• Sonuç bulunamadı

Sanatçıların yaratma eylemi üzerine yapılan incelemeler, ilk çağlardan beri varlığını sürdürmektedir. Antik çağda yazarların yapıtlarını oluştururken bilinçli bir şekilde davranmadıkları, bir çeşit kendinden geçme hadisesi yaşadıkları düşüncesi vardır (bkz. Kolcu, 2010: 176). Ancak sanatçıya yönelerek onun eserlerini veya eserlerinden yola çıkarak sanatçının ruh halini, kişiliğini açıklama eğilimi 19.

yüzyılda Sainte-Beuve önderliğinde başlar. Böylelikle sanatçının eserleri ve hayatı ilişkilendirilerek hem eserler, hem de yaratıcısının çözümlenebileceği görüşü yayılır.

Yazara yönelerek onun yaşamını ve kişiliğini inceleme eğilimleri 20. yüzyılda Freud’un görüşleriyle yeni bir hal alır, böylece psikanalize dayanan yeni bir eleştiri yöntemi ortaya çıkar (bkz. Moran, 1999: 132-149; Özbek, 2007: 7; Cebeci, 2004:

10).

Sigmund Freud, psikanaliz görüşleriyle insanın ruhsal yapısını, ruhsal gelişimini ve insan davranışlarını açıklama girişimlerinde bulunur. Freud, insan zihnini; bilinç ve bilinçaltı olarak ikiye ayırır. Ona göre; insanın tüm ruhsal gelişimlerinin yönlendirildiği, insan psikolojisinin oluştuğu yer bilinçaltıdır.

Bilinçaltını ise ‘ego’, ‘süperego’ ve ‘id’ oluşturur. ‘Ego’ ve ‘süperego’ zihnin dış dünya ile olan bağlarını sürdürmesine yardımcı olan bölümleridir. Bunlar yarı bilinçli mekanizmalardır ve dış dünyadan aldığımız etkiler doğrultusunda gelişirler. ‘İd’ ise zihnin kalıtım yoluyla geçen ve içgüdülerden oluşan bölümüdür. Freud insanın

‘id’inden kaynaklanan gereksinimleri yüzünden bazı içgüdüsel isteklere sahip olduğunu, bu isteklerin çoğunu libido olarak adlandırdığı cinsel isteklerin oluşturduğunu belirtir. Freud ayrıca bu gereksinimlerin doyuma ulaştırılmadıklarında bilinçaltına itilerek bastırıldığını söyler. Bireyin bastırdığı bu duyguların onu nevrotik olmaya sürüklediğini belirten Freud, bu bastırılmış duyguların düşlerde açığa çıktığını savunur. Bireyin bu arzularını çok yoğun bir şekilde yaşaması ve hayal dünyasına kapanması ile bireyin nevrozunun bir hastalık konumuna geldiğini, bu durumun ise bireyin gerçek ve hayali karıştırmasına sebep olduğunu vurgular (bkz. Freud, 1993: 66-100; Freud, 1998: 75-83; Freud, 1999b: 130-131).

Freud sanatçıları da nevrozlu insanlar olarak görür ve onların da bastırmış oldukları arzuları olduğunu, bu içgüdüsel isteklerini doyuma ulaştırmak için hayal dünyasına yöneldiklerini ve yazarak nevrotik durumlarından kurtulmaya çalıştıklarını belirtir. Ancak nevroz hastalarından farklı olarak onların gerçek dünya ile bağlarını koparmadıklarını vurgular:

Sanatçılar hayal ülkesinin, haz ilkesinden gerçeklik ilkesine o acı geçişte kurulan ve gerçek yaşamda ister istemez el çekilmiş içgüdüsel doyumların yerini tutacak giderimsel doyumlar sağlayan bir ülke olduğunu sezmişlerdi.

Sanatçı da bir nevrozlu gibi, içgüdülerine doyum sağlayamadığı gerçek dünyadan hayal dünyasına çekilmekte, ancak nevrozluların üstesinden gelemediği bir eylemle sonradan yine gerçeğe dönüp orada yaşamını sürdürebilmektedir. Sanatçının yaratıları ve sanat yapıtlarının işlevi, tıpkı düşler gibi bilinçdışı istekleri hayali doyumlara kavuşturmaktan başka bir şey değildir. Ayrıca sanat yapıtlarıyla düşlerin ortak yanı; her ikisinin de uzlaşma ürünü niteliği taşımasıdır çünkü düşlerin de nihayet bilinçdışına itimleri gerçekleştiren güçlerle açıktan açığa bir çatışmadan sakınması gerekmektedir. Ancak, toplumdışı (asosyal) ve bensevisel düş ürünlerinden ayrıldıkları nokta, sanat yapıtlarının başka kişilerin ilgisini hesaba katması, başkalarında da aynı bilinçsiz istekleri diriltip bir doyuma ulaştırabilmesidir (Freud, 1993: 101, 102).

Freud, psikanalitik açıdan sanatçıya yönelerek yapıtlarının ve kişiliğinin ilişkilendirilmesi ile sanatçının içgüdüsel yapısının, aynı zamanda tüm insanların ortak noktalarının çözümlenme fırsatı sağladığını söyler: “Psikanalizin gerçekleştirdiği başarı, sanatçının yapıtları, yaşantıları ve görünürde tesadüfi alınyazıları arasında ilişkiler kurarak, onun bünyesel yapısını ve bu yapıda etkin içgüdüleri, yani bütün insanlarda ortak özelliği saptamak olmuştur” (a.g.e. : 102).

Carl Gustav Jung da Freud’un görüşlerine benzer şekilde psikanalizin edebiyata ışık tutacağını belirterek; “psikolojik araştırmalarla hem bir sanat yapıtının nasıl biçim bulduğunun anlaşılabileceğini, hem de kişiyi sanat yönünden yaratıcı yapan öğelerin açığa çıkarılabileceğini” (Jung, 1997: 327) savunur.

Berna Moran, Freud’un görüşlerinden yola çıkarak psikanaliz ve edebiyat eseri arasındaki ilişkiyi şu şekilde açıklar:

Mademki yazarı yazmaya iten, açığa vuramayıp bastırmak zorunda kaldığı isteklerdir, o halde bunlar bir yolunu bulup kılık değiştirerek kendilerini

eserde belli edeceklerdir; tıpkı hepimizin rüyalarında kendilerini gösterdikleri gibi. Bundan ötürü bir sanat eserine yazarın bilinçaltında kalmış isteklerinin, korkularının vb. sembollerini taşıyan bir belge gibi bakabiliriz. Psikanalitik eleştiriyi kullananlara göre, yazarın eseri, psikanaliz tedavisindeki sözleri gibi ele alınabilir ve o zaman yazarın gizli isteklerini, cinsel eğilimlerini, bilinçaltı dünyasını araştırıp ortaya dökmek için eseri incelemek gerekir… Psikanalize dayanan yöntem yalnız yazarın biyografisi için kullanılmaz aynı zamanda eseri açıklamaya da yarayabilir (Moran, 1999: 152).

Yılmaz Özbek; “yazar ve yapıt arasında var olan ilişkiyi tespit etmek, sorgulamak, tartışmak için yazarın ruh biyografisinin izini yapıtta sürmenin yapıtın çözümlenmesine” olanak sağlayacağını belirtir (Özbek, 2007: 14).

Tahsin Yücel psikanalitik eleştiri yönteminin amacının; “yapıtla kendisini yaratmış olan birey arasında tutarlı bir koşutluk kurmak” (Yücel, 2007: 56) olduğunu belirtir. Ona göre psikanalizin böyle bir amaç gütmesinin sebebi; “yazarın ruhsal oluşumunun yapıtın ruhsal oluşumunun bir yansıması” (a.g.e. : 56) olmasıdır.

Sanatçıya yönelerek onun yapıtlarını, sanatçının yaşamı ile ilişkilendirme aracılığıyla hem sanatçıyı hem de onun yaratılarını anlamlandırma çabası içerisinde olan psikanalitik eleştiri yöntemi, yazarların kişiliklerinin teşhir edilmesinden rahatsız olmasıyla birçok eleştiri alır, ancak yine de varlığını sürdürmeye devam eder (bkz. Cebeci, 2004: 10-12).

Freud’un görüşlerinin ardından Otto Rank, Ernst Kris, Thrilling, Heinz Hartmann, Erik Erikson, Philis Grennacre, Silvano Arietie bu yöntemin gelişmesine katkı sağlayan isimlerdir.