• Sonuç bulunamadı

Muhafazakârlık, siyasal bir düşünce olarak 18. Yüzyıl’dan bu yana, her ne kadar ortak özellikleri olsa dahi farklı toplumlarda farklı tanımlanmıştır. Heywood (1992: 68–79) muhafazakârlığın üç farklı şeklinden bahseder: Otoriter Muhafazakârlık, Paternalist Muhafazakârlık ve Özgürlükçü Muhafazakârlık. İlk olarak otoriter muhafazakârlığa örnek olarak Fransız düşünür Joseph de Maistre savunduğu ve Plato’ya kadar uzandırdığı otoritenin meşruiyetinin asla sorgulamayacağı, mutlak gücün toplumun bütün kesimlerinin üzerinde olması gerektiğine inanan otoriteryanizmin toplumun güvenliğinin ve düzeninin gerekliliği için şart olduğunu iddia eden görüşü sunar. Bu muhafazakârlık çeşidinin 19. Yüzyıl’da Fransa’da Napoleon ile Almanya’da Bismarck ile hayat bulduğunu belirtir. Hatta kimi Alman ve İtalyan muhafazakârların faşist yönetimlere olan desteğini örnek gösterir.Paternalist muhafazakârlık ise değişime tamamen karşı olan otoriter muhafazakârlığa karşı değişime daha esnek bakarlar. Bu anlayış 1868–1874 yılları arasında İngiltere başbakanı olan Benjamin Disraeli’nin politikaları ile ilintilendirilir. Disraeli büyüyen sanayileşmenin zengin ile fakir arasındaki ayrımı büyüteceğini ve sosyal dayanışmanın toplumda yok olacağını iddia etmiştir. Ayrıca Disraeli pragmatist muhafazakâr tepkiciliğin önde gelen ismi olup, toplumun hiyerarşik olduğundan dolayı geleneksel kurumların korunması gerektiğine inanıp, 19. Yüzyıl’ın sonlarına doğru Churchill’e ilham kaynağı olmuştur. Özgürlükçü muhafazakârlar ise paternalistik görüşleri aşıp, serbest piyasanın değerlerini savunup, Herbert Spencer’ın fikirlerinden etkilenerek daha fazla laissez-faire savunmuşlardır.

Russell Kirk’ün yazdığı Muhafazakâr Akıl kitabı sayesinde Burke, yeniden Batı muhafazakârlığının gündemine oturmuş, kurucusu olarak ilan edilmiş ve Burke’ün Fransız Devrimi Üstüne Düşünceleri bir geleneğinin başlangıcı olarak gösterilmiştir. Nisbet, neo-muhafazakârlığın 1960larda, Yeni Sol’un, Öğrenci Devrimi’ne paralel olarak doğduğunu iddia etmekteydi. Gelişmelerin yakın takipçilerinden Irwing Kristol ise, neo-muhafazakârları devrim tarafından soyulmuş liberallere benzetiyordu. Kampus içerisindeki muhalefet, daha çok sosyal demokrat ve liberallerdi. Bu yüzden Harvard,

Yale, Michigan gibi üniversitelerde sağa doğru bir kayma oluşmuştur (Akkaş, 2004: 43).

Willet, modern muhafazakârlığın temellerinin İkinci Dünya Savaşı ertesinde atıldığının ve bu dönemden sonra muhafazakârlığın büyük bir canlanma gösterdiğinin altını çizer. Her ne kadar geleneksel muhafazakârlık ile modern muhafazakârlığın bağlarını koparmamış olmasına rağmen farklılıklarının II. Dünya Savaşı sonrası belirginleşmeye başladığını söyler. Örnek olarak da İngiliz muhafazakârlarının sosyalistlere karşı, eski düşmanları olan liberaller ile ortak tavır sergilediğini ve kendilerini serbest piyasaya inanan özgürlük partisi olarak gördüklerini gösterir. Hatta Torrylerin içindeki bir grubun 1954 yılında “değişim bizim müttefikimizdir” adlı broşürleri dağıttığını, Refah Devleti’nin temel kurumlarını inkâr etmemekle beraber temel kurumlarda reforma gidilmesini belirtmişlerdir (Yılmaz, 2001: 104–105).

Quinton, muhafazakâr düşünce geleneğinin iki biçiminden söz etmektedir. Bunlardan ilki dinsel karakter taşıyan muhafazakârlık, diğeri ise seküler karakter taşıyan muhafazakârlıktır. Seküler muhafazakârlığa örnek olarak Yeni Sağ düşüncesinin temel olarak ilintilendirebileceği David Hume ateist ve şüpheci muhafazakârların önde gelen ismidir. Aynı zamanda Anthony Flew de Tanrı’nın varlığını ve eşitliği reddeden muhafazakâr düşünürlerden birisi olmuştur ( Honderich, 1990: 53). Günümüzde “Klasik muhafazakârlık” ve “Liberal Muhafazakârlık” olarak ayırabileceğimiz bir sınıflandırma oluşmuştur. Burke ile başlayıp günümüze kadar devam eden “Klasik muhafazakârlık” daha sonrasında farklılaşmalara sahne olmuştur. Safi’ye göre klasik muhafazakârlıktan farklılaşan bu çizgileri, klasik muhafazakârlıktan “Yeni Sağ’a” ve klasik muhafazakârlıktan “Yeni Muhafazakârlığa” diye tarif edebiliriz (Safi, 2007: 57).

Modern muhafazakârlığa rasyonelleştirilmiş gelenekçilik de denilebilir. Aydınlanmanın dönüştürdüğü ve modernizmin terbiye ettiği bir gelenekselciliktir bu. Yani aydınlanmış bir tutuculuk olarak görülmektedir. Bu anlamda modern muhafazakârlık, bütünüyle aydınlanmaya değil, onun radikalizmine ve aşırılıklarına karşıdır. Bu nedenle dincilik ve köktencilikten ayrılan modern muhafazakârlık, aydınlanma ve modernizmin tam zıddı ve bütünsel bir inkârı değil, onun içinde tutucu ve geriye çekici rol oynayan sağcı bir akımdır. Bütünlüklü bir ideolojik yapısı olmadığı için bu ikili karakteri sorun da yaratmaz. Bu anlamda muhafazakârlık, zaman içinde devrimci veya ilerici niteliğini kaybeden ve tutuculaşan burjuvazinin ideolojisi haline gelmiştir (Yanardağ, 2004: 22–23). Aydınlanmış muhafazakârlık, koruyarak ilerlemeyi

hedef edinir. Bu açıdan bakıldığında muhafazakârlık sözünü ‘tutuculuk’ olarak değil ‘korumacılık’ olarak tanımlamak gerekir. Bu haliyle o, hem köksüz değişim, hem katı tutuculuğun, hem de irticanın antidotudur. Onun özünde dar ve katı ideolojiler değil, yaratıcı pragmatizm yatar. Toplumu hazır şablonlara göre değil, ‘yaşayarak öğrenmenin kazanımlarına göre değiştirmek ister. Bugün Avrupa ülkelerinde güçlü durumda olan liberal demokrat partilerde, hatta Hıristiyan demokrat partilerde, bu görüşler merkezi bir yer işgal etmektedir (Aydın,1998: 55–56).

Raymond Aron ve Daniel Bell, II. Dünya Savaşı ertesi ideolojilerin sona erdiğini, artık bu dönemden sonra siyasal sürprizlerin gerçekleşemeyeceğini, teknolojik zorunluluğun ve bilimsel akılcılığın gelişmiş sanayi toplumlarını her türlü normatif ayrılığın zeminini ortadan kaldıracağını iddia ettiler. Ama bu teorileri çok uzun sürmedi ve kapitalist ekonomilerin krizleri, burjuva değerlerinin erozyona uğraması, büyümenin önündeki ekolojik engeller “Refah Devleti” uzlaşmasını sarsmıştı. Bu dönemde eski muhafazakârlık, yani geleneksel muhafazakâr düşünce “Yeni Muhafazakârlık” ve “Yeni Sağ” olarak iki ayrı kampa bölündü (Dubiel, 1998: 14–15).

Benzer Belgeler