• Sonuç bulunamadı

Robert Wilson’un Yeni Biçimselcilik ve Sahneleme Anlayışı

6. ROBERT WILSON

6.1. Robert Wilson’un Yeni Biçimselcilik ve Sahneleme Anlayışı

Wilson tiyatrosunu şöyle özetleyebiliriz; rüya atmosferi sunan yapımları ile seyirciyi imgeler dünyasına davet eder. Wilson imgeleri, ‘yavaş’ ve tekrar hareketlerine dayalı koreografiler, Andrews ve Christopher’ın parçalı metinleri ışığında sahneye yayar. Üç- beş saat ya da bir hafta süren oyunlar tasarlayarak seyirciye ve oyuncuya ‘şimdi ve burada’ deneyimi yaşatmayı amaçlar. Wilson’a göre, seyirci bu deneyimden topladığı imgeleri istediği bağlamda yorumlayıp deneyimleyebilecektir. Wilson, imgeler ya da görüler (vision) oluştururken, kendisi onları sahneye yerleştirirken amacını bilse de, onları yorumlamanın ‘seyircinin görevi’ olduğunu söyler. Wilson, oyunları üzerine konuşurken tek bir sorunun altını çizer: “Bu nedir?” Bu kavramı açıklayacak olursak; seyirciye daha önceden belirlenmiş bir sahnelemenin yorumunu önermek yerine, seyircilerin alımlamasını geliştirmenin, kendi yarattığı anlamın peşine düşmek yerine, ne anlatıldığını değil, nasıl anlatıldığı ve seyircinin nasıl alımladığı önemlidir. Performans yorum yapmamalıdır. Bunun yerine yapıtı izleme ve onun üzerine düşünme imkanı sağlamalıdır. Aksi halde yönetmenin performansı seyircinin yerine yorumlaması ‘’eseri öldürür.’’ Yorumun, yazarın, oyuncunun ve yönetmenin sorumluluğunda olduğuna inanmıyorum. Wilson’a göre; seyircinin performanstan çıkardığı anlam, yorumdur. (Trevor, 1991, s. 4) Sahne üzerindeki her argümanın matematiksel bir doğruyla, son derece detaylı olarak planlanması yapılmış ve birçok imgenin kültürel olarak karşılıklarının olması seyircide görünen ‘’şeyin’’ altında yatan bir neden-sonuç ilişkisi olduğunu ve işte bu ‘’şeyin’’ yorumlanması hissini uyandırır. Bauhaus’un izleğini güncel olarak takip eden ve yapımlarındaki temel unsur olan ‘’uzam’’ kavramının önemini vurgulayan Wilson, ‘’yeni biçimselcilik’’ tanımıyla bilinen akımın da en önde gelen temsilcisidir. 1960’lı yılların sonlarından başlayarak görselliğin ve uzamsallığın ön planda olduğu sahne yapımlarında dansçı Lucinda

Childs ve bestece Philip Glass ile birlikte çalışmalar yapmış ve kendi temsil ettiği akımın öncülüğünde bir okul açmıştır. Robert Wilson, farklı kültürlerin ve farklı sanat dallarının olduğu kadar insanoğlunun farklı algılama mekanizmalarının da buluşma noktasında yarattığı gösterimleriyle, tiyatro sanatının son geldiği evrim aşamasına doğru yön gösteren dönemimizin en önemli yönetmenlerinden birisidir. Biri otistik, diğeri sağır ve dilsiz iki çocuğu evlat edinen Wilson, okulunda sağır-dilsiz olan Raymond’ın mimiklerini ve çıkardığı sesleri oyuncularına taklit ettiriyor ve bedenle dinleme/algılama gibi yeni iletişim yolları üzerine çalışmalar yapıyor. Otistik olan Christopher ile çalışırken, sözcükleri nasıl kullandığını, ancak bu sözcüklerin konuşmanın genel amacına uymadığını fark ederek, sözcükleri, müzik, ses ve görsel biçim alabilecek şekilde düzenliyor. ‘’Christopher gündelik kullandığı sözcükleri bozarak kullanıyor, sözcükler sürekli değişerek ve birbirine karışarak moleküllere doğru dönüşüyor. Wilson, bu dönüşümü kodlara bölerek yeniden tanımlıyor. Konuşurken de ağır ağır kurguluyor. Bu sayede görsel kurgular ortaya çıkıyor.’’ Bu noktanın Wilson’un yapımlarına doğrudan etkisi olduğunu ve bu yüzden yapımlarına mantıksal açıdan yaklaşmamak gerektiğini alımlamamız gerekmektedir. Chrisopher ve Raymond’ın dil ile kurdukları yaklaşımları ve bir sözcüğün anlamını öğrenmeden seslere/tınılara birer tepki gösterdiğimizi kanıtlar niteliğindedir. Bu yaklaşıma göre dilin bir özü ve evrensel bir boyutu vardır. Wilson, dilin bu iletişim amacı dışında da kullanılmasının ve tınıların müziksel tarafını ön plana çıkarma düşüncesinden hareketle ‘’Algı Farklılıkları Kuramını’’ ortaya çıkartmıştır. İnsanın yaşama ilişkin iki tür algısından söz eder ve bu iki tür anı ekrana kaydeder. Dış ekranda objelere ve durumlara; ‘’birbirine benzer insanların benzer anlamları yüklediği genel geçer anlamları bulunur.’’ İç ekrandaysa soyut ve öznel kavramları algılanır ve bireysel alımlamaya dahildir. Gerçeklikle kurulan ilişki hem kültürel hem de bireysel olarak alımlanır. Wilson’un yapımları tamamen bireysel alımlamaya yöneliktir. Wilson’ın küçük detayları, genişletilmiş bir zaman aralığında sunulduğunda insan alımlamasının derinliğini arttırıyor ve bu alımlama ötesi izlemenin bir tür ‘’trans’’ durumuna yol açacağını söylüyor. İşte uzun süreli oyunları tercih etmesinin en temel nedenlerinden birisi de bu noktadır. Robert Wilson’ın tiyatro anlayışı ‘’yeni biçimselcilik’’ akımına içerisinde değerlendirilmektedir. Wilson’un öncüsü olduğu bu anlayışa ‘’imge tiyatrosu’’ da denilmektedir. Wilson ise bu anlayışa ‘’otistik tiyatro’’ tanımı yapmaktadır.

Wilson, yirminci yüzyılın son çeyreğinden sonra ‘’metne dayanan’’ tiyatro oyunlara yönelir. Genelde müzikal ağırlıklı oyunları tercih eden Wilson, alışılagelmiş formalist bütün tiyatro kalıplarını ve klasik dekor anlayışını yıkıma uğratmaktadır. Yapımlarında genellikle ağır bir tempo, yinelenen müzik ve göstergelerin yoğunluğundan söz etmemiz gerekmektedir. Düşsel bir dünyaya benzeyen, imgelerden oluşan, işitsel ve görsel bir tiyatrodur. Ele alacağımız üç yapımında da detaylarına değineceğimiz Wilson için, ‘’gerçeküstücülüğün varisi’’ tanımı yapabiliriz. Tiyatronun ‘’anlamsal’’ özelliğinden ziyade ‘’biçimsel’’ yapının ön planda olduğu, soyut anlatımlara dayalı, dilin bir araç olarak sessel özelliğinin daha çok ön planda olduğu ve seyircilerin görsel algısına yönelen ortam ve teknolojilerin matematiksel bir doğrulukla hesaplanmış olduğu ‘’imgesel kolajlardan’’ oluşan bir tiyatro oluşturur. Klasik anlatıda var olan hikaye izleği Wilson’ın tiyatrosunda sadece imge yoğunluğu olarak var olur. Dış gerçeklikle bir ilişki kurmayan, yalnızca kendi gerçekliğini var edip üreten Wilson, ‘’seyircilerin çıkardığı anlam onların yorumudur’’ ifadesinde de yer aldığı gibi, anlam, yapımla seyircinin ilişkisinin bir ürünü olarak ortaya çıkmaktadır.

Bir yapımı sahneleme anlayışı ise; uzam kavramının ve göstergelerin varlığına dayanmaktadır. Wilson, ‘’uzamı yatay, zamanı ise dikey olarak kullanır. Hikaye ile, karakterleri yaratmakla, toplumsal-politik olaylara değinmekle ilgilenmez. Seyircilerin bireysel olarak alımlayabileceği bir takım ‘’kodları’’ ortaya koymaktadır. Sahne üzerindeki bütün araçların her biri yeni bir dil oluşturur ve eşit oranda etkiye sahiptirler. İnceleceğimiz yapımlarında da göreceğimiz gibi, birçok oyunda kullandığı ‘’göstergeleri’’ diğer oyunlarında da yinelemektedir. Bu kullanım yenilemesi ‘’Wilsonvari’’ olarak tiyatro literatüründe yerini almaya başlamıştır. Robert Wilson’ın oyunlarında geleneksel tiyatroda var olan bir diyalog yapısı bulunmaz. Dil yalnızca bir iletişim aracı ya da anlam yüklü aktarıcı olarak kullanılmıyor. Sözcükler bir hikaye anlatmaz. Wilson için dil, sözlerin fonetiğine göre bir müzikal parça gibi düzenlenmektedir. Dil asla oyunun merkezinde yer almaz ve sözler yerine geçen imgeler yığını ön tutulur. Beckett’in ‘’konuşan’’ sessizlik’’ olarak adlandırdığı gibi, dil parçalanır ve süren bir diyalog yerine bölünmüş, parçalanmış cümleler mevcuttur. Wilson dilin yapısını bozarak karakterlerin tutarlılıklarını ortadan kaldırır. Çünkü dilin yarattığı anlamdan ziyade müziğin ve imgelerin ortaya çıkardığı bir bütünü önemsemektedir. Wilson’ın ışık kullanımı tamamen ‘’uzam’’ yaratma üzerine bir araç

olarak kullanılmaktadır. Işık Wilson için, ne gördüğümüzü ve nasıl gördüğümüzü belirlemek üzere tasarlanır. Wilson’ın ışık kullanımı sahnede üzerindeki ‘’oyuncu, dekor, aksesuar, görsel ve işitsel’’ birçok argümanı yönetir. Çalışmanın bu bölümünden sonra, yukarıda ki bölümlendirmelerde de değinilen konuların ekseni çevresinde Robert Wilson’un yapımlarının içeresinde yer alan teknoloji unsuru ve teknolojinin hangi amaçlara hizmet ederek yapımlarında yer aldığını, Einstein on the Beach (1976), The Black Rider (1990) ve Threepenny Opera (2007) oyunlarının kronolojik olarak incelenmesi yapılacaktır.

Benzer Belgeler