• Sonuç bulunamadı

SAVAŞ SONRASI GERİLİM YILLARI VE TÜRKİYE’NİN TUTUMU

II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında Türkiye’nin dış politikası belirginlik kazanmış, savaş sonrasının emperyalist-kapitalist sisteminde yer alabilmek için çok partili sisteme geçileceği, yönetici kadrolar tarafından açıklanmıştır.

II. Paylaşım Savaşı, sosyalist ülke halklarının ve onun Kızıl Orduları’nın zaferiyle sonuçlanınca, dünyanın üçte birinin sosyalist sisteme dahil olması dolayısıyla, emperyalist Pazar alanlarına büyük bir darbe indirilmiştir.

II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında dönemin en büyük parçasını kapitalist-emperyalist kampın lideri olan ABD emperyalizmi topluyordu. Fakat dünyanın çeşitli bölgelerinde yükselen ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadeleleri, hiç şüphesiz emperyalizmin çıkarlarını tehdit ediyor, zedeliyor ve ona darbeler indiriyordu.

Bu mücadeleler, emperyalist Pazar alanlarının daralmasını doğuruyor ve emperyalizm sosyalist sisteme yöneliyordu. İşte tüm bu ilişki ve çelişkilerden dolayı, emperyalizm tarafından sosyalist sistemin gelişmesini engellemek, onun önünde b a r i k a t l a r k u r m a k i ç i n y e n i s t r a t e j i k h e d e f l e r i n belirlenmesine gidiliyordu. Bunun yolu da emperyalizmin askeri örgütlenmelerinden geçiyordu.

Konumu ve savaşa katılmamış dinamik silahlı gücü ve aşırı

istekliliği ile Türkiye, emperyalizmin bu yeni stratejisi için son derece elverişli bir olguydu. Savaş boyunca büyük servetler kazanan ticaret burjuvazisi, siyasi iktidar üzerinde önemli etkilere sahip bir güç olarak bu uluslar arası ilişki ve çelişkilerde emperyalizmden yana tavrını çoktan belirlemiş durumdaydı.

Savaş sonrasında uluslar arası çizgilerin yine kapitalist-emperyalist ve sosyalist sistem biçiminde somutlaşması, emperyalizmin savaşın bitiminden hemen sonra sosyalist sisteme ve Sovyetler Birliği’ne karşı bu kez silahsız saldırı dönemini başlatması; Türkiye’nin tam bu gerilim stratejisinin o r t a s ı n d a , e m p e r y a l i z m c e p h e s i n d e n y a n a t a v r ı n ı belirginleştirmesi emperyalizmin ve özellikle ABD emperyalizminin arzuladığı siyasi seçenekti.

Bu dönemde Türkiye, emperyalistlerin kararlı bir militanı durumuna geliyor kendisi için en büyük tehlikenin ‘ezeli düşmanı olan Moskova’dan geleceğini ve hatta geldiğini’

emperyalistlere benimsetmeye çalışıyordu. Türkiye, emperyalist kampta yer alabilmek için her türlü özveriye hazır olduğunu sık sık vurgulamaktan kaçınmıyordu.

Artık ülkenin çıkarları (olanakları) emperyalizmin, özelde ise ABD emperyalizminin çıkarlarıyla özdeşleşmiş, ülke onun platformu olmuştu. Özellikle 12 Mart 1947 tarihli Truman Doktrini’nden sonra emperyalist ülkelerle o denli yoğun yakınlıklar, ilişkiler, işlevsel ve bünyesel bağlar kurulmuştur ki, Türkiye kısa bir dönem sonra emperyalistlerin

“en sağlam” müttefiki haline gelmişti… Bu temel yöneliş biçimiyle, 1947’yi izleyen yıllarda örülen ilişkiler ağı sonucu Türkiye’nin dış politikası emperyalistlerin sosyalist sisteme karşı yürüttüğü silahsız saldırganlık politikasının bir parçası haline gelmiştir. Bu sonuçta, Türkiye’nin emperyalist sistem içinde tam olarak yer alabilmek yönünde gösterdiği çabaların rolü önemlidir…

Sosyalist sisteme karşı başlatılan silahsız saldırganlık

politikasının mimarı, ABD Başkanı Henry Truman’dır. 12 Mart 1947’de Truman, Amerikan Kongresi’nde okuduğu bir bildiride;

ABD Emperyalizminin Sosyalist Sovyetler Birliği’ne, genelde ise anti emperyalist ulusal ve toplumsal kurtuluş savaşlarına karşı dünyanın çeşitli bölgelerinde emperyalizm yanlısı hükümetlerin kurulmasına çalışılacağı anlamına gelen emperyalizmin yeni stratejisini açıklıyordu.

Sovyetler Birliği’ne karşı silahsız saldırganlığı boyutlandırmak ve anti-emperyalist ulusal ve toplumsal kurtuluş savaşı sürdüren dünya halklarına gözdağı vermek, diğer yandan yeni işbirlikçi siyasi iktidarlar kurmak amacıyla, Türkiye ve benzer ülkelere ekonomik ve askeri yardım yapacaklarını açıklıyordu. Truman, bu açıklamasında ABD Kongresi’nden, Türkiye’ye yapılacak 100 milyon dolarlık yardımın onaylanmasını istiyordu.

ABD Emperyalizmi’nin Türkiye’ye yapacağı yardımı duyunca, egemen sınıfların iştahı kabarıyor ve anti-Sovyetik politikalara daha sıkı sarılıyor, emperyalizmin silahsız savaş politikasını bütün gücüyle destekliyordu. Bağlantılı olarak Türkiye’ye verilecek Amerikan yardımı konusundaki yasa, Amerikan Temsilciler Meclisi’nden ve Senatosu’ndan geçip, 22 Mayıs 1947’de Truman tarafından onaylanarak yürürlüğe giriyordu. Yasanın yürürlüğe girmesinden bir gün sonra, yeni 23 Mayıs 1947’de bir Amerikan İnceleme Kurulu Ankara’ya gelecek ve Türkiye’ye yapılacak yardım konusunda araştırma ve incelemelerde bulunacaktı.

Amerikan Kurulu’nun yaptığı araştırma ve inceleme sonucu 12 Temmuz 1974’de Türkiye ile ABD arasında bir yardım anlaşması imzalanıyordu. Böylece, savaş sonrasında Türkiye’nin sosyalist sisteme karşı emperyalistlerin yanında yer alma tavrı meyvelerini vermeye başlıyordu.

Emperyalizmin yeni askeri stratejisinin Truman tarafından açıklanmasından sonra Türkiye, emperyalizmle olan ilişkilerinde yeni bir sayfa açıyordu. Truman Doktrini’nin

Türkiye’ye ilişkin askeri boyutu, 12 Temmuz 1947 anlaşmasıyla sonuçlanırken; ekonomik boyut olarak emperyalizmin içselleşme süreci niteliğini somutlaştıracak olan Marshall planı (4 Temmuz 1948’de bu konuda bir anlaşma imzalanmasıyla), Türkiye’nin yeni sömürge kimliğini netleştiriyordu.

2. Emperyalist Paylaşım Savaşı; sosyalizmin, demokratik halk iktidarlarının zaferiyle sonuçlanınca ve halklar faşizme büyük darbeyi indirince, sosyalizm dünyanın bütün halkları için bir umut ve olgu olma kimliği kazanıyor, emperyalizmin sömürü sistemine karşı büyük bir güç elde ediyordu. Emperyalizm, sosyalizmin bu üstün prestijini görmezlikten gelemezdi.

II. Paylaşım Savaşı’ndan sonra emperyalizmin sömürü ve çıkar politikalarında değişikliğe gidilerek, ulusal ve toplumsal kurtuluş savaşlarının önünü tıkamak amacıyla emperyalizme, g e r i k a l m ı ş ü l k e l e r d e i ç s e l b i r o l g u o l m a k i m l i ğ i kazandırılmakta gecikilmedi.

Emperyalist ülkeler kendi aralarındaki çıkar çelişkilerinin artmasına karşın sosyalizmin bu büyük zaferinin ve dünya halklarına yönelik attığı köprülerin gücünün de etkisiyle, sınıf çıkarlarını korumak için, askeri güçleri birleştirmeyi hedefledi. Sosyalist sistemin gelişimini engellemek, pazarları korumak amacıyla gerçekleştirilen saldırgan askeri bloklar, ikili ve çok taraflı anlaşmalar, savaş alanları için askeri alt yapıların inşası ve yoğun askeri malzemelerin yapımı bu ilişki ve çelişkilerin çeşitli yönlerini oluşturuyordu.

Emperyalist jandarmalık görevini direkt üstlenmesinin sonucunda ABD, yeni görevlerinin ilk adımı olarak bir yandan savaş sonrası çöküntüye uğrayan batılı emperyalistlere yardım ederken, diğer yandan onların çekilmek zorunda kaldıkları geri kalmış ülkelerde doğan boşluğu doldurmak ve bu ülkelere zaman geçirmeksizin müdahalede bulunmak, nüfuz etmek için çalışıyordu.

Emperyalist ülkeler kendi aralarında yoğun çelişkilere

düşmelerine ve çelişkilerin giderek boyutlanmasına karşın; II.

Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında çıkarılan dersler ve dünya çapındaki yeni belli başlı çelişkiler nedeniyle, çeşitli örgütlenmelerle sosyalist sisteme karşı tavır bütünlüğüne yöneliyorlardı.

Emperyalizmin yeni jandarması ABD, varolan çelişkileri sosyalist sisteme göre değerlendiriyor ve ABD Başkanı Herry Truman, 12 Mart 1947’de Kongre’de okuduğu mesajda, “Komünist baskılara direnen” Yunanistan ve Türkiye’ye 400 milyon dolar tutarında yardım yapılması için bir ödenek isteminde bulunuyordu. Böylelikle ABD, “silahlı bir azınlık tarafından ya da dış baskılarla boyunduruk altına alınmaya karşı koyan özgür halkları destekleme” yaftası altında emperyalizmin dünya halklarına karşı yeni stratejisini açıklamış bulunuyordu.

Bunun yolu da emperyalist ekonomi sistematiğinin yanı sıra, sık sık vurgulama gereği duyduğumuz sosyalist sistem ve bu sistemi bir umut ışığı olarak kabul eden dünya halklarına karşı askeri saldırı örgütlerinin oluşmasından geçiyordu.

Nitekim bu strateji, 4 Nisan 1949’da Washington’da imzalanmış olan Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü – NATO’da ifadesini buluyordu. Savaş kışkırtıcılığı, saldırgan amaçlar için kurulan NATO, başlangıçta şu üyeleri temsil ediyordu: Belçika, Danimarka, Hollanda, İtalya, İngiltere, Kanada, Lüksemburg, Norveç ve Portekiz. Bu saldırgan örgüte Türkiye ve Yunanistan 18 Şubat 1952’de, Federal Almanya ise 9 Mayıs 1955’te katılmıştır.

Emperyalizm için artık baş düşman sosyalist sistem olduğuna göre, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda Amerikan Emperyalizmine karşı savaşan Alman Emperyalizmi, savaşın bitiminden on yıl sonra çelişkilerini başka boyutlara bırakarak ona katılıyor, ABD Emperyalizminin önderliğinde savaş kışkırtıcısı ve emperyalist militarist bir güç olan NATO’da yerini alıyordu.

Emperyalistlerin bir araya gelmelerinin ve sınıfsal

çıkarlarını korumaya yönelik bir saldırgan güç olarak hareket etmelerinin anlamı açıktır. Savaş sonrasında, emperyalist ülkeler arasındaki tüm çelişkilerin varlığını sürdürmesine karşın, sosyalizmin maddi bir güç olarak daha güçlü ve örgütlü bir şekilde dünya siyasi arenasında yer alması ve bağımlı ülkelerde ulusal ve toplumsal kurtuluş savaşlarının boyutlanması, bu savaşların ucunda sosyalizm gözükmesi nedeniyle emperyalist ülkeler zorunlu nedenlerden dolayı diğer emperyalist ülkelerle buluşmuş ve emperyalistler arası bir entegrasyon doğmuştur. ABD bu entegrasyonun başına geçerek emperyalist kapitalist merkezin beyni, patronu olmuştur.

Tüm bu ilişki ve çelişkiler, emperyalizmin yeni bir güç olarak örgütlenmesi, savaşın bitiminden hemen sonra sosyalist sisteme karşı silahsız saldırı savaşı biçiminde programlanıyor ve gündemin birinci ve önemli maddesini oluşturuyordu. Bu ilişki ve çelişkilerden hareketle Türkiye, emperyalizmin cephesinde yer almak ve oluşabilecek olan tüm örgütlenmeler içinde bulunmak istiyordu. İlk dönemlerde emperyalistler, (özellikle İngiliz emperyalizmi) Türkiye’nin NATO dışında Ortadoğu’ya yönelik yeni kurulabilecek bir emperyalist bölgesel paktta yer almasını istiyorlardı. Türkiye ise, siyasi kaderini tamamen batılı emperyalistlerin inisiyatifine bırakmış ve bu doğrultuda dış (ve iç) politika çerçevesini çizmiş olarak hareket ediyordu. Beraberliğin artık net olarak tanımlanmasını istiyordu. Bu tanımda da dolaylı politikaların değil, direkt ilişkilerin içinde olmak, rahatlamak gereksinimi duyuyordu.

Dolayısıyla NATO’nun dışında kalmak istemedi. Komşu ülkelerle olan ilişkilere aldırmaksızın emperyalizm tarafından bir tampon devlet olarak kurulan Siyonist İsrail devletini Müslüman ülkeler içinde ilk tanıyan Türkiye olmuştur.

Türkiye’nin emperyalist sistemle köklü ilişkilerinin gelişimi, savaşın bitiminden hemen sonra CHP hükümeti döneminde başlıyor ve silahsız saldırganlık taraftarlığının en şiddetli dönemi yine CHP dönemine rastlıyordu. Bunu, Türkiye’nin emperyalist sistem içinde yer alma misyonunu başka bir kesime kaptırmamak

istemesiyle de açıklamak olasıdır.

1946’da birden fazla burjuva partisi kuruldu. Bu dönemde sosyalist ve halkçı özellikler taşıyan partinin ömrü pek uzun olmuyor, kurulmasıyla burjuvazi tarafından kapatılması bir oluyordu. Ve 1950’de siyasi iktidar, ticaret burjuvazisi ile t o p r a k a ğ a l a r ı n ı n y ı p r a n m a m ı ş y e n i p a r t i s i D P ’ y e devrediliyordu.

NATO ve benzeri emperyalist örgütler içinde yer almak için DP iktidarının Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliğine bir telgrafla başvuruda bulunarak BM Gücüne asker göndereceğini ve Kore’de savaşmak istediğini söylüyordu. Bu isteğin kabulünden sonra Türkiye Kore’de emperyalist güçlerle birlikte ulusal ve toplumsal savaşım veren Kore halkına karşı savaşmış ve nihayet Yunanistan ile birlikte 18 Şubat 1952’de NATO üyeliğine kabul edilmiştir.

Her ne kadar Türkiye’nin NATO’ya kabul görmesini, Kore’ye asker göndermesi politik açıdan çabuklaştırmışsa da temel etmen Türkiye’nin Sovyetler Birliği’ne olan coğrafi yakınlığı, bu bağlamda ABD emperyalizminin yeni çizilen stratejisi açısından önemli bir konuma sahip olmasıdır. Dolayısıyla yeni bir savaş durumu karşısında savaştan yenik ve yorgun çıkmış Avrupa üzerindeki baskının hafifletilmesi, Ortadoğu için bir köprü görevi üstlenebilecek durumda olmasının yanı sıra, ABD’nin artık tamamen yerleşmekte bir sakınca görmediği Türkiye’nin iç talanının sürdürülmesinin, bu paktlarla da desteklenmesi gerekiyordu. Ayrıca emperyalizm, bütün planlarını bir 3. Dünya Savaşı’na göre hazırlamıştı.

1950’lerin sonlarına kadar emperyalizm dünya askeri siyasetini bu stratejiye göre biçimlendirmiştir.

Türkiye’nin içinde yer aldığı ve onun bir uydusu durumuna geldiği emperyalist sistemin ekonomik-askeri-stratejik karakterinde 2. Paylaşım Savaşı sonrasında değişikliğe g i d i l d i ğ i n i v u r g u l a m ı ş t ı k . E m p e r y a l i s t i l i ş k i v e çelişkilerdeki yeni değişiklik şöyle özetlenebilir:

Emperyalist ülkelerin tekelci sermayenin kâr oranlarını artırmak için getirdiği uygulamalar, savaş sonrasında değişen koşullara uyarlanmaya çalışılmıştır. Bu değişimin başında, bağımlı ülkelerde yalnızca metropollerde üretilen malların pazarlanması, bu ülkelerde hammadde kaynaklarına yönelik yatırımların değil, imalat sanayinin bir çok dalları da dahil olmak üzere emperyalizme bağımlı bir üretim yapısının kurulması geliyordu.

Bu yeni iş bölümünde uydu ülkelerde sanayi; dayanıksız tüketim malları üretimi, dayanıklı tüketim mallarında montaj ve taşeron niteliğinde sanayi olarak gelişim gösterecek bir yeni yapılanma içine giriyordu. Bu çerçevede, geri kalmış bağımlı ülkelerin yeni iş bölümü içindeki payları, süreç içinde görece gelişmekte, fakat teknolojik gerilik ve kısıtlamalardan dolayı her zaman, emperyalist üretim biçimi egemen olan kapitalist emperyalist ülkelere göre, ikinci plandaki sanayilere yedeklenmiş bulunmaktadır.

Bu sanayilerin kurulmasında, emperyalistlerin işbirlikçi kesimi olan, metropollerde üretilerek getirilen malların komisyonculuğunu üstlenen komprador ticaret burjuvazisi büyük rol oynuyordu. Genel olarak dünya çapında emperyalist-kapitalist sistemin Pazar alanlarının sınırları daralınca ve neredeyse tüm ülkeler görünüşte politik bağımsızlık kazanınca, emperyalist ülkelerin tekelci sermayeleri, bu yeni koşullar altında çıkan kısıtlamalar için de yeni yöntemlere başvurmak zorunda kalır.

Bu yeni zorunluluklar sonucunda emperyalizm, geri bıraktırılmış ülke içinde artı-değer sömürüsünde bulunmaya başlıyor ve üretici güçlerin gelişmesini kesinkes engellemek yerine çarpık ve kendisine bağımlı bir şekilde gelişmesini tercih ediyordu. Sözkonusu yeni değişik unsurlar, yeni sömürgecilik politikasının, başka bir deyişle savaş sonrası sosyalist sisteme karşı başlatılan gerilim ve silahsız saldırganlık stratejisinin bir parçası olan Marshall Ekonomik Yardım Planı’nın temel taşlarını oluşturuyordu.

Geri bıraktırılmış ülkelerde kapitalizmin belirleyici olarak dışa bağımlı gelişmesine ve başından beri tekelci nitelikle yukarıdan aşağıya yeniden yapılandırılmasına gidilmesi, yapısal zayıflığını da birlikte getiriliyordu. Bu nedenle emperyalizmle bütünleşmiş yerli tekelci sermaye, ülkedeki geleneksel feodal kurumlar ve feodal kalıntılar ile işbirliği içerisinde bulunuyor, böylece oluşan egemen sömürücü azınlık, diğer bir deyişle, oligarşik güç belirlenmiş oluyordu.

Sömürücü azınlıklar içerisinde emperyalizm başat olgu olarak yer almakta ve artık içsel bir olgu olma özelliğini de kazanmış bulunmaktadır. Bunun ekonomik politikadaki göstergesi, emperyalistlerin, bağımlı ülkelerde daha önce izlenen politik hattan farklı yeni bir politik hat izleyerek sömürge ülkelerde üretim faaliyetine girmeleri ve artı-değer sömürüsünde de aktif olarak yer almalarıdır.

İşte tüm bu nedenler bir araya getirildiğinde yeni sömürge ülkelerde egemen sınıfların askeri ve yarı askeri güçleri, emperyalizmin birinci savunma hatları olarak, yeni stratejik askeri çizgi olarak, belirlenmiş bulunuyordu. Böylece emperyalist işgal esprisi halk kitlelerinin gözünden gizlenmeye çalışılmakta, bir çok biçimiyle emperyalist-militarist işlevi yerli ordular üstlenmekte devrimci h a r e k e t l e r i n b a s t ı r ı l m a s ı n d a d a g e ç i c i b a ş a r ı l a r kazanabilmektedir.

Yeni sömürge ülkelerde emperyalizmin açık askeri güç olarak görünüşte geri çekilmesi, emperyalist sömürü ve işgalin niteliğini değiştirmediği gibi, onun daha kurnaz, tehlikeli ve sinsi bir kimliğe büründüğünün temel kanıtıdır.

Ancak, yeni sömürge ülkelerde gelişen ve ülke siyasetine egemen olan, halk kitleleri için bir maddi güç durumuna gelen devrimci hareketler karşısında; emperyalizmle işbirliği halindeki egemen sınıfların yetersiz kaldığı durumlarda, emperyalizm yeni sömürge ülkelere açık bir biçimde müdahalede bulunmaktan çekinmemektedir.

Dünyanın bir çok bölgesinde bir gizli çatışma ile başlayan III. Bunalım Dönemi’nden sonra, yeni sömürge ülkelerde içsel olgu durumundaki emperyalizm, kendi kalelerini kaybetmekle yüz yüze geldiğinde, gizli işgalin dolaysız olarak açık işgale dönüşmesinin örnekleri çoktur. Ancak emperyalizmin, gizli işgalin açık işgale dönüşmesini çıkarları açısından arzulamadığını , benimsemediğini, politik-askeri stratejisinde görmek güç değildir.

Gizli işgal yönteminden önce ABD Emperyalizminin askeri stratejisinin getirdiği yeni değişikliklerin tarihsel süreçle bağıntılı bir özetini yapmak, tartışmamız açısından yararlı olacaktır.

2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte, dünya siyasi dengesi sosyalizmden yana bir değişim göstermiş v e s ü r e ç g ü ç l ü b i r s o s y a l i s t b l o ğ u n o l u ş m a s ı y l a sonuçlanmıştır. Aynı dönemde geri bıraktırılmış ülkelerde ise sosyalizm bir umut ışığı olarak yakalanmış bulunuyordu.

Dolayısıyla sosyalizm ve Sovyetler Birliği’nin ABD Emperyalizmi tarafından baş düşman olarak ilan edilmesi, Truman Doktrini ve Marshall Ekonomik Yardım Planı’nda açık bir biçimde tanımlanmıştır.

Bu bağlamda Amerikan Emperyalizmi’nin yeni askeri taktikleri Sosyalist Bloğa karşı yapılacak topyekün bir savaş stratejisine göre planlanıyor; ülkelerin silah varlığının daha üst boyuta çıkartılarak geliştirilmesi, yeni stratejinin temel taşını teşkil ediyordu.

Savaş sonrası yeniden filizlenen politik bunalımlar karşısında, bir bütün olarak nükleer savaşa başvurmaksızın çözüm üretiyor ve Kore Savaşı gibi bölgesel düzeyde gelişen olaylara sosyalist sisteme karşı girişilecek savaşın yanında ikincil planda önem veriliyor: her şey bir Üçüncü Dünya Savaşı’na göre hazırlanıyor ve programlanıyordu. Emperyalizm bu savaşın nükleer üstünlük sayesinde kazanılacağına inanıyordu. Dolayısıyla emperyalist güçler, bölgesel savaşları

bir Üçüncü Dünya Savaşı’nın ön hazırlığı olarak ele alıp değerlendirme yapıyor ve bu bakış açısına uygun stratejiler saptıyordu.

Fakat 1950’lerin sonuna doğru emperyalizm, yeni bir Dünya Savaşı’na göre hazırlanan stratejinin pek geçerli olmadığını görüyordu. ABD, NATO ve diğer bölgesel bağlaşıklara karşı en büyük tehlikenin Sovyetler ya da sosyalist bloktan değil, Vietnam, Laos, Tayland, Cezayir, Küba, Filipinler, yani dünyanın beş kara parçasındaki yeni sömürge ülkelerde baş gösteren ulusal ve toplumsal kurtuluş savaşı veren halklardan geldiğini görmeye başlıyordu.

1950-1960 yılları arasında emperyalizm tarafından gerçekleştirilen dış yardım yatırımları, tarihte görülmedik bir hızla arttığı halde, ulusal kurtuluş savaşlarının kazandığı başarılar emperyalizmi şaşkına çevirmiş bulunuyordu.

Emperyalizm, yeni yöntemler, sermaye ihracı ve diğerleri yoluyla ulusal ve toplumsal savaşların nötralize edileceğine ilişkin planın da zaafa uğramasıyla, haklı bir paniğe kapılıyordu. Ancak yine kendisi için en önemli kâr kaynağı, geri kalmış ülkelerde ucuz iş-gücüyle tüketim maddeleri üretiminde bulunmaktı. Bu durumun yarattığı avantajlar, bölgesel savaşlar planını vazgeçilmez kılıyordu.

Yeni sömürge ülkelerde sürdürülen gerilla savaşları, emperyalizmin nükleer silahlar üzerine geliştirdiği stratejilere büyük darbe indiriyordu. Emperyalizm, stratejik nükleer kuvvetleri gerilla hareketlerine karşı kullanma olanağı olmadığı için, bu planda bir açmaza düşüyor ve 1960’lara kadar yeni askeri stratejilerinde konvansiyonel silahları gözetmiyordu. Ulusal ve toplumsal kurtuluş savaşlarının gerillacılık temelinde giderek boyutlanması ve emperyalizm için ciddi bir tehdit unsuru haline gelmesi nedeniyle, 1950’lerin sonlarına doğru emperyalist güçler büyük bir stratejik açmaz içinde olduklarını görüyorlardı. Yaşanan bu yeni politik bunalıma bir çözüm bulmak için, Rockafeller gibi en büyük tekelci sermaye grupları; ekonomi, politika ve

askeri alanda uzmanlaşmış binlerce kişinin çağrıldığı paneller, toplantı ve seminerler düzenliyor, içinde bulunulan çıkmazın sorunları tartışılıyordu. Fakat ileriki yıllar için en uygun stratejilerin tartışılmasının amaçlandığı bu gibi toplantılarda, katılanların hemen hepsi ulusal ve toplumsal kurtuluş savaşlarına karşı hidrojen bombası kullanılması üzerine düşüncelerde yoğunlaştırıyorlardı.

Sorunun özünü gören az sayıda insan için ise, durum kısaca şöyleydi: Dünyanın herhangi bir yerinde kendi politikalarına ters düşen, çıkarlarına zarar veren bölgesel savaşlarda emperyalizmin (özelde ABD emperyalizminin) elinde iki seçenek vardı. Ya nükleer savaşa gitmek, ya da ödün verip geri çekilmek.. Zorunlu geri çekiliş dışında nükleer silaha başvurmanın maddi koşulları oluşmuyordu. Böylece yeni strateji ve taktikler geliştirilmesi kaçınılmazdı. Zorunluluğun sonucu olarak ‘esnek karşılık’, ‘sınırlı savaş’ ya da ‘bölgesel savaş’ denilen kavramlar ve yöntemler geliştirildi. 1953 yılında ‘esnek karşılığın’ savunulması konusunda ABD Generali Maxwel Taylor: “Topyekün savaş yol gösterici bir stratejik kavram olarak çıkmaza ulaşmıştır” diyerek, topyekün savaşın savunulması yerine, esnek karşılık stratejisini geliştirerek yeni kavramın içeriğini şöyle tanımlıyordu:

“Bu strateji genel nükleer savaştan saldırı ve sızmalara kadar her duruma müdahale edebilecek bir sistemin geleceğine işaret etmektedir” [3]

1960’ta Başkan koltuğuna oturan Kennedy, Küba ve Vietnam’daki

1960’ta Başkan koltuğuna oturan Kennedy, Küba ve Vietnam’daki

Benzer Belgeler