• Sonuç bulunamadı

2. BÖLÜM : FRANZ KAFKA VE VAROLUŞSAL TEMALAR

2.1. KAFKA’YA GİRİŞ

2.1.1. Yaşam Öyküsü

3 Temmuz 1883’te Prag’ta dünyaya gözlerini açan Kafka, doğup büyüdüğü ve çok seyrek olarak ayrıldığı bu kentte dünyaya gözlerini yummuştur. Bir tanık tarafından bir defasında pencereden Ring alanına bakarken, aşağıdaki binaları göstererek şöyle dediği aktarılmaktadır: “şu bina benim okuduğum lise, yüzü bize dönük bina da üniversite, biraz ileride solda da benim çalıştığım büro var.

Bütün yaşamım -parmağını oynatarak birkaç küçük daire çizdi- bu küçük daire içinde hapsolmuş durumda.” (Wagenbach 2008: 22) Annesi Julie Kafka ve babası Hermann Kafka’nın ilk çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. İki erkek ve üç kız kardeşe sahip olsa da erkek kardeşler daha bebek yaşlarında çeşitli hastalıklardan dolayı vefat ederken üç kız kardeşi de 1939’da Naziler tarafından toplama kamplarına yollanıp orada katledilmişlerdir.

Dünyadan göçerken öyle olmasa da annesinin deyişiyle Kafka çocukluğunda narin ama sağlıklı bir çocuktur. Kafka bilmecemsi yapısı, aşırı derecede ürkekliği, alçakgönüllülüğü, çekingenliği ve iletişim kurmadaki güçsüzlüğü dolayısıyla kendisini dayılarına benzetmektedir. Adeta Kierkegaard’ınki gibi görmezden gelinemeyecek doğal bir melankoliye sahiptir. Öyle ki insanların sahip olduğu neşeye hatta “neşe” sözcüğünü nasıl bulduklarına dahi akıl erdirememektedir. Ona göre bu kelime olsa olsa “hüzün” kelimesinin karşılığı

olarak uydurulup ortaya atılmış olmalıdır. (Kafka 2005: 293) Kendi gözünde bir güç timsali olan babasından ona geçen özelliklerin ise duyarlılık, adalet duygusu ve tedirginlikle sınırlandırılabilecek denli az olduğunu dile getirmektedir. 1920 yılında Milena ile olan bir mektuplaşmalarında kendi varoluşuna dair açık seçik bir şekilde şunları söylemektedir:

“Bir özellik, öyle sanıyorum ki ikimizde de ortak, Milena; işte öylesine çekingen ve ürkek insanlarız, hemen her mektup değişik öbüründen, her biri bir öncekinden korkuyor, alacağı yanıtı daha da büyük bir korkuyla bekliyor. Ama siz doğuştan böyle çekingen ve ürkek biri sayılmazsınız, Milena, bunu görmek zor değil. Bana gelince, hatta belki ben de doğuştan böyle biri değilim, ama çekingenlik ve ürkeklik bende nerdeyse çoktan doğal bir özellik kazandı, ancak çaresiz kaldığımda ve olsa olsa kızdığım zaman sesi çıkmıyor bu özelliğin, unutmadan söyleyeyim: Bir de korkunca.” (Kafka 2005: 51)

Kierkegaard’ın hüznü ve melankolisindeki babanın rolü Kafka’da da yadsınamayacak ölçüdedir. Her ne kadar kendisi için verimli bir duygu olsa da Kafka kendisini saran hiçlik duygusunun tümüyle babasının etkisinden kaynaklandığını Babama Mektup’ta açık yüreklilikte ve bu sefer babasından korkmadan dile getirmektedir. (Kafka 2009: 16) Bu mektubu Kafka’nın babasıyla hesaplaşması olarak görmek mümkündür. Mektubun son cümlesi böylesi bir anlamı çıkarmaya olanak sağlamaktadır: “… bu, her ikimizi de biraz rahatlatabilir, yaşamayı ve ölmeyi kolaylaştırabilir.” (Kafka 2009: 95)

Diğer yandan bu mektubu yapıtlarına hâkim olacak otorite kavramının kökeninin ilanı olarak okumak mümkündür. Kafka’nın yaşam yolundaki her adımında babası sırf güçlü varlığıyla dahi kendisinin ne kadar da güçsüz yaratılışta bir varlık olduğunu hissettirmektedir.

Daha çocuk yaşta doğduğu yeri terk ederek Prag’a yerleşen, zor bir çocukluk ve ardından gençlik dönemi geçiren Hermann Kafka, nispeten varlıklı bir kız olan anne Julie ile evlenerek nüfuzlu sayılabilecek bir yaşama ulaşmıştır. Birçok zahmetle kazanılmış hayatın değerini ise doğal olarak fakat gereğinden fazla önemsemektedir. O yıllardan kalma çetin yaşam koşullarının adeta üzerine sinmiş olduğu gerek yaşayış tarzı ve davranışlarıyla gerek çocuklara olan yaklaşımlarıyla görülmektedir. Sadece toplumun takdirini kazanmaya ulaşmanın

çaba harcanması gereken bir şey olduğunu çocuklara aşılamaya çalışmaktadır.

Kendi tırnaklarıyla hayata tutunan babanın sertliği ve çocuklar üzerindeki hakimiyeti zorunlulukla evde sevgiden ziyade korkunun solunduğu bir ortamı beraberinde getirmektedir. Öyle ki Franz kendisiyle alakadar olan, o küçük çocuğu öğretmenine şikâyet etmekle korkutan aşçı kadının üzerindeki hakimiyetinin ne denli etkili olduğunu 30 yıl sonra dahi tüm canlılığı ve tazeliğiyle Milena’ya yazdığı bir mektupta ortaya dökmektedir:

“Belki pek yaramaz denemezdi benim için, ama dikbaşlıydım, haylaz, melankolik, kötü bir çocuktum, tüm bunlar da biraraya toplandı mı öğretmenin her zaman işine yarayacak bir şey çıkabilirdi ortaya. Bunu bildiğim için de aşçı kadınımızın gözdağı veren sözlerini hafife almak elimden gelmezdi. Ne var ki, her seferinde okul yolunun alabildiğine uzun olduğuna inanır, bu yolda neler olmaz diye düşünürdüm. (Görünürdeki bu çocuksu saflıktan giderek o ürkeklik ve ölü gözü ciddiliği gelişip ortaya çıktı, çünkü yollar hiç de alabildiğine uzun değildir.) (…) Et Pazarı Sokağı’nın girişine yaklaştığımızda… aşçı kadının gözdağı veren sözlerinden duyduğum korku baskın çıkardı… Zaten okulun kendisi dehşet salardı içime, aşçı kadınımız da durumu daha çok zorlaştırırdı. Ben yalvarmaya başlardım, ama aşçı kadın olmaz der gibi başını sallardı. Ben yalvardıkça, yalvararak elde etmek istediğim şey gözümde daha çok değer kazanır, beni ileride bekleyen tehlike gözüme o kadar daha büyük görünürdü. (…) Ne var ki söylemedi asla, ama bu olanağı sürekli elinde tuttu, hatta giderek daha bir kesinlik kazandırdı ona (dün söylemedim, ama bugün mutlaka söyleyeceğim) ve bu olanağı hiç elinden bırakmadı. (Wagenbach 2008: 24-25; Kafka 2005: 82)

Gerek ev işleriyle ilgilenen gerekse de çocukların bakımıyla alakadar olan yardımcılara ve lüks olarak nitelendirilebilecek bir evde yaşamalarına rağmen, annenin daha silik kalmasıyla beraber babadan kaynaklı evin içindeki despotik ve bunaltıcı hava çocukları özellikle de Franz’ı yiyip bitirmektedir. Daha çocukluğundan itibaren ruhundan açılan yaralar kapanmayarak artacaktır. Öyle ki aldığı okul eğitimi de bu yaraları perçinleyecektir. Çek taşrasından gelip de Prag’a yerleşen Yahudi Hermann Kafka maruz kaldığı değişime ilk başlarda dirense de bir müddet sonra gerek dinsel gerek politik fanatikliklerinden vazgeçerek Alman toplumun bir parçası olmak yolunda kararlı adımlar atmıştır.

Bu kararlı çabanın en açık belgesi olarak da Kafka ailesinin bütün çocuklarına yalnızca Alman okullarında eğitim görme olanağı sağlamasıdır. Yine de Franz kusursuz derecede Çekçe yazıp konuşabilmektedir. Kafka’nın Prag gibi dört bir yana bağlantı olanakları içeren bir çevrede yalnızlaşmasında ve o bilmecemsi

içe kapanışına bürünmesinde ev ve aile ortamından sonra almış olduğu Alman lisesindeki eğitimin rolü büyüktür. Okuldaki öğretimin büyük çoğunluğu antik dünya ruhunun kapısını aralamak amacıyla Latince ve Yunanca gibi iki dilin öğretilmesine ayrılmış durumdadır. Gerek antik dillerin gerek eskiçağ tarihinin fazlasıyla eğitimi verilmesine rağmen ezberci eğitim sisteminin doğal etkisi olarak Kafka bu antik ruha fazlasıyla yabancı kalmış ve hayal gücünün neredeyse hiç beslenmediği bu eğitim süreci içerisinde zorunlulukla yalnızlaşmıştır. Kaldı ki ne mektupları ve günlüklerinde ne de yapıtlarında böylesi bir antik ruhun izine rast gelmek mümkündür. (Wagenbach 2008: 34) Yine ezberci eğitim anlayışıyla aldığı Almaca eğitimi de Kafka’ya yetersiz gelmektedir. Gördüğü din dersi ise babasının sadece lafta olan sığ Yahudiliği’ni sorgulamasına yol açmış ve aslında gerek okuldan gerek de babasından aldığı dinsel malzemenin ne kadar az olduğunu gözler önüne sermiştir. İçinde yoğun olarak bir yere ait olma, kendine tutunacak bir dal bulma, kendisini dipsiz kuyulara sürükleyen sorularına yanıt bulma isteğiyle dinle ilişki kurmak isteğini içerisinde sürekli olarak barındırsa da çeşitli nedenlerden dolayı dine mesafeli olmuştur. Dolayısıyla Kafka için ne baba evi ne de okul umut vaat etmektedir.

Kafka’nın çocuksu saflığının giderek yerini tüm yaşamı boyunca üzerine sinen ürkeklik ve ölü gözü ciddiliğine bırakması bu dönemlere tekabül etmektedir.

(Wagenbach 2008: 24) Yalnızlığı benimseyişi hatta yalnızlık isteği ve kapılarını dış dünyaya kapayışını şu satırlar açıkça ortaya koymaktadır:

“Görüp yaşadığım kadarıyla, gerek okulda, gerek evimizde kendine özgülük yok edilmeye çalışılıyordu… örneğin akşamleyin heyecanlı bir kitabı okumaya dalmışken, başkaları için söz konusu olmayan birtakım nedenler öne sürülerek kendisinden okumayı bırakıp yatmaya gitmesi bir çocuğun kafasına asla sokulamaz… Bu benim kendime özgülüğümdü. Kendime özgülüğümü baskı altına almak isteyerek gaz lambasını söndürüp beni ışıksız bırakıyor, davranışları için de şöyle bir neden ileri sürüyorlardı:

Baksana herkes uyumaya gidiyor, eh, sen de uyuyacaksın herhalde. Böyle olduğunu görüyor, aklıma yatmamasına karşın çaresiz söylenenlere inanıyordum. Çocuklar kadar çok devrimler gerçekleştirmek isteyen kimse yoktur. Ama üzerimde uygulanıp bir bakıma değeri yadsınamayacak baskıyı bir yana bırakırsak, hemen her konudaki gibi bu konuda da genel örneklerden kalkılıyor, sivriliğinin körletilmesi bile başarılamayan bir diken benim için varlığını hep koruyordu… ama şurası kesin ki, kendime özgülüklerden sonunda sürekli bir özgüven kılığında kendini açığa vuracak gerçek yararı sağlamış değilim.” (Wagenbach 2008: 40-42)

Bir okul arkadaşının da dediği gibi onu “bir çeşit camdan duvar kendisini sarıp kuşatırdı”. (Wagenbach 2008: 39) Kapılarını dünyaya kapayan Kafka “her zaman kendisini söz konusu nesnelerin uzağında tutup, onlara yabancı kalan bir genç insanın hayali” olarak görülmektedir. (Wagenbach 2008: 40) Kafka için kendisiyle dünya arasına camdan bir duvar örmek şu satırların ışığında bir zorunluluk gibi görünmektedir: “Yaşamın daha başlangıcında iki ödev: Giderek çevreni daraltmak ve kendini bu çevre dışında bir yerde gizleyip gizlemediğini sürekli denetlemek.” (Kafka 2012: 94) Kafka için yalnızlık bir gereksinim olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü ona göre yalnızlık, mutluluk ile doğru orantılıdır.

Milena’yla mektuplaşmalarında bunu şöyle ifade etmetedir: “.. bir odada yalnız kalmak belki yaşam denilen şeyin önkoşulu, tek başına bir evde kalmak -daha doğrusu geçici bir süre kalmak- mutluluğun önkoşuludur.” (Kafka 2005: 107) Buradaki geçici bir süre ifadesi Kafka’nın insanlar arasına karışmak isteğinin ve bu acınacak bir yaşam da olsa o yaşamı sürmek isteğinin bir olanağıdır. Çünkü kendisinin de dile getirdiği gibi: “… insan sürekli yaşayamıyor derinlerde, yeryüzünde acınacak bir yaşam sürmeyi yeğliyor.” (Kafka 2005: 121)

Biraz isteyerek biraz da zorunda kalarak Kafka yalnızlığa sürüklenmiştir. Yine de Kafka arkasında olduğu o camdan duvara rağmen her şeyi gözlemlemiş, tüm dünyayı fazlasıyla kavramıştır. Kafka’nın varoluşsal yapısını bir nevi çözümleyen Wagenbach şöyle betimlemektedir Kafka’yı:

“Güvensizlik ve kendi kendini çözümleme, yargıdaki büyü ve nesnelerin yabancılığı, hayret, nesnelerle aradaki ürkek uzaklık, beri yandan dostluk özlemi -bütün bunlar genç hukuk öğrencisi Kafka’nın dünyasını oluşturmakta ve her ne kadar özgün biçimiyle değil, negatif olarak boy gösterse de çevrenin kendisi bu dünyada kesinlikle rol oynamaktaydı.

Sırtlandığı hukuk öğrenimi, özellikle son yarıyıllarda Kafka’yı kahredip durmuştu. Narin bünyesi ezberciliğe dayanan öğrenimin gerektirdiği çabalarla anlaşılan baş edecek gibi değildi. 1905 Temmuzu başında Kafka bir sanatoryuma yattı.” (Wagenbach 2008: 64)