• Sonuç bulunamadı

II. BÖLÜM

5. Rawls’un Devlet Görüşü

Buraya kadar ortaya konulan görüşleri doğrultusunda, Rawls’un hedefinin demokratik toplumlarda liberal değerlerin içselleşmesi ile istikrarı sağlamak olduğunu söylemek mümkündür. Peki bütün bu görüşleri çerçevesinde acaba Rawls’un öngördüğü devlet liberal devlet-refah devleti ayrımında nerede konumlanmaktadır? Rawls her yönüyle kapitalizmin egemen olduğu, her bireyin kendi kaderi ile baş başa olduğu bir devletten yana mıdır yoksa her bireyin insanca yaşama hakkını esas alan sosyal adaletçi bir devleti mi öngörmektedir? Şimdi kısaca bu sorular çerçevesinde Rawls’un adalet ilkeleri üzerine inşa etmeyi amaçladığı devletin özellikleri üzerinde duralım.

söylemek mümkündür. Diğer taraftan Rawls birçok kez liberal demokratik toplumlar için geçerli olacak bir adalet anlayışı geliştirdiğini ifade ettiğinden ötürü, kendisinin esas olarak liberal devlet anlayışını savunduğu söylenebilir. Son olarak Rawls’un düşünce geleneği açısından 17. ve 18. yüzyıl felsefesi ile olan yakınlığı ve bu felsefe anlayışının sonucu olan liberal devlet anlayışı nedeniyle Rawls’un liberal devletten yana olduğu iddia edilebilir. Ancak tüm bu argümanlar bir yana, Rawls’un adalet anlayışının “liberal devletin ahlaki temellendirilmesi” şeklinde düşünülmesi olanaklıdır. (Özkök, 1999:230)

Rawls 17. ve 18. yüzyıl felsefe geleneğine paralel olarak devleti zor kullanma tekeline sahip bir kurum olarak algılamaktadır. Teorisinin başlangıcından itibaren devletin bu gücünü önceden varsaymaktadır. (Rawls, 2005:414) Ancak Rawls’a göre devletin bu gücü özgür ve eşit vatandaş idealine uygun olarak kullanılmak zorundadır. Zira Rawls’un teorisinde başlangıç durumundaki taraflar eşit ve özgür olarak tanımlanmaktadır. Siyasi topluma geçildiğinde de bu haklarından vazgeçmemektedirler. Dolayısıyla devlet zor kullanma tekelini vatandaşların temel hak ve özgürlükleri aleyhine kullanamaz. Adalet anlayışının dayanak noktası olan başlangıç durumu bunu gerektirmektedir. Diğer taraftan Rawls’un siyasi adalet anlayışını ele alırken üzerinde durduğu örtüşen uzlaşma ve makul çoğulculuk olgusu da onun liberal devletten yana olduğunu düşünmemizi sağlayan argümanlar sunmaktadır. Hatırlanacağı üzere Rawls, makul çoğulculuk olgusunu liberal demokratik toplumun en belirleyici özelliklerinden biri olarak sunmaktadır. Böyle bir toplumda vatandaşlar kendi iyi anlayışları doğrultusunda birbirinden farklı, felsefi, ahlaki ve dini görüşlere sahiptirler. Devletin baskıcı gücü olmadan vatandaşların tek

bir dini, felsefi ya da ahlaki kapsayıcı doktrini benimsemeleri söz konusu değildir.

Bu çerçevede devlete düşen görev ise toplumdaki farklı görüşler arasında taraf tutmamak, kendi iyi anlayışlarını geliştirebilmesi için vatandaşlar arasında fırsat eşitliğini sağlamaktır.

Bu açıklamalar doğrultusunda Rawls’un temelde liberal devletten yana bir düşünür olduğunu söylemek mümkündür. Ancak onun savunduğu liberal devlet anlayışı klasik liberalizmin “sınırlı devlet” ya da “gece bekçisi devlet” anlayışı ile birebir örtüşmemektedir. Liberal gelenekteki sözleşme düşüncesinin bir ürünü olan sınırlı devlet anlayışı devleti yalnızca adalet, iç güvenlik ve savunma fonksiyonları ile sınırlamaktadır. Bunun dışında devletin sosyal adaleti sağlamak gibi bir misyonu yoktur. Bu nedenle devletin yeniden dağıtımcı politikalar izlemesi yanlıştır. Bu anlayışa göre “Piyasa ekonomisi içinde gelişen gelir dağılımının “gayri adil”

olduğunu öne sürerek, devletin “daha adil” olduğuna inanılan ölçülere göre gelir dağıtımını gerçekleştirmesini, “toplumsal zenginliği” yeniden dağıtmasını istemek hem gerçekleştirilemez hem de bireylerin haklarına ve hayatına müdahale anlamına gelir” (Yayla, 1992:190) Rawls’un klasik liberal devlet anlayışından ayrıldığı nokta da işte burasıdır. Rawls her ne kadar negatif ve pozitif özgürlükler konusunda net bir tavır sergilemekten kaçınsa da, teorisini bir bütün olarak ele aldığımızda, bunu bir tür sosyal adalet teorisi olarak değerlendirmek mümkündür. Çünkü Rawls’un teorisi özellikle fark ilkesi bağlamında önemli ölçüde yeniden dağıtımcı izler taşımaktadır.

Rawls’un adalet kavramını algılayış tarzında da bunu görmek mümkündür. Daha önce belirtildiği gibi, Rawls’a göre adaletin başta gelen konusu, belli başlı toplumsal kurumların, temel hak ve görevleri dağıtma ve toplumsal işbirliğinden doğan yarar

ve kazançların bölüşümünü belireme tarzıdır. İşte Rawls’ta bu toplumsal kurumlara ilişkin yapılacak düzenlemeler sosyal devlet ya da refah devleti anlayışını çağrıştırmaktadır.

Rawls’un devletini sosyal devlet ya da refah devleti olarak nitelendirmeyi mümkün kılan şey onun özelikle adaletin ikinci ilkesi konusunda söyledikleridir.

Daha önce belirtildiği üzere, Rawls toplumsal koşulların bazen belirli insanların doğal yetenek, aile, sınıfsal köken vb. nedenlerle tamamen şansa dayalı olarak diğer insanlara göre daha avantajlı bir konumda olmaları sonucunu doğurduğunu, dolayısıyla toplumda bu insanlar lehine bir eşitsizlik söz konusu olduğunu ifade etmekte, böyle bir durumun ise ahlaki açıdan kabul edilebilir olmadığını vurgulamaktadır. İşte Rawls bu eşitsizliği fark ilkesi ile telafi etmeye çalışmaktadır.

Rawls’a göre toplumsal yapı sürekli olarak şanslı doğanları ödüllendiren, geriye kalanları ise kendi kaderleriyle baş başa bırakan bir yapı olmamalıdır. Temel toplum yapısı hakkaniyete dayalı işbirliği koşulları içerisinde herkes için makul bir yaşamı sağlayacak şekilde dizayn edilmelidir.

Rawls özel mülkiyete izin veren demokratik bir devlette adil fırsat eşitliği ve fark ilkesinin nasıl uygulanacağını açıklamak amacıyla, devletin dört ayrı branşı üzerinde durmaktadır. (Rawls, 1985:275) Bu branşlar tahsis, istikrar, transfer ve dağıtım branşlarıdır. Her branş belirli toplumsal ve ekonomik koşulların muhafazasından sorumlu kurumlar ve faaliyetlerden oluşmaktadır. Bunlar normal bir hükümetin organizasyon yapısıyla uyuşmamaktadır ancak hükümetin değişik fonksiyonları olarak anlaşılmalıdır.

Buna göre tahsis branşı, işleyebilir rekabetçi bir ücret sistemini korumak ve makul olmayan pazar güçlerinin oluşmasını engellemekten sorumludur. İstikrar branşı ise makul bir tam istihdamı sağlamakla yükümlüdür. Transfer branşının sorumluluğu toplumsal minimumun düzeyini tespit ederek belirli bir refah düzeyini garantiye almaktır. Son olarak dağıtım branşı ise vergilendirme ve mülkiyet haklarındaki zorunlu ayarlamalar yoluyla dağıtım paylarındaki adaleti sağlamayı hedefler. Rawls’a göre tahsis branşı ve istikrar branşı piyasa ekonomisinin etkinliğini sürdürür. Transfer branşı ise rekabetçi fiyat sisteminde göz ardı edilen ihtiyaç taleplerini dikkate alarak dengeyi sağlar. İhtiyaçların göz ardı edildiği bir sistem uygun bir dağıtım sistemi olamaz. Yapılan transferlerle toplumdaki en az avantajlıların geliri toplumsal minimuma ulaştığında dağıtım adil olacaktır. Diğer taraftan dağıtım branşı zenginliğin dağıtımını aşamalı olarak düzeltmeyi amaçladığından, miras ve bağış gibi gelir unsurlarına vergiler koyar ve takribi adaleti (approximate justice) korumaya hizmet eder. Bunun yanında dağıtım branşı kamu hizmetlerinin ve adaletin gerektirdiği transfer harcamalarının finansmanını sağlayacak bir vergi sistemi ile toplumda vergi yükünün adil bir biçimde dağılmasını sağlar.

Görüldüğü üzere Rawls’un üzerinde durduğu bu dört branşın uygulaması onun devlet anlayışının refah devleti modeliyle benzerliğini ortaya koymaktadır.

Diğer taraftan Rawls’un vatandaşlık anlayışı da bu tespiti destekler niteliktedir.

Rawls vatandaşlığı, eşit ve özgür bireylerin toplumsal işbirliği sisteminin tam üyesi olmaları şeklinde ifade etmektedir. Bu eşitliğin anlamlı olabilmesi için kurumlara da yansıması gerekmektedir. Bu amaçla Rawls, bütün vatandaşların temel ihtiyaçlarının

sosyal ve siyasi yaşama katılmalarını sağlayacak biçimde sağlanması gerektiğini vurgulamaktadır.

Özetlemek gerekirse Rawls’çu devlet, temel hak ve özgürlüklere öncelik vermesi, devletin zor kullanma tekelinin bu hak ve özgürlüklerle sınırlı olması ve devletin toplumdaki dini, felsefi, ya da ahlaki görüşler karşısında tarafsız olması açısından liberal olarak nitelenebilir. Bununla birlikte Rawls’çu devlet, klasik liberalizmin sınırlı devlet anlayışının aksine, özellikle ikinci adalet ilkesinin gerçekleştirilmesi bağlamında, önemli ölçüde yeniden dağıtımcı uygulamalar öngördüğünden refah devleti modeli ile benzeştiğini söylemek mümkündür.

III. BÖLÜM