşağıda; Tünel Meydanı’nı geçip, Şişhane Yokuşu’nun üstüne gelmiştik şimdi. Bütün Pera ayaklarımın altındaydı…” (BG, s. 146-147).

Şehri kuşbakışı dolaştıktan sonra İstiklal Caddesi’ne inerler. Anlatıcı, Fethi Bey ile buraya geldikten sonra bir daha ondan söz etmez. Yukarda da belirttiğimiz gibi anlatıcı, Fethiye’deyken bir anda İstanbul’a nasıl ve niçin geldiğinden bahsetmez sadece kendini İstiklâl Caddesi’nde yürürken bulur. Nitekim burada anlatıcının bir rüya gördüğünü veya gerçek ile düşü bir arada verdiğini de düşünebiliriz.

Nazlı Eray için Beyoğlu her köşesine ait hatıraları bulunan bir semttir. Hangi semtte olursa olsun bir iskeleden vapura atlayıp kendini Beyoğlu’nda bulur. Aydaki

Adam Tanpınar adlı romanında anlatıcı, dolaşmak için dışarıya çıkar ve vapura biner.

İskeleden indikten sonra yukarıya Galatasaray’a doğru yürür. Gece vakti evine gitmeden avare avare sokaklarda dolaşır. Şafak sökmek üzeredir ve ara sokakların, caddelerin, apartmanların ve pencerelerin renkleri değişir. Şehir sanki daha açık renkte robdöşambr giydiğini, gün ağarırken her şeyin daha farklı gözüktüğünü söyler ve etrafı inceler. Günün bu saatlerinin muhteşem bir şey olduğunu ve dünyanın sanki yavaş yavaş siyahtan beyaza, karanlıktan aydınlığa döndüğünü söyler.

Sokaklarda dolaşırken bir park görür. Kendi kendine oysa bu saatlerde ara sokaklarda dolaşmak istiyordum diye söylenerek parka girer. Ara sokakların hayatlarının bir başka olduğunu, bunun bir nevi kentin güne uyanışı sayıldığını belirtir. Ama henüz ortalık sessiz ve gürültüsüzdür o yüzden parkta bir banka oturarak zamanın gelmesini bekler. Hava aydınlandıktan sonra yerinden kalkarak Beyoğlu sokaklarında yürümeye devam eder. Yeni açılan dükkânlara bakar ve esnafları izler. Bir müddet yürüdükten sonra evinin yolunu tutar. Burada anlatıcının sadece evden çıkıp sokaklarda başıboş bir şekilde dolaştığını görürüz.

Ölüm Limuzini romanında ise daha önce de belirttiğimiz gibi anlatıcı, olay

örgüsünün içinde bir anda olaydan uzaklaşarak arkadaşı Lulla ile ilgili anılarına döner.17 Lulla ile uzun zaman önce gittikleri İzmir’i, Bursa’yı ve o güzelim

İstanbul’u düşünür. Aklına Beyoğlu gelir. İlk başta bu semtin üzerinde bıraktığı etkiden bahseder. Galata’dayken İstanbul’un, gelin işlemeli çeyiz örtüsü gibi

ayaklarının altına serildiğini söyler. Galata Köprüsü’nün kalabalıklığı, denizdeki vapurlar, ışık ve renk cümbüşleri ve bu eşsiz manzara oracıkta onu büyüler. Beyoğlu Eray’da bağımlılık yaratır ve şehrin ışıklarını kucağında hisseder. Gençlik yıllarındaki Beyoğlu’na, hayatında ilk kez gördüğü ve kısa sürede parçası olduğu mekânlara, bazen bir meyhanedeki bir gülüşe, bir iç çekişe hasret duyar. Şehrin gençlik yıllarındaki zamanını yakalamak ister, hasret duyar ve geçmişin bir parçası olmaktan kurtulamaz. O karmaşık zaman diliminde ve mekânlarda kendini arar. Cumhuriyet Meyhanesi’nin bulunduğu yer, Balık Pazarı’nın köşesindeki sokak, her zaman gözünü alan kırmızı turplar, köy yumurtaları… Hafızasından silinmeyen şeylerdir. Tüm bu geçmiş günlerini anımsarken Lulla ile yaşadığı o günlere özlem duyduğunu söyler ve bunu şu şekilde verir:

“Arkamızda boz renkli bir pelerin gibi tüm Beyoğlu olsa. İstiklal senin Taksim benim olsa. Hamam Sokağı’na girsek, garip duvarlar arabanın yolunu kesse. Gene o günleri yaşasak.” (ÖL, s. 98).

Bunları anımsadıktan sonra o günleri çok özlediğini ve o zamanlara geri dönmek istediğini söyler. O zamanın Beyoğlu sokakları sadece anımsamayla kalır. Anlatıcı geçmişi anımsadıktan sonra romana kaldığı yerden devam eder.

Beyoğlu, yazarın bazı romanlarında çocukluğunun, ilk gençliğinin geçtiği bir yer iken, bazı romanlarında fantastik olayların yaşandığı, fakat hala herkesin aşina olduğu Kapıcı Besim, Madam Anastasia gibi kişilerin yaşadığı nostaljik bir mekân oluverir. Büyülü Beyoğlu adlı roman, yazarın çocukluğundan bu yana hiç

Benzer Belgeler